16 Kasım 2019 Cumartesi

Dokunabilmek

Yazmaya başlarken neyi dert ediniyorsam, onu yazacağım" demiştim. Dört yıldır da yaptığım, dilimin döndüğünce  dağarcığımda olanı boşaltmak oldu. 

Zaman zaman yazılarımı okuyanlarla karşılaşıp birkaç kelam ettikten sonra konu döner dolaşır, yazılarıma gelir. Ayaküstü yazılarım üzerine dönütler alırım. İşte onlardan bazıları:
—"Çok sitemkâr yazıyorsun."
—"Yazılarını takip ediyorum. Ama iyi dokunduruyorsun."
—"Çok sert yazıyorsun."
—Çok kapalı yazıyorsun. Biraz açık yazsan olmaz mı?"
 —"Hem nalına hem mıhına vuruyorsun." şeklinde.

Önce geri bildirimlerdeki kelimelere bakalım. Sonra üzerinde birkaç kelam edelim. 
Sitem: Bir kimseye, yaptığı bir hareketin veya söylediği sözün üzüntü, alınganlık, kırgınlık gibi duygular uyandırdığını öfkelenmeden belirtme.
Dokundurmak: Bir şeyi üstü kapalı ve sitem yollu hatırlatmak, tariz etmek.

Tariz etmek: Kapalı bir biçimde, dolaylı olarak söz söyleme, taş.


Hem nalına hem mıhına vurmak: 1.Hem bu yanı hem de öbür yanı desteklemek.



2.Tutarsız davranmak.


Konusuna göre ve o anki haleti ruhiyem gereği zaman zaman sitemli yazdığım, dokundurduğum, kapalı yazdığım doğrudur. Yazarken eleştirdiğim kişi veya kesimin de koruması gereken bir onuru olduğunu düşünür; kırmadan, dökmeden cümle arasında dokundururum. Alınsın ve gereğini yapsın isterim. Kolay kolay isimlere yer vermem. Çünkü işim kişilerle değil, yaptıklarıyladır. Bir nevi yapıcı eleştiri benimkisi. 

Sitemli yazmak, dokundurmak ve tarize eyvallah derim. Ama "Hem nalına hem mıhına" eleştirisini asla kabul etmem. Zira benim mizacıma ve yetişme tarzıma ters bir durumdur. Yazılarımda bir tarafım ben. Ama kimsenin tarafında değilim. Zira kişilerle değil benim işim. Yazarken objektif olmaya gayret ederim. Önce bir durum tespiti yapar, ardından eleştirir, sonra olması ve yapılması gerekeni işlemeye çalışırım. Bir o yanı bir bu yanı asla desteklemem. Bir sözü, davranışı veya tasarrufu methederken söyleyene bakmam. Olması gereken budur derim. Yine bir söz veya davranışı eleştirirken söz ve davranışın sahibine bakmam. Yapılan hareketin yanlışlığını işlerim. Çünkü doğru tek tarafa ait değildir, evrenseldir. Doğru yerde duranın yanlışları olabileceği gibi yanlış yerde duranın da doğruları ve doğru söyledikleri olabilir. Hasılı benim yolum doğru olanın yanıdır. Bunda da bir çelişki ve tutarsızlık görmem. Olması gereken budur düşüncesindeyim. Benden istenen dün eleştirdiğini bugün övme veya dün övdüğünü bugün tenkit etme isteniyorsa ben bu tutarlılıkta(!) yokum. Çünkü benim işim, yolum tarafgirlik değil. Tarafını tuttuğum kişilerin yanlışlarını ortaya koymak, onları herkesten önce eleştirmek benim temel prensibimdir. Ötesi bana yabancıdır.

Bir diğer yaptığım husus yanlış diye eleştirilen husus ve konuyu irdeleyerek yanlış yapanı bu yanlışa iten psikolojiyi ele almaya daha doğrusu anlamaya çalışırım.

Hasılı yolun ortasında durmaya çalışan birisiyim. Birilerinin tarafı, adamı olma gibi bir niyetim, birilerine yaranma düşüncem hiç olmadı. Bundan sonra da olma niyetim yok. Şahıs merkezli değil, düşünce ve prensip merkezli olma gayretindeyim. Düşüncesi, fikri, zikri ne olursa olsun doğrunun yanındayım. Doğruları yazabilirsem ve dokunabiliyorsam ne mutlu bana!




Ara Tatilin Altını Doldurabilseydik Keşke! *

İlk, orta ve lise talebeleri bugün ilk defa ara tatil ile tanıştı. Bu karar alındığı zaman içi doldurulduğu takdirde bu tür ara tatillere sıcak baktığımı söylemiştim. Gelin görün ki her dönemde birer haftalık tatilin ötesinde herhangi bir yenilik yok. Olmasını istediğim uygulamalar olmadığına ve sorun olarak gördüklerim devam ettiğine göre hazır öğrenciler ara tatile başlamışken biz büyükler özellikle sorumlu insanlar, bu uygulama üzerine bir kez daha düşünelim isterim. 

Ara tatilin ne getirip götüreceğini, olumlu olup olmayacağını bir eğitim ve öğretim sonunu bitirdiğimiz zaman daha iyi anlayacağız. Şu kadarını söyleyeyim ki 19 Mayıs itibariyle uzatmalara oynayan, okuldan kopan çocuklar, haziran sonunu nasıl getirecekler? Bekleyip göreceğiz.

Şimdi gelelim tekrar bu ara tatil konusuna. Eğitim ve öğretimde yeni bir uygulama olan bu ara tatil ile birlikte bir takım yenilikler de uygulamaya konabilirdi. Bunlar neler olabilir? Kısaca değinmek isterim:

1.Ortaokul ve liselerde her branş öğretmeninin her dönemde yapmak zorunda olduğu sınavlar kaldırılmalıdır. Çünkü bu sınavlar herhangi bir amaca hizmet etmemektedir. Yapılan bu sınavlara ilave olarak öğretmenlerin verdiği sınıf içi performans(eskinin sözlü yerine geçen puan) ve -varsa- proje ödevi puanlarının aritmetik ortalaması alınarak öğrencinin sınıf geçme puanı ve teşekkür veya takdir almasına yaramaktadır. Başka da bir yararı yoktur. Bu sınavların öğrencinin başarısını ölçen gerçek bir sınav olmadığını MEB biliyor olmalı ki liseye gitmek için 8.sınıfın, üniversitede bir bölüm kazanmak için 12.sınıfın sonunda merkezi sınavlar yapmaktadır.)

2.MEB, 5. ve 9. sınıf haricindeki diğer sınıflardaki genel derslerin sınavlarını merkezi yapmalıdır. 6. 7.  ve 8. sınıfın her döneminde birer merkezi sınav yapılmalıdır. Toplam 6 sınavın ortalaması ile öğrenci, lise tercihi yapabilmelidir. Yine aynı şekilde 10. 11. ve 12. sınıfın her döneminde birer kez yapılan merkezi sınav ortalaması ile öğrenci üniversite tercihi yapabilmelidir. 

3.Merkezi sınavda alınan puan, aynı zamanda öğrencinin hem sınıf geçme puanı hem de teşekkür ve takdir hesaplanmasında kullanılmalıdır.

4.Öğretmen, merkezi sınavlarda öğrencinin sorumlu olduğu konuları anlatmakla yükümlü olmalıdır.

5.Merkezi sınavlarda soru çıkmayan derslerin değerlendirilmesi puanla olmamalıdır. Başarı kriteri olarak "başarılı" ve "başarısız" şeklinde bir değerlendirme yapılmalıdır.

6.Merkezi sınavlar, ara tatillerden önce yapılıp sınav sonrası öğrenciler birer haftalık tatil yapmalıdır.

7.Beşinci ve dokuzuncu sınıfın sonunda yapılacak yerel bir sınav ile öğrencilerin seviyeleri belirlenmelidir. Öğretmen bir üst sınıfta gireceği sınıfın seviyesini bilmelidir. Merkezi sınavlarda öğrencilerin aldığı puan ortalaması aynı zamanda öğretmenin performansı olmalıdır. Öğretmenin nakli ve özlük haklarının iyileştirilmesi bu kriterlere göre olmalıdır. Bu sistemin oturması ve uygulanabilmesi için ders öğretmeninin öğrenci ve veli üzerinde bir yaptırımı olmalıdır...

* 18/11/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

14 Kasım 2019 Perşembe

Atatürk’ü Doğru Anlatmanın Zamanı Gelmedi mi? ***

Ebediyete intikalinin ardından 81.yılında anılan Atatürk'ün, 10 Kasım törenlerinde törenle ilgili bazı okullarda küçücük çocuklara Atatürk posterine secde ettirme görüntülerini görünce pes doğrusu! O kadar da değil dedim içimden. Değişik yerlerde çekilen birer dakikalık görüntüler Atatürk'ü anma konusunda bazılarının hangi noktaya evirildiklerini göstermesi bakımından manidar. Küçücük ilkokul çocukları Atatürk posterlerinin önüne sırayla geliyor, posterin altına iliştirilmiş "Cumhuriyetçilik, laiklik, milliyetçilik, inkılâpçılık, halkçılık, devletçilik" ilkelerinden bir tanesini alıp yere seriyor, ardından diz çöküp secdeye kapanıyor. 

Sosyal medyada paylaşılan, gazete ve televizyonlarda haber olarak verilen bu görüntülerin, birkaç değişik versiyonuna baktım. Görüntüler tek yere ait değil. Ortamları ve renkleri farklı. Tüm okullarda böyle bir görüntü olmasa da bazı okullarda birbirinin kopyası olarak yapılmış olması, bu secde ettirme fiilinin gerisinde organize bir el olduğunu gösteriyor. Servis edilen görüntülerin yaklaşık birer dakika olması bana manidar geldi. Sanki birileri özellikle bu fiili  işlemeye, işletmeye ve servis etmeye ön ayak olmuş görünüyor.

Bugüne kadar bu tür anma programlarında secde etme olayını ne gördüm ne duydum. Sanırım ilk oluyor. Gittikçe Atatürk daha iyi anlaşılacağı yerde iş, tapınma noktasına kadar götürülmüş. Eğer bu görüntüler kurmaca ve düzmece değil ise bu işe ön ayak olanlar maalesef birer öğretmen. Bu inançlarına da yaptıklarının ne anlama geldiğini bilemeyecek yaştaki küçük çocukları alet etmişler. Keşke bu emellerine küçük çocukları alet etmeselermiş! Haydi bu inançtaki öğretmenler, kafalarındaki bu sapık düşüncelerine öğrencilerini alet ettiler diyelim. Okullar sadece öğretmenlerden ibaret değil. Öğretmenler böyle bir eyleme kalkıştıkları zaman o okulların yöneticilerinin elleri armut mu topladı? Niçin müdahale etmediler? Milli Eğitim Bakanlığı, bu görüntüler için inceleme başlatmış. Sonuç ne çıkar bilmiyorum ama kafasındaki inancı, öğrencilerine yansıtan bu tür öğretmenlerin elinden çocukları kurtarmak lazım. 

Şu anda biz sonucu tartışıyoruz. Asıl yapmamız gereken bu sonuca giden yolları masaya yatırmalıyız. Bana göre aşırı sevgi ve aşırı nefret bizi bu noktaya getirdi. Çünkü aşırı sevgi ve aşırı nefret bir ifrat ve tefrit durumudur. Göz ve gönülleri kör eder. Her ikisi de birbirini besler. Sağlıklı düşünme ve hareket etmenin önüne geçer. Atatürk istediği kadar "Benim naçiz vücudum bir gün toprak olacak..." desin. Aşırı sevenleri onu tapınılacak bir ilah görmeye başlamışlar bile. Atatürk'e ülkeyi kurtarmasının ve Türkiye Cumhuriyeti'ni kurmasının ötesinde insanüstü bir anlam yüklenmiş. Aşırı yüceltmenin bir sonucudur bu. Kur'an, Hz Muhammed'in ağzıyla "Ben de sizin gibi bir insanım. Tek farkım bana vahiy gelmesi" diyerek insanları yüceltmenin tehlikesine dikkat çeker. Peygamberimiz "Hıristiyanların İsa peygamberi yücelttiği gibi yüceltmeyin" der. Çünkü aşırı sevgilerinden dolayı Hıristiyanlar Hz İsa'yı Allah'ın oğlu olarak görmeye başlamışlardı.

Bu durumda ne yapmak lazım? Atatürk doğru anlatılmalı, gelecek nesillere düzgün aktarılmalı. Atatürk'ün de bir insan olduğu, 1938'in 10 Kasım'ında öldüğü, bu ülkeye TC’yi miras olarak bıraktığı işlenmeli. Yanlış anlaşılmaya zemin hazırlanmaması için 1938'in sekizi düzgün yazılmalı. Sonsuzluk işareti olan 8'i yatay (193∞) yazmaktan vazgeçilmeli. Bir diğer yapılması gereken, Diyanet İşleri Başkanlığı türbe ziyaretlerinde ziyaretçileri uyarmak için 12 maddelik "Türbe Adabını" yazar. Aynı maddelere MEB "Ölmüşler başta olmak üzere Allah dışında kimsenin önüne secdeye kapanılmaz" şeklinde bir 13.madde ekleyerek bu uyarı levhasını Atatürk büst ve posterlerinin olduğu yere koydurmalı. Yoksa giderekten içinden çıkılmaz bir yola doğru gidiyoruz.

***16/11/2019 tarihinde Barbaros Ulu adıyla Pusula haber gazetesinde yayımlanmıştır.

11 Kasım 2019 Pazartesi

"Bizden Değil" ***

Eskiden dindar ve mütedeyyin insanlar değişik gruplar içerisinde yer alsa da ufak tefek ayrılıkların dışında yeknesak görünürdü. Bir, iki grup dışında birlikte hareket ederler, ortak basın toplantısı düzenlerlerdi. Allah'ımız, kitabımız, kıblemiz bir idi ne de olsa. Aynı peygamberin ümmetiydik. Birbirimizi kardeş bilir, sıkıntılı anlarda birbirimizle kenetlenirdik. 

Cemaat ve grupların hemen hemen hepsi, devlet nezdinde vebalı idi. Devlet onlara, onlar da devlete soğuk idi. Devleti yöneten hükümetler ve kurumlar mütedeyyin insanlara mesafeli idi. Hepsi sıkı bir denetimden geçirilirdi. Devlet adına iş yapanların dağıttığı avantadan faydalanan yok gibiydi. Kadrolaşma nedir bilmezlerdi. Bireysel başarısı ile bir yere gelenler ise kendilerini gizleme gereği hissederlerdi. Tek dertleri: Çocuklarımız okullarında kılık kıyafetiyle okuyabilsin, katsayı mağduriyeti kalksın, devletten üvey evlat muamelesi görmeyelim, mürteci ilan edilmeyelim, çocuklarımız değerlerimize uygun yetişsin, ülkede adalet hâkim olsun, haksızlıklar olmasın vs idi.

Gel zaman git zaman dindar ve mütedeyyin insanlar iktidar, güç, koltuk ve para imkanlarına kavuştu. Sınanacaklardı artık. Sınanıyorlar halihazırda. İmtihanı geçip geçmeyeceklerini Allah bilir ama görüntü pek iç açıcı değil. Grup ve cemaatlerin çoğu, daha önce devlet tarafından korunan ve deşifre olan cemaat görünümlü yapıdan boşalan yerleri kapmaca oynuyorlar bugün. Çoğu nereye, ne kadar kendilerinden olanı yerleştirebilirse kâr mantığı güdüyor. Ortaya çıkan mirası paylaşma derdindeler. Göz diktikleri yerde diğer cemaat veya gruplara ait birisi varsa "Bizden değil" deyip boşalttırmanın yollarına bakıyorlar. Kitabımızın ve kıblemizin bir olması bir şey ifade etmiyor. Hatta engel. Çünkü "bizden değil" düşüncesi hâkim. Göz diktiğimiz koltuktaki insanı alaşağı etmek de zor değil. O kişi hakkında "O FETÖ'cü demek yeterli. FETÖ'cü değilse bile "FETÖ ile yeterince mücadele etmedi, pasif kaldı, onları koruyup kolladı" denmesi yıpratmak için yeterli. Bilirler ki yıpranan kişiye yol görünür ve kendilerine kapı açılır.

Sonuç olarak koltuk, makam, güç ile sınanan dindar ve mütedeyyin insanlar güç zehirlenmesi yaşıyor. Hemen hemen hepsi su akarken testilerini doldurmakla meşguller. Hak, hukuk yanımıza yaklaşamaz artık. Mücadelemiz başkasıyla değil, kendimizle. Yani kitabı bir, kıblesi bir olanlarla. Çünkü "Bizden değiller." Onun bulunduğu yere ve diğer yerlere bizim tedrisimizde yetişenler daha layık. Bu görüntümüzle cemaat ve grup aidiyetimizi İslam kardeşliğinin önüne geçirdik. Yani İslam kardeşliği elimizde güç, kuvvet ve imkân yok iken sığındığımız bir şemsiye imiş. Dürüstlüğümüz elimizde gücün olmamasıymış.

Güç ve imkân bizim zaafımızı ortaya çıkardı. Rabbü'l alemin böyledir. Herkesi zayıf yönüyle sınar. Hz Âdem’i de zayıf noktası ölüm ile imtihan etmişti. O da kaybeden oldu. Ama Hz Âdem, yaptığı hataya hiçbir gerekçe üretmeden tövbe yolunu seçti, hatasında ısrarcı olmadı ve sonunda Allah'ın ilk seçilmişi ile şereflendi. Bizim için de zaman geçmiş değil. Yaptıklarımıza hiçbir mazeret bulmadan nedamet duyarak yapacaklarımızdan vazgeçmek suretiyle samimiyetimizi gösterebiliriz.

***14/11/2019 tarihinde Barbaros Ulu adıyla Pusula haber gazetesinde yayımlanmıştır.

Mevlid'i Nebi ve 10 Kasım'ın Ardından *

8 Kasım'da Mevlid'i Nebi adıyla Hz Muhammed'in doğumu değişik etkinliklerle cami ve salonlarda anıldı. Hemen iki gün sonrası 10 Kasım'da da ölüm yıldönümü dolayısıyla Atatürk, okul bahçelerinde ve şehirlerin meydanlarında anıldı. 

Niyetim Hz Muhammed ile Atatürk'ü karşılaştırmak değil. Zira ayrı kulvarların insanı her ikisi de. Biri Allah tarafından peygamber olarak görevlendirilmiş ve İslam'ı yaymış, diğeri de Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusudur. Her ikisini de bir arada almamın nedeni düzenlenen anma programları üzerinedir.

Oldum olası anma programlarına sıcak bakmadım. Bu durum Hz Muhammed için de Atatürk için de geçerlidir. Kim olursa olsun, ne yaparsa yapsın ölünce cenazeye karşı görevler layıkıyla yerine getirilir. Ölüm taze olduğu için zaman zaman hatırlanır ve hayırla yad edilir. Ötesi abartma, dayatma, mevzuatın arkasına sığınma olur. Aynı durum doğumlar için de geçerlidir. Vefat etmiş kişilerin doğum gününü kutluyoruz. Bunlardan birisi de Hz Muhammed'in doğum günü. Fatımilerle birlikte anılmaya başlanmış, günümüze kadar gelmiş.

Dine ve ülkeye hizmeti geçmiş insanlar elbette unutulmaz. Unutmamamız lazım. Bize yol gösterecek söz ve eylemlerini hatırda tutmamız lazım. Fakat belirli gün ve haftalar kapsamına alınınca anmak mecburi hale geliyor. Haydi andık diyelim. Anmalarımız önceki yıl anmalarının küçük bir kopyası. Anmaları niçin yapıyoruz? Andığımız kişileri anlamak, onlar gibi olmak, onları örnek almak, onların yolundan gitmek için yapılır. Peki biz andığımız kişileri anlayabildik mi? Haydi anladık. Onlar gibi olabildik mi? Peygamberimizin vefatının ardından 1448 yıl, Atatürk'ün vefatının ardından 81 yıl geçmiş...çok anlayabildiğimizi ve onların yolundan gittiğimizi söyleyemem. 10 Kasım törenleriyle geldiğimiz nokta, küçücük çocukların Atatürk posterleri önünde secdeye kapandırılmasına kadar vardırıldı iş.

Bu ülkede hem Hz Muhammed hem de Atatürk ekseriyet tarafından sevilip sayılmaktadır. Kimsenin bu iki şahsiyeti unuttuğu yok. Çünkü her ikisi de tarih sahnesinde başarılı olmuş iki şahsiyettir. Sevmeyeni yok mu? Vardır elbet. Bugüne kadar seven sevmiş, sevmeyen sevmemiş. Tören düzenlemekle, program yapmakla bu  iki şahsiyeti, sevmeyenlere de sevdireceğiz düşüncesi varsa tören ve programla kimse sevdirilemez. Program yapılacak ve tören düzenlenecek ise de gönüllülük esasına dayalı olması lazım. Trafiği aksatacak şekilde yolları kapatmanın, katılım listesi oluşturmanın, katılmayan veya katılamayana inceleme ve soruşturma başlatmanın, tören ve program organizasyonunu yapanın gözden kaçan hata ve yanlışlarının deve yapılmasını doğru bulmuyorum. Hele küçücük çocukların diz çöktürülüp Atatürk posterinin önünde secde ettirilmesinin hiç makul bir izahı olamaz. Herhalde önünde secde edilmesini Atatürk görmüş olsaydı bu işe ön ayak olanları yerin dibine sokar ve “Sizin Atatürkçülükten anladığınız bu ise ben Atatürkçü falan değilim” derdi. Yine düzenlenen her türlü programlara katılımda, mahalle baskısını andırır bir tavır içine girilmesini doğru bulmuyorum.

Merak ettiğim, gelip geçmiş önemli şahsiyetler için niçin günü beklenir? Onları anlamak için illaki güne gün, saati saatine anma programı düzenlemek gerekmez. Hz Muhammed, Atatürk veya başkaları, anılmaya devam edilecek ise bunun yolu, bu tür anmaları doğal akışına bırakmalı. Salon programları şeklinde düzenlenmeli. Programa konuşmacı olarak işin uzmanları davet edilmeli. Tarihi, önemli şahsiyetlerle ilgili hala anlaşılmayan, kapalı yönleri varsa o yönleri vuzuha kavuşturulmalı.

*16/11/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

9 Kasım 2019 Cumartesi

Seyircilikte Üstümüze Yoktur ***

"Ülkenin birinde oynanan bir tiyatro oyununda rol gereği bir oyuncu, oyunda rol alan diğer arkadaşını kurusıkı tabancayla öldürmesi gerekiyor. Fakat arkadaşı gerçek silah kullanır, adam can havliyle bağırır ve acıyla yere yıkılır. Ölüyorum diye seyirciden yardım ister. Adam yerde kıvranıyor, bağırıp çağırıyor; öldüm, bittim diyor. Ama nafile…Çünkü seyirciden yardım istedikçe 'Oh! Ne güzel rol yapıyor' diye seyirci, durmadan alkışlıyor, sonra ayağa kalkıp alkışlıyor ve sonunda adam, sahnede iken ölüyor."

Bu olay gerçekten olmuş mu, olmamış mı bilmiyorum. Sonuçta gerçekleşmiş olmasa da hikayedir. Hikaye, kıssa ve fıkralar hisse alınsın diye yazılıp çizilir ve yeri geldiğinde anlatılır.

Bu hikaye, günümüz çoğunluğuna tıpa tıp uyuyor. Zira çoğumuz olaylar karşısında ya sessiz kalıyoruz ya olayın mağdurunu görmezden gelip yok kabul ediyoruz ya da yangına körükle giderek mağdurun mağdurluğuna inanmıyoruz. Takiyye yapıyor, az bile yapılıyor buna diyoruz ya da kişi ya da kişilerin mağdur olduğuna inansak bile o kişinin elinden tutmuyor ve aynı karede görünmek istemiyoruz. Niye yapıyoruz bunu? Çünkü mağdur diye bildiğimiz kişinin elinden tutmaya kalkarsak o kişiyi koruyormuş ithamıyla karşı karşıya kalabiliriz. Ne olur ne olmaz deyip uzak durmayı yeğliyoruz. Bu, tamamen tiyatrodaki oyuncunun ölürken alkış tutan tiyatro seyircisinin durumuna benziyor. Yandım, öldüm, bittim demesi, insanları yardıma çağırması, yere yığılıp kalkamaması, vücudundan kan akması bir şey ifade etmiyor. Oyuncu inandırıcı olacak ki seyirciyi eğlendirebilsin.

Gerçi günümüzde sap ile saman öyle karıştırılıyor ki ayırt etmek mümkün değil. Dezenformasyon o kadar fazla ki suçlu dışarıda, masum içeride olabiliyor ya da tersi. Suçlu dediğimiz insan yıllar sonra aklanabiliyor. Bir zaman sonra tüm bildiklerimiz ters yüz olabiliyor. Çünkü algılarla yaşıyor ve yaşatılıyoruz. Senaristler bir olaya nasıl bakmamız gerektiğinin de senaryosunu hazırlıyorlar. Bu gibi durumlarda insanlar acaba bu olayı şu şekilde de değerlendirebilir miyiz diyemiyor. Kim demeye kalkarsa olaylara seyirci büyük kesim tarafından tu kaka ediliyor. Çünkü bize dayatılan bakış açısı dışında düşünemezsin. Bizden istenen bu değil zira. Sonra düşünmek ne haddimize bizim. Onlar bizim adımıza düşünüp hazır yemek şeklinde bize servis etmişler. Yersen...ister beğen ister beğenme. Önümüze konan bu yemeği beğenmiyorsan bile beğenmiş görünmek zorundasın. Ya bu yemeği yiyeceksin ya bu yemeği yiyeceksin. Yoksa suçu ve suçluyu koruyup kollamakla hatta onlardan olmakla itham edilirsin. 

Hasılı seyirciliğin hakim olduğu bir dönemi yaşıyoruz. Hatta bazen seyirciliğin de ötesine geçip yangına körükle gidiyoruz.

***12/11/2019 tarihinde Barbaros Ulu adıyla Pusula haber gazetesinde yayımlanmıştır.

8 Kasım 2019 Cuma

"Sen Hala Orada mısın?" *


Sabah erkenden mahallemdeki semt pazarına gittim. Esnafın kimisi satacağı ürünü tezgâha istifleme işini bitirmiş, kimi de yeni yeni tezgâhını düzenlemekle meşguldü. Az sayıda alışveriş için gelmiş müşteri de tezgâhları dolaşıyordu. 

Aynı ürünü satan, emsallerine göre daha pahalı veren, ama düzgün mal sattığına inandığım her zamanki esnafın tezgâhının önünde durdum. Arka taraftan kardeşi, müşterilerin isteğini yerine getirirken ağabeyi de tezgâhın önüne malın iyisini dizmeye çalışıyordu. Benimle ilgilenmelerini beklerken ön tarafta albeni istif işini yapan ağabey ile bir müşterinin konuşmalarına şahit oldum. 
—Öne iyilerini koyup arkadan kötülerini vermek haramdır dedi müşteri. Esnafın sözü manidar mı manidardı.
—Sen hala orada mısın? Dünyanın her yerinde bu böyledir. Alacağını tarttıktan sonra poşetin ağzını bağlayanlardan değiliz. İnsanın olduğu gibi her malın iyisi de var, kötüsü de. Elbette tezgâhın arka tarafından vereceğiz, dedi.

Sabah sabah şahit olduğum bu diyalog moralimi bozdu. Ne hale gelmişiz dedim kendi kendime. Biliyorum pazarcılık yapmak, müşteriye malını beğendirmek zordur. Düzgün mal tartıp vermek de zordur. Çünkü çoğu pazarcı esnafı, ürününü seçtirmeden iyi-kötü olacak şekilde karıştırıp veriyor. Biz buna alıştık. Poşetin içine konan ürünün içinde ne kadar az kötü varsa kendimizi bahtiyar hissederiz. Garibime giden, müşterinin öne iyilerini koyup arkadan kötülerini vermek haramdır demesine, esnafın "Sen hala orada mısın" cevabıdır. Bu cevap karşısında esnafın haram olduğunu bile bile malının kötü olanını vermesinden geçtim. Varsın versin. "Haram olsa da maalesef yapıyoruz. Çünkü piyasa ile rekabetten geri kalmamak için böyle yapmak zorundayız. Aslında doğru değil yaptığımız. Sonra bize de mal böyle veriliyor." dese veya sessiz kalsa kimsenin tasvip etmediği suç yaygınlaşmış, bu esnaf da içine sinmediği halde mecbur kalmış diyeceğim. "Sen hala orada mısın" suçlaması, tamamen suç bastırma refleksidir. Geç haramı, şimdi haram zamanı mı? Bu, bayatladı artık demektir. Bereket, sen ne diyorsun, nasıl böyle bir şey söyleyebiliyorsun diye müşterinin üzerine yürünmedi. Birbirlerine kızıp bağırmadan mendi bir şekilde konuşuyorlardı.

Görüyorum ki suç alenileşip yaygınlaşmış, özümsenmiş, "Sen hala orada mısın" sözüyle haram hafife alınır ve haramı ağzına alan ayıplanır olmuş. Haramı hiçe sayan bu esnaf, üzerine farz olan cuma namazını kılmak için öğle vakti cumaya gelecek. Zira görüyorum her cuma. Ben hem harama geçit veririm hem de helâli/farzı yerine getiririm demektir bu. Bir elde Kur'an, diğer elde kadeh durumu. 

Burada haramı hafife alan pazarcıyı eleştiriyorum ama tek başına suç pazarcıda değil. Bu ürün yerinden pazar veya hale, kasanın altındaki ürünün kalitesi ile üstüne konan ürünün kalitesi farklı istiflenmiş şekilde geliyor. Aynı yöntemi pazarcı da kullanıyor. Kasanın üstündeki ürünü tezgâhın önüne, altındaki ürünü de arka tarafa yığıyor. Bu durumda ne yapılabilir? Bence yapılması gereken bir kasadan çıkan ürün için üç bölüm ayarlanır. Ürün; büyük, orta ve küçük şeklinde sınıflandırılır. Kasadan çıkan ürün ilgili bölüme konarak her birine ayrı bir fiyat belirlenebilir. Her ürünün, her fiyatın bir müşterisi vardır.

* 13/11/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.