20 Nisan 2020 Pazartesi

Özelliğimizi Ne Zaman/Nasıl Kaybederiz? *

Her bir insan özeldir. Bakmayın fiziki olarak birbirimize benzediğimize. Özel biri olduğumuz, çocukluğumuzda kendini gösterir. Bu tespitin doğruluğunu, birlikte yaşadığınız veya bir süre gördüğünüz küçük bir çocuğu izleyerek test edebilirsiniz. Gördüğünüz çocuk öyle güzel, öyle farklı ve orijinal sorular sorar, kendine özgü öyle cevaplar verir, öyle hareketler yapar ki şaşırır kalır ve hayranlığınızı ifade etmekten kendinizi alamazsınız. Çocuğun çok akıllı, zeki, farklı ve özel biri olduğunu anlarsınız. Sadece bu gördüğünüz değil, tüm çocuklar özeldir. Aslında biz büyükler de küçükken bu özel çocuklardan biri idik.

Küçüklüğünde, çocuğu özel kılan etkenlerin başında, aile ortamında teneffüs ettiği sevgi ortamı gelir. Çünkü hemen hemen her çocuk sevgi ile beslenir. Bu sevgi ortamı, çocuğun alabildiğine doğal davranmasını doğurur. Bu doğallıkta rol yoktur. Kişinin olduğu gibi davranmasıdır. Çocuk çikolata, oyuncak gibi küçük beklentiler dışında büyük beklenti içerisine girmez. Hata yaparsam dışlanırım, hayatım kararır endişesi taşımaz, başkası ne der demez. Gösterilen sevgi ve ilgiye paralel olarak içinden geldiği gibi konuşur ve hareket eder.

Kendisini izleyen büyüklere mutluluk veren, onları eğlendiren, onlara hoşça vakit geçirten bu özel çocuklar, büyüyünce nasıl birbirlerine benzemeye başlıyorlar? Her yönüyle özel olan bu çocuklar, büyüdükçe nasıl oluyor da alelade biri olup çıkıyorlar? Bu durumun enine boyuna incelenmesi gerekir. Bana göre “Ah, bir büyüsem, neler neler yaparım” diyen bu özel çocuklar, büyüdükçe hayatın öbür yüzünü görmeye başlıyorlar: Şiddeti, azarlanmayı, ayıplanmayı, dışlanmayı, yadırganmayı; mazeret üretmeyi, tembelliği, rahata düşkünlüğü, menfaat ve çıkarı; torpili, yalanı, haksızlığı, haksızlığa karşı sessiz kalınma gibi ne kadar olumsuz durum varsa görüyorlar. Aykırı hareket edenlerin, farklı görüş serdedenlerin ve yapılan haksızlıklara karşı çıkanların başlarına neler geldiğini de yaşayarak bir güzel öğreniyorlar. Tüm bunları düzeltemeyeceklerini, haksızlıklara karşı çıktıkları takdirde yalnız kalacaklarını, başkasının başına gelen akıbetin, kendilerinin de başına geleceğini düşünmeye başlıyorlar ve büyüdüklerine pişman oluyorlar. Ardından hesap kitap yapmaya başlıyorlar. Şöyle yapar veya böyle yaparsam dışlanırım, ayıplanırım. Ne olur ne olmaz, başıma bir şey gelir, hedef ve beklentilerimi gerçekleştiremem endişesiyle, kendisini farklı kılan ve özel olmasını sağlayan yönlerini törpülemeye başlıyorlar. İçlerine sinmese de uydum kalabalığa diyerek sürü psikolojisi ile hareket etmeyi yeğliyorlar. Bu endişe ve korku; kişiyi önce sessizliğe büründürüyor, ardından bulduğu sürünün içine itiyor ve bir müddet sonra sürüye uyum sağlıyor. Tüm bu süreç, kişiyi kendisi olmaktan uzaklaştırıyor, onun özel kişiliğini yok ediyor ve milyonlarca kişiden biri haline getiriyor. Çocukluğundaki özel çocuğu ara ki bulasın.

Sürünün bir parçası olduktan sonra önlerine konan ev ödevi; önünde bulduğu yerleşik düzene karşı çıkmamak, sürüden ayrılmamak, büyüklerin gittiği yoldan gitmek, onların dediğini ve yaptığını yapmak, su akarken -kazan kazan prensibi gereği- testiyi doldurmaktır. Ait hissettiği kişi, grup, camia her kim ise kendinden hiçbir şey katmadan onların görüşlerini savunmak ve yaymaya çalışmaktır.

Bir gün tüm yaptıklarından pişmanlık duyup gittiğim yol, yol değil; ben özüme, gerçek kişiliğime döneceğim dese de başarılı olamaz. Çünkü alelade bir insandır artık.

*27/04/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

19 Nisan 2020 Pazar

Temizlik Hastalığına Dikkat! *

1979 yılında orta birinci sınıf öğrencisi iken Türkçe dersimize giren bir kadın öğretmenimiz vardı. Sınıfa geldiğinde sınıfın kapı koluna dokunmaz, dokunmak zorunda kalırsa da kapıyı, elinde sürekli bulundurduğu kağıt mendil ile açardı. Öğretmen masa ve sandalyesi temiz olduğu halde çantasından çıkardığı peçete ile kendisi tekrar temizlerdi. Bize zaten dokunmazdı. Maazallah bizden kendisine mikrop bulaşabilirdi.  Temiz değil, tertemiz bir kadındı anlayacağınız.
*
2000 öncesi Güneydoğu’nun bir ilinde görev yaparken bir ramazan günü bazı erkek meslektaşlarımı evime iftara davet etmiştim. Birlikte akşam ezanının okunmasını beklerken en son davetlimiz, eşiyle birlikte davetimize icabet etti. Ben meslektaşımı diğer misafirlerin bulunduğu odaya aldım. Daha sonradan eşimin anlattığına göre davetlinin eşi içeriye girer girmez mutfağa geçmiş. Göz ucuyla mutfaktaki yemeklere, yemeklerin tabaklara servis edilişine bakmış, mutfağın temiz ve hijyen olup olmadığını bir güzel inceledikten sonra temizlikten geçer not almış olmalıyız ki kendisi için hazırlanan sofraya lütfedip oturmuş. Yemeklerimiz ne kadar içine sindi, içi ne kadar götürdü bilinmez.

Bir başka zaman iftar davetime eşiyle birlikte en son icabet eden arkadaş “Hocam, hep sizlerin evinde oturuyoruz, bir akşam çayını da bizde birlikte içelim” dedi. Israrı üzerine birkaç erkek arkadaş evine gittik. Otururken idrar yollarında sorunu olan bir arkadaş ev sahibine, “Lavabonuz müsait ise kullanabilir miyim” dedi. Arkadaş lavaboya gittikten sonra evin kadınının ağlama sesi, oturduğumuz odayı da kapladı. Biz kalkıncaya kadar da sesli bir şekilde ağlamaya devam etti. Lavabodan gelen arkadaş bir ara “Hocam, yengenin bir rahatsızlığı mı var? Niye ağlıyor” dedi. Ev sahibi, “Yok bir şeyi. O, zaman zaman böyle ağlar” dedi. Birlikte oturduklarımız, durduk yere bu ağlamaya bir anlam veremese de ben meseleyi anlamıştım. Yenge hanım, ev dışından gelen biri tarafından WC ve lavabosunun kirletildiğine ağlıyordu. Çünkü evime iftara geldiğinden biliyorum. Temizlik konusunda normalin üzerinde bir hassasiyete sahipti.
*
Dört yıl önce tanıdığım bir kadın var. Evine haftada birkaç defa temizlikçi gelir. Ev tepeden tırnağa temizlenir. Temizlikçi ile birlikte evin kadını da çalışır. Onun görevi evde ne kadar giyilen, giyilecek olan; kirli veya temiz elbise varsa balkona tek tek çıkartmaktır. Çamaşırı önce tersinden, sonra düz tarafından dakikalarca çırpar. Bu eylem, sadece kirli çamaşırlar için değil; hem kirli hem de yıkanan çamaşırlar için tekrarlanır. Evin, kullanılan ve kullanılmayan diğer eşyaları da aynı şekilde balkondan rutin bir şekilde çırpılır, tertemiz yapılır.
*
Çevrenizde “Ellerimi yıkamasam duramam, kıyafetlerimi temiz olduğuna inanana kadar yıkıyorum, bulaşık makinesi benden iyi temizleyemez, kapı kollarına dokunamam, başkasının evinde tuvalete giremem” (sabah.com.tr) şeklinde takıntısı olanlar eksik olmaz. Halk arasında “Temizlik hastalığı” olarak adlandırılan bu hastalığa tıp dilinde, “obsesif kompulsif kişilik bozukluğu" (OKB) deniyormuş. “Takıntılı şekilde temizlik tutkunluğu, her şeyin kirli olduğu hissine inanma ve her şeyi sürekli yıkama, silme gibi eylemlerin sürekli tekrarlanması, temizlik hastalığı olarak adlandırılır. Bunun altında yatan sebep anksiyete bozukluğu, şüphecilik ve emin olamama hissi, saplantılı düşüncelerdir. Diğer tüm takıntılarda olduğu gibi aynı süreci izler. Kişi bu bozuklukların mantık dışı olduğunu bildiği halde kendi davranışlarını engelleyemez. İstem dışı davranışlarını sürekli tekrarlayarak engellemeye çalışır. Saplantılı düşünceden kurtulmaya ve unutmaya çaba gösterir. Fakat başarılı olamaz. Örneğin, elini yıkadığı halde emin olamadığı için tekrar yıkar, sürekli ev temizliği yapar, misafirin ardından misafirin kullandığı her şeyi yeniden temizler, zamanın çoğunu temizlik yaparak geçirir, kirli olduğunu düşündüğü her nesneyi kullanmadan önce yeniden yıkar…vs. (sabah.com.tr)

Her yüz kişiden iki kişide -daha çok kadınlarda- görülen bu hastalığın tedavi edilebilir olduğunu, tedavi edilmediği takdirde kendisi ciddi sağlık problemleri yaşadığı gibi bu durumdan çevresindekiler de etkilenebilir diyor Dr. Mehmet Yavuz: “Öncelikle kişinin sosyal ve iş yaşantısı bozulur. Aşırı temizlik tutkusundan ötürü çevresindeki arkadaşları evine gelmek istemeyebilir. Kendisini bu durum karşısında mutsuz hisseder. Aynı zamanda bu tarz hastalıklarda kişi en çok kendisine zarar verir. Zamanın çoğunu temizliğe ayırdığı için zaman kaybı yaşar, diğer yapması gereken hiçbir şeye konsantre olamaz. Gerek ev ve sosyal çevresiyle gerekse iş ortamı ile ilişkileri bozulur. İş performansı önemli derecede olumsuz etkilenir. Evli ise eşi ve çocuğu ile iletişim bozukluğu yaşar. Kendisini temizlik yaparak sürekli hırpalar, günün sonunda yorgun ve bitkin düşer. Bir dönem sonra kişi bedensel olarak da belirli rahatsızlıklara zemin hazırlamış olur”. (sabah.com.tr)

Temizlik hastalığına yakalanmış kişileri ayıplamıyorum. Çünkü bir takıntı durumu söz konusudur. Burada sözlerime son verirken kadınlar temizlik konusunda çok titizdir. Bu titizliğin bir ileri evresi temizlik hastalığıdır. Kişiye ve birlikte yaşadıklarına hayatı zindan eden bu hastalığa değinmemin sebebi, bizi bundan sonra bekleyen tehlikeye işaret etmektir. Çünkü koronavirüs hastalığına yakalanma riski dolayısıyla toplumumuzun tamamı temizlik konusunda çok hassaslaştık. Ümit ederim ki salgından kaynaklanan temizlik konusundaki bu titizliğimiz ve takıntımız, koronavirüs sonrasına sirayet etmez. Eğer sirayet ederse virüs kadar tehlikeli bir hastalıkla karşı karşıya kalacağız demektir. Üstelik bu hastalığın tedavisi koronavirüs tedavisinden daha zor olur ve kalıcı iz bırakır. Hasta oranımız da yüzde ikide kalmaz. Erkekler de bu yolun yolcusu olabilir. Titizliğimiz, ileride hayatı zindan edecek şekilde bağımlılık yapmasın. Covit-19 belasından sonra yeni bir bela ile yüz yüze kalmayalım. Aman dikkat!

*20/04/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Meslek Gruplarının Onuruyla Oynamak **

Meslekleri biz parasına, itibarına, çalışma şartlarına, riskli-risksiz, önemli-önemsiz, masa başı iş, gözde ve aranan meslekler olarak görüyor ve değerlendiriyor olsak da insanın ve diğer canlıların ihtiyaç duyduğu her meslek önemlidir. Zamanın şartlarına ve teknolojiye göre bazı meslekler, yok olup veya gözden düşse de her meslek, zamanında önemli bir görevi yerine getirmiştir. Aynı meslek grubundan o mesleği icra edenlerin iş bulma ve iş yapma konusunda zorlanmaları, o meslek grubunun önemsizliğinden değil, ihtiyacın ötesinde kişinin, aynı mesleğe yönelmesinden kaynaklanmaktadır. Bu da ihtiyaca göre meslek erbabı plânlaması yapamayışımızdan kaynaklanmaktadır.

Anlatmak istediğim, ihtiyaç olan meslekler daha gözde meslekler olsa da her meslek önemli ve kutsaldır. Her mesleğin de kendine özgü çalışma şartları vardır. Bazısı mesaiye tabi, bazısı mesai harici çalışmayı gerektirir, bazısı esnek çalışma şeklinde yerine getirilir. Bazı meslekler daha dikkat isteyen meslek iken bazısının çalışma şekli daha rahat olabiliyor. Durum bu iken çoğu kimse, kendi icra ettiği meslek ve görevinin daha önemli ve zor olduğunu, bazı meslek erbabının hiçbir iş yapmadığını, bedavadan para aldığını değişik platformlarda dillendirmektedir. Bu tür dillendirmeler o meslek erbabını ister istemez üzmektedir. Ne demek istediğimi bir iki örnek vererek izah etmek isterim:
·         "Şu öğretmenler yok mu? Yılın altı ayı tatil yapıyorlar. Hep yatıyorlar, yattıkları yerden para kazanıyorlar". (Öğretmenlerin tatili kişiden kişiye değişiyor: Kimi 3, kimi 4 ay tatil. Aslında öğretmenlerin yıllık tatilleri toplamda 2,5 aydır. Ama koronavirüs dolayısıyla okullar tatil edilince yazın bir telafi eğitimi yapılmazsa öğretmenler ilk defa 4,5 ay tatil yapmış olacaklar. Birçok meslek grubu yaşadığımız bu salgın ortamında tatil yapıyor iken yaşlılara hizmet etmek amacıyla görev yapan öğretmenler de var.)
·         "İmamlar ne iş yapıyorlar ki… hiçbir iş yapmıyorlar. Tüm gün boşlar. Hazır camilerde namaz da kıldırmadıklarına göre koronavirüs dolayısıyla evlerinden çıkamayanların ihtiyaçlarını imamlar gidersin" şeklinde ses çıkartanlar oluyor. (Sadece kıldırdıkları beş vakit hesabı yapılınca mantık doğru olabilir ama camilerde görevli olanlar, bir vakit görevini yerine getirdikten sonra diğer vakti beklemek zorunda ve camisinin civarından uzaklaşamıyor. Yani kendini bir yere bağlamış oluyor. Bu bağlanma, ara boşluklara rağmen tüm günü kapsıyor. Nereden bakıldığına bağlı. Bir bakışa göre tüm günleri boş, diğer bakışa göre tüm günleri dolu. Ayrıca yaşadığımız bu olağanüstü durum dolayısıyla oluşturulan vefa gruplarında gönüllü olarak görev yapan din görevlileri var.)

Başka örnekler de verebilirim. Çünkü eleştirilen meslek grubu çok. Ama en fazla eleştirilen meslek gruplarının başında, öğretmen ve cami görevlileri gelmektedir. Her meslek grubunun çalışma şartları ve mesaileri farklı olabildiği gibi bu iki meslek grubunun da çalışma şartları ve mesaileri farklıdır. Öğretmen ve din görevlilerinin mesaileri eleştirilebilir. Ne şekilde olması gerektiğine dair Milli Eğitim Bakanlığına ve Diyanet İşleri Başkanlığına öneriler* de sunulabilir. Eleştiri ve öneriye eyvallah ama bunun muhatabı, öğretmen ve din görevlileri değildir. Bağlı oldukları kurumlarıdır. MEB veya DİB, farklı bir mesai düzenlemesi yaptı da öğretmen ve din görevlileri, biz bu mesaiyi kabul etmiyor mu diyorlar da öğretmen ve din görevlileri yatarak para kazanıyor eleştirisi yapılıyor. Maalesef bu tür eleştiriler, bu iki meslek sahiplerini üzmektedir.

*Benim bu iki meslek grubu için önerim: Dersi olsun veya olmasın öğretmenlere, hafta içi her gün okulda olacak şekilde bir düzenleme yapılabilir. (09.00-16.00 arası gibi) Bu da tam gün eğitim demektir. Derslik ihtiyacından dolayı hala birçok yerde ikili öğretim yapılıyor iken bu önerinin şimdilik uygulanabilmesi mümkün değildir.
Beş vakit namazın dışında imam ve müezzinlere, camide ifa edebilecekleri mesai saatleri konabilir. (09.00-12.00 veya 10.00-15.00 gibi)

**19/04/2020 tarihinde Kahta Söz'de yayımlanmıştır.

17 Nisan 2020 Cuma

İyi ve Kötüde Sınavımız ***

Eski Türk filmlerinde, köyden şehre gelmiş, bir başına dolaşırken kızın etrafına bir kötü dadanır. Kıza tecavüz edeceği zaman bizim başroldeki aktör; kızı kötünün elinden kurtarır. Ki olması gereken de bu.

Bu sahneyi izleyen biz kıza acır, tecavüzcüye kızarız. Aktörümüz kötüye vurdukça vur vur sesleriyle sinema salonlarını çınlatırız.

Mağdur kız, oğlana teşekkür eder. Bundan sonra kız ile oğlan arasında bir dostluk başlar. Kız, oğlanın yaptığı bu iyiliği hiç unutmaz. Çünkü kızın namusunu kurtarmıştır oğlan.

Gel zaman git zaman sonra, aralarında bir nikah ve düğün olmadan kız, kurtarıcısı erkeğe gönüllü olarak kendisini teslim eder.

Sahnenin birinci safhasında cereyan eden olayla ikinci sahnesinde cereyan eden olay, sonucu itibariyle aynı kapıya çıkar. İkisi de nikahsız bir araya gelmektir. Dinimizde her ikisi de zinadır, ahlak ve örfümüz de her ikisini tasvip etmez. Tek farkı, kız birinci sahneden memnun değil. Çünkü rızası yok. İkinci sahneden ise memnundur. Çünkü karşılıklı rıza vardır.

Hasılı biz, birinci sahneye kızarız. Çünkü fiili işleyen adam kötü roldedir. İkinci sahneyi alkışlarız. Çünkü kız bizim, oğlan bizim. Bu işi başkası yaparsa kötü, bizimki yaparsa iyi. Bu nasıl bir ruh hali ve anlayış ise bizim mayamıza işlemiştir.

Çoğumuza tanıdık gelen filmlerde işlenen bu sahneler, bize öyle işlemiş ki aynı durum gündelik hayatımızda da hız kesmeden bir anlayış olarak devam ediyor. Birbirine kutuplaşan, birbirine karşı iyice bilenen, birbirinin varlık sebebi olan kesimler, aynı sahneyi bıkıp usanmadan gündelik hayatta oynuyorlar. Filmlerden farkı, filmde rol gereği oynanan bu oyun, gündelik hayatımızda sahiden oynanıyor. Bir diğer farkı; filmde kim iyi rolde, kim kötü rolde hepsi bellidir. Seyirci de iyi ve kötü rolde hemfikirdir. Herkes iyi roldeki aktörleri destekler. Fanatik kesimlerin oynadığı hayat hikayesinde roller zaman zaman değişiyor, bazen bir kesim bazen diğer kesim, iyi veya kötü oluyor. Her kesim kendini ve yaptıklarını iyi görürken diğer kesimi kötü olarak görüyor. Hatta bu fanatikliği o kadar ileriye götürüyoruz ki bir suçtan hareketle suçun ferdiliği prensibini bir tarafa bırakarak tikelden tümele gidiyor ve eylemin işlendiği mahalledeki kesimin, tümden böyle olduğuna dair bir hüküm bile veriyoruz.

Sözü fazla uzatmadan bir somut örnek vererek ne demek istediğim daha net anlaşılsın isterim. Zaman zaman bir yurt veya sokakta taciz olayı patlak verir. Taciz tacizdir, kim yaparsa cezasını çeksin denmez. Önce bu eylem kimin mahallesinde, kim tarafından gerçekleştirilmiştir, buna bakılır. Bir kesim bu olayın üzerine giderken diğer kesim kah sessizliğe bürünür kah görmezden gelir kah savunmaya kalkar. Tüm bunlara rağmen olay hala sıcaklığını koruyor ve tacizin üzerine gidiliyorsa karşı kesimin geçmişte yaptığı tacizler servis edilir. Daha önce siz de böyle yaptınız, ne çabuk unuttunuz, bu konuda siz de çok masum değilsiniz, denir. Gün gelir, bir tacizci de öbür kesimin içinden çıkar. Bu sefer roller değişir. Biri savunmaya geçerken diğeri saldırıya geçer. Bu durum yolsuzluk, rüşvet, kayırmacılık vs hayatın her alanında işlenen suçlarda aynıdır. Suça, suçluya ya da iyi veya kötüye bakışımız kimin işlediğine göre değişir. İyilik yapan bizdense  göklere çıkarırken  bizden olan kötülük yapanı koruruz. Gerekirse niçin yaptığına dair gerekçeler üretiriz. Bu durum tüm kesimlerde böyledir. O yüzden iyi ve kötü net değil bizde. Netliği, bizden olup olmamasına bağlıdır. Bizden olanı ezdirmemek ve yıprattırmamak için gerekirse tüm değerlerimizi çiğneyerek savunuruz.

Sonuç olarak kendi kesiminden biri bir suça karışmışsa kol kanat gerilecek, düşmana ezdirilmeyecek. Karşı kesimden biri suç işlemişse topyekun bir saldırıya geçilecektir. Bu yüzden tüm kesimler iyilik ve kötülükte, suç ve suçluyla mücadelede sınıfta kalmıştır. Her kesimde kendi kesimi ne yapıyorsa iyidir, karşı taraf ne yapıyorsa kötüdür anlayışı hakim. Maalesef tarafgirlik, kötüyü savunacak kadar gözlerimizi kör etmiştir.

Suç ve suçluyla samimi olarak mücadele etmek istiyorsak iyi ve kötü ortak değerimiz olmalı. Suçlu hangi kesimden olursa olsun, suçun ferdiliği prensibi gereği, o kesimi tümden suçlamaktan kaçınmalıyız. Suçu işleyen hangi mahallenin ferdi ise kimse arkasında durmamalıdır ve hak ettiği cezayı almalıdır.

***21/04/2020 tarihinde Barbaros Ulu adıyla Pusula haber gazetesinde yayımlanmıştır.

16 Nisan 2020 Perşembe

Luppo ve Ben

Cuma akşamından itibaren bir Luppo'dur gidiyor ve Luppo, Türkiye gündemine oturdu. Firma, uğraşıp didinse Luppo'nun bu kadar reklamını yapamazdı. Firma, o hengamede reklamını yapan kişiyi bulup ödüllendirse çok iyi olur. En azından belli bir miktar Luppo gönderebilir adama.

Nedir, ne değildir, nasıl bir şeydir diye merak ettim doğrusu. Çocuklarıma sordum. Baba, bilmiyor musun dediler. Hiç bozuntuya vermeden sanki getirdiniz de gördüm mü dedim. Merak ettimse de Luppo için markete gitmedim.

Bugün zaruri bir ihtiyacımı almak için markete uğradım. Bu arada sosyal mesafeye riayet ettim, maskemi de taktım.

Ödemeyi yapıp tam çıkacağım vakit, kasiyerin yanı başındaki Luppo'yu gördüm. Kızım, meşhur Luppo bu mu dedim. Evet amca dedi. Fiyatını sordum. Çok yüksek gelmedi. Paraya kıyıp ver bir tane dedim ve içimde, içim içime sığmayacak(nasıl bir şeyse) şekilde bir sevinç ve mutluluk belirdi. Hemen evin yolunu tuttum.

Akşam yemeğini yer yemez, hafta sonu sokağa çıkma yasağı esnasında yemeyi beklemeden, bir görgüsüzlük yaptım ve içinden nasıl bir şey çıkacak heyecanıyla Luppo'yu özenle açmaya kalktım. Ekmeği, vesair alışverişi bana yaptırtan 18'indeki sokağa çıkma yasaklısı oğlum, "Dur baba! Bu anı ölümsüzleştirelim. Ayrıca sen bunu yazı konusu edinirsin" dedi. Bu fotoyu çekti. Tabi, çekinceye kadar içinde ne var diye içim içimi yedi. Sonunda açtım. Hay Allah! Yabancısı değilmişim bu Luppo'ya. Görüntüsü, ambalajı ve iç dizaynı tanıdık geldi. Bildiğim Halley'miş. Tek farkı, içindeki adedin Halley'den az oluşu. Evdekilerle miras paylaşır gibi kardeş payı yaptık. Payıma düşen Luppo'yu löpür löpür mideme indirdim.

Beni ayıplayıp sen çocuk musun, onu çocuklar yer, hele bu yaşta demeyin. Benim de canım çekmiş olamaz mı? Sonra çocuk ne ise yaşlı da odur. Ayrıca ne varmış yaşımda? Unutmayın ki ne ilk yirmideyim ne de altmış beşin üzerindeyim. Özgür bir bireyim. Luppo almaya bile gidebiliyorum.

Bunu anlatıyorum ki Luppo'nun ne olduğunu bilmeyen ve tatmadığı için merak edeniniz varsa hem öğrensin hem de bir özlemle marketin yolunu tutmasın istedim.

İlerleyen günlerde market ve bakkalların camlarında "Bu iş yerinde Luppo bulunmaktadır" yazar mı, yazar. Bunu bilemiyorum ama Luppo'yu yedikten sonra üzerine sıcağı sıcağına bu yazı çıktı.

Fanatiklerin Arasında Kalmak *

Hayatın en güzel bir o kadar da zor yönü fanatikler arasında kalmaktır. Güzel yanı, aşırı gidenlerin yanında yer almamak, kimseden, hiçbir yerden bir beklenti içerisinde olmadan kendi doğrularınla yaşamaktır, bağımsız düşünmektir. Zor tarafı, fanatikler arasında doğrularının para etmemesidir. Onlara doğrunu anlatamamandır. Anlatamazsın. Çünkü dinlemezler. Konuşmana veya yazına o değilden bir kulak misafiri olurlar veya göz atarlar kendi tarafında değilsen vay haline! Ağzınla kuş tutsan dahi kendini ve doğrunu kabul ettiremezsin. Doğruyu kabul etmemesi problem değil. Çünkü herkesin, beklentilerinden müteşekkil kendi doğruları vardır. Yanında olmadığın için seni kara listeye alır ve mimler. Seni ayrıca muhaliflerin ekmeğine yağ sürüyor diye itham eder.

İki tarafın fanatiklerinin de tek istediği ortada duran, orta yolu tutmuş; doğruya doğru, yanlışa yanlış diyen özgürlüğün tadına varmış kişileri, kendi saflarına çekmektir. Ya bendensin ya da karşıdansın. Ortası yok bunlar için. Farklı fikre ve bakış açısına tahammülleri yoktur. Çünkü özgün fikre karşıdırlar. Aşırı fanatiklikleri özgün fikir üretmelerine de engeldir. Çünkü bir başkası adına, gönüllü savunmacı rolü üstlenmek bu tiplere fikir ürettirmez. Bir müddet sonra üretmeye kalksalar da  kafaları basmaz artık. Durum böyle olunca aklını, fikrini, hayatını adadığı kişi veya düşünceye teslim ederler. Onların ortaya koyduğu fikir ve düşünceleri ölümüne savunurlar. Tüm savunmaları/fikirleri, kendi tuttuğu tarafı göklere çıkarmaktan, karşı tarafı da yerin dibine batırmak için kötülemekten ibarettir. Konuşurlarken de fanatik olmadıklarını sana bir güzel söylerler. Ortada duran seni de hem nalına hem mıhına vuruyor diye değerlendirirler. Çünkü onlara göre hayat, zıt iki kutuptan ibarettir. Biz ve onlar. Biz iyiliği, güzeli, doğruyu; karşı taraf ise hep kötülüğü temsil eder. Ortada kalmak ve ortada olmak onlar için renksizliktir. Ne şiş yansın ne de kebap yansın yeridir. İki tarafı da memnun etmeye çalışmak demektir. Ortada durmak korkaklığın alametidir. Bu yüzden bir tarafı tutmak gerekir.

Ne zamanki bu ülkede orta yolu tutanların sayısı artar, sözleri dinlenir, fanatikler küçük marjinal bir grup kalır, bu ülkede birçok değer, yerli yerince oturur. İşte o zaman bu ülke normalleşir. Halihazırda sayıları çok olduğu için fanatiklerin borusu ötüyor ve sesleri çok çıkıyor. Ülke de bu yüzden normalleşemiyor zaten.

Hasılı orta yolu tutup fanatik olmayanlar iki arada bir derede kalırlar, arasatta yaşarlar. Ne İsa'ya ne de Musa'ya yaranırlar. Böyle olsa da orta yolu tutanlar fanatikler arasında aslında bir denge unsurudur. Aşırı uçlar arasında tampon bölge görevi görürler ve en güzel yoldur. 

*22/04/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Namütenahi İnfaz Yasaları *

Adı ister af yasası, ister ceza indirimi, ister infaz yasası olsun, adil yargılama sonucu, suçu sabit görülmüş ve meri kanuna göre ceza almış ve cezası onanmış her kim ve suçu ne olursa olsun, mahkumların cezaevinden çıkmasına yönelik yapılan her bir düzenleme, adalet dağıtmaktan ve adaleti tesis etmekten uzaktır. Bugüne kadar mahkumların salıverilmesine yönelik değişik adlarla çıkarılmış ne kadar düzenleme yapıldıysa hiçbirinde bir kamu yararı oluşmadı. Yapılan bu düzenlemelerden halkın kahir ekseriyeti, özellikle suçun mağdur kesimi hiç hoşnut olmadı. Cezaevinden çıkanların çoğu yeniden suça karıştı. Buna rağmen Meclisimiz bu tür yasaları çıkarmaktan geri durmadı. 

Bir faydaya haiz olmadığı gibi zararının daha fazla olduğuna dair toplumun kahir ekseriyetinde bir konsensüs olmasına rağmen seçim vaadi, “kader mahkumları” veya hapishanelerin doluluk oranını düşürme gerekçesiyle çıkarılan her bir infaz yasası, “Problem değil, sen suç işle, ben arkandayım” demek olup suça teşvik anlamına gelir. Buna rağmen siyasi partilerimiz ve içimizden seçerek gönderdiğimiz vekillerimiz, bu tür düzenlemelere niçin alet olurlar, çok anlamış değilim.

Meclisin başta af olmak üzere bir ceza indirimi düzenleme yetkisi olsa da bu hak ve yetkiyi kullanmamalı. Kullanacaksa da devlete karşı işlenmiş kabul edilen suçlarda bir tasarrufa gitmelidir. Şayet vekiller, verilen bu hakkı biz, tepe tepe kullanırız düşüncesiyle hareket ediyorlarsa yaptıkları tasarrufla mahkumları salabilirler ama halkın maşeri vicdanında kendilerini mahkum etmiş olurlar. Çünkü bu tür düzenlemelerde birden fazla taraf vardır. Orta yerde bir suç varsa suçlu vardır, aynı zamanda suçlunun mağdur ettiği kesim vardır. Bir düzenlemeye imza atarken işlenen suçlardan mağdur olan kesimleri de dikkate almak gerekir. Çünkü esas affetme yetkisi onlardadır. Eğer Meclis bir düzenlemeye ihtiyaç duyuyorsa çıkaracağı kanun için mini bir halkoylaması düşünebilirdi. Bu oylamaya suçun mağdurları katılır. Oylamanın sonucunda mağdurlar, kendilerini mağdur edenleri affederse bu düzenlemenin başımız üstünde yeri vardır.  Kimsenin söyleyecek sözü olmaz.

Meclis, bir hak ve yetki kullanacaksa cezaların caydırıcı olmasına dair düzenlemeye imza atmalıdır. Maalesef bugüne kadar çıkarılan yasalar, caydırıcı olmadığı için suç oranlarında düşme de olmuyor, cezaevlerimiz yine hınca hınç doluyor. İçeride yatanların çoğu da aldığı ve yattığı cezadan dolayı pişmanlık duymuyor ve cezaevinden çıktıktan sonra da  kendisine çeki-düzen vermiyor. Hasılı yapılan onca düzenlemeye rağmen bu adalet anlayışımız, adalet dağıtmadığı gibi sürekli suç üretmeye devam ediyor. Bunda da en büyük pay Meclisindir. Ya adam gibi herkese şamil, her devre uygun kanun çıkaramıyor ya da değişik saiklarla çıkardığı kanunların arkasında durmuyor.

Ezcümle, bizim adımıza yetki kullanan devlet ve Meclis, suçluları korumaya yönelik adımlardan vazgeçmelidir. Adalete olan güveni yok eden bu tasarrufların, halkın kahir ekseriyetinde bir karşılığı olmadığı için sosyal barışa da katkısı yoktur. Unutmayalım ki çıkarılan ve çıkarılacak her bir infaz düzenlemesi, MEB’in yıllar yılı eğitim ve öğretimde uyguladığı mantığa benzer. Nasıl ki MEB, eğitim ve öğretimin içinde tutayım, onları topluma kazandırayım düşüncesiyle okullardaki başarısız ve okulların altını üstüne getiren, haylaz öğrencileri korumaya yönelik adımlar atıyor ve olan okullardaki masum ve bir hedefi olan çocuklara oluyorsa infaz düzenlemeleriyle de bilerek veya bilmeyerek suçlular korunmuş oluyor. Burada da olan suçun mağdurlarına ve topluma oluyor. Sonuçta eğitim ve öğretimimiz de yerlerde sürünüyor, adaletimiz de… Keşke suçluları korumak adına adımlar attığımız kadar dışarıdaki masum ve mağdurları korumaya yönelik adımlar atabilseydik…Yine okullarda “Ben okumak istemiyorum” diyenleri zorla sınıf geçirterek onları korumaya çalıştığımız kadar -ki bu mantık ile onlara da kötülük yapılıyor- bir hedefi olan, başarılı çocuklara yönelik adımlar atabilseydik…

*17/04/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.