23 Ağustos 2019 Cuma

Kadına Şiddet Sorunu *

Gün geçmiyor ki ülke; kadına şiddet, kadına taciz, eşi tarafından öldürülen kadın olayıyla sarsılmasın. Her vukuatta Aile Sosyal Politikalar Bakanlığı olaya el koyar, vatandaş sosyal medyadan tepkisini dile getirir, siyasiler sert açıklamalarda bulunur. Birkaç gün tepkiler sıcaklığını korur, olay tam soğumaya yüz yuttuğu zaman bir başka kadın cinayeti patlak verir.

Durum aynen böyle değil mi? Tam bir kısır döngü yaşıyoruz. Ne tedbir alırsak alalım, ne tepki gösterirsek gösterelim kadınların maruz kaldığı bildik sahneler artarak tekrarlanıyor. Çünkü kumaşımız bu.

Bir diğer konu, sürüp gitmekte olan bu sorunun adını "Kadına şiddet" diyerek yanlış koyuyoruz. Sorun kadına şiddet sorunu değil, güçlü olanın güçsüze güç gösterisinden ibarettir. Bu ülkede kimin gücü kime yetiyorsa o; şiddetin, cinayetin, tecavüzün nesnesidir. Koca karısını, ana çocuğunu, trafik magandası suyunu bulandıranı, öğretmen öğrencisini, öğrenci öğretmen ve idarecisini, veli çocuğunun  öğretmenini, komşu komşusunu, çoğumuzun kedi ve köpeğe muamelesini gözünüzün önüne bir getirin. Bana hak vereceksiniz. Biz buyuz. Sayıları ne kadar bilmem ama bu ülkede karısından dayak yiyen erkekler de var. Sadece erkekliğe halel getirmeyeyim diye içine atıyor, şikayet konusu etmiyor, o kadar...

Hasılı şiddet toplumuyuz. Öyle bir toplumuz ki şiddeti çözmeye giderken bile şiddet uygularız. Çoğumuz küçüklükte şiddetle yoğrulduk. Büyüyüp güç-kuvvete ulaşınca bilinçaltına yerleşen şiddet nefretini başkasının sırtında uyguluyoruz. Niyetim bu durumu savunmak ve masum göstermek değil. Şiddet ve dayak en masum halimiz. Daha içimizde gün görmedik, daha uygulamaya koymadığımız ne fikirlerimiz var: Öldürmek, kurşun yağmuruna tutmak, boğazını kesmek, çoluk-çocuk demeden hepsini öldürmek gibi cinnet hallerimiz de var. Şimdilik lokal olsa da bunlar da artacak.

Neden böyleyiz derseniz? Biz medenice konuşamayız, konuşmayı acizlik görürüz. Kazara konuşmaya başlasak bile birkaç cümlede sesimiz yükselir. Bu demektir ki kafamın tasını arttırma, beş kardeş geliyor demektir. Hoş konuşmayı denesek bile beceremeyiz. Çünkü kendimizi anlatacak ve karşı tarafı anlayacak kelime hazinesine sahip değiliz. Bildiğimiz kelimeler; vur, kır, öldür gibi az sayıdaki sözcükten ibarettir.

Kadına şiddeti önlemenin bir yolu, evlenirken gösterdiğimiz alakayı ayrılırken nefrete dönüştürmemektir. Evlenmeyi doğal gördüğümüz kadar geçim olmadığı takdirde boşanmayı da doğal görmektir. Ne evlenmek mutluluğun/dünyanın başıdır ne de boşanmak mutsuzluğun/dünyanın sonudur. Olmuyorsa medenice ayrılmaktır. Herkes yoluna gitmelidir. Bu meseleyi hayat-memat meselesi olarak görmemek lazım. Yollar ayrıldıktan sonra birlikte yaşanılan günlerin hatırına, birbirinin aleyhinde konuşmamaktır. Kendilerini yanlış tercih olarak görüp doğru tercihlere yönelmektir.

Aslında eşler arasında şiddeti kökten çözmenin yolu, evlenirken tarafların birbirine açık oynamalarıdır. Adaylar birbirleriyle sadece kaporta, soy-sop ve meslek yönüyle değil, iç dünyasıyla da evlenmelidir. Birbirlerini beğendikten sonra kimin ajandasında hangi yönü varsa ortaya dökülmeli. Olaylar karşısında nasıl tavır takınacakları dahi konuşulmalı. Bu şekil birbirlerini beğenirlerse yollarını birleştirmeliler. Evlendikten sonra ortaya çıkacak yeni huylar ile eşler şok yaşamamalılar. İnanın böyle davranmak yani evlenmeden önce açık oynamak sonradan ortaya çıkacak birçok sorunu çözer. Ama biz kötü yönlerimizi gizlemeyi çok severiz.

*26/08/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

Faiz Denince Ürperiyor, Kredi Denince İştahım Kabarıyor *

Biri veya herhangi bir banka "Gel sana faizle borç vereyim" dese adamı veya bankayı düşman beller, ağzıma geleni söyler. Allah faize haram derken, benim bu konudaki hassasiyetim belli iken sen nasıl olur da bana faizden bahsedersin, derim. Ama aynı kişi veya banka bana "Krediler düştü, çok uygun. Gel sana kredi vereyim, kefilsiz-senetsiz ve beklemeden şu kadar çekebilirsin, on yıl boyunca zorlanmadan aylık bu kadar ödersin" dese tepki göstermediğim gibi demek ki bankada kredim varmış der, biraz ürksem de bir sevinirim, sormayın gitsin. Ardından "Bu kadar çeksem, buna bir ev alsam, aylık ödediğim kiradan kurtulur ve kira öder gibi bir zaman sonra ev sahibi olurum. Bu devirde kim, kime bu şekil borç verir, baba oğluna bile vermez" diye düşünürüm.

Aslında faiz, nema, riba, kredi dediğimiz şeylerin adları farklı farklı olsa da hepsi aynı işlemdir. Yani faizdir. Düpedüz faiz olan bu işi sürekli borçlanarak devlet yapıyor, yani benim adıma devlet borçlanıyor, işletmelerin çoğu yapıyor. Vatandaşın epey bir kısmı araç, konut, tüketici kredisi adı altında fırsatını buldu mu çekiyor. 

Piyasayı hareketlendirmek ve inşaat sektörünü canlandırmak amacıyla kamu bankaları faiz oranlarını cazip bir orana çekti. Bazı özel bankalar da bu kervana katıldı. Konut alacaklar açıklanan bu faiz oranlarını uygun görmüş olmalı ki kredi çekmek için bankaların kapısını aşındırmaya başladılar.

Faizle ilgili durum bu ve vatandaş bununla ilgili hesap-kitap yapar iken 23 Ağustos Cuma gününün hutbesi faiz üzerineydi. Hiç kredi isminden bahsetmedi ama faizin cahiliye âdeti olan bir haram olduğuna, peygamberimizin ayakları altına aldığına işaret etti. Hutbelerde niçin faizden bahsedilmiyor, hep hükümetin emrinde diye Diyanet'e eleştiri getirenlere duyurulur. Diyanet, konut kredilerinin teşvik edildiği bir aşamada hutbede faiz konusunu ele alarak duruşunu gösterdi. Bu açıdan Diyanet'i tebrik etmek lazım.

Şimdi gelelim bana, sana, ona, bize... Biz de faizle, krediyle işimiz olmaz, Allah bugüne kadar düşürmedi, inşallah bundan sonra da düşürmez diye sevine duralım. Sevinelim ama elimizin değmediği ve çekmekten kaçındığımız faiz veya kredinin faturası bize çıkıyor. Yani dolaylı yoldan biz ödüyoruz. Devlet likidite ihtiyacını karşılamak için faizle borç alıyor, tüm milletin sırtına yüklüyor, vadesi geldiği zaman "Sana hizmet yapacağım" diye aldığı verginin bir kısmını faiz ödemesine yatırıyor. Esnaf veya işletme, üretim yapmak için kredi çekiyor. Mamulü piyasaya sürerken ödeyeceği vergi ve faizin maliyetini de gidere dahil ediyor. Bu durumda faizi kim ödüyor? İşletme kazandığı kardan mı ödüyor yoksa bizden mi? Herhalde üretilen malı alanların sırtına yüklese gerek. Müteahhit kredi çekip ev yapıyorsa herhalde maliyetlere kredi ödemesini de ekliyor olmalı.

Hasılı vatandaşın bir kısmı faiz illetine bulaşmasa bile ödemesinde faize dolaylı olarak müdahil oluyor. Çünkü dayatılan ekonomi çarkı böyle dönüyor. "Hiç faiz yemiyorum diyenler tozundan nasiplenecek" denilen bu olsa gerek. Biz dünyaya faizsiz bir ekonomi modeli sunamadığımız müddetçe kökü ta Cahiliye Dönemine uzanan bu çark, maalesef bu şekilde "hayatın bir gerçeği" olarak piyasaları etkilemeye devam edecek.

*06/09/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

22 Ağustos 2019 Perşembe

Kişilere Adanmış Ömürler ***

Hepimizin bildiği bir söz ile başlayacağım yazıma: "Büyük kafalar fikirleri, orta kafalar olayları, küçük kafalar kişileri tartışır." Bu sözün doğruluğunu herhalde kabul etmeyeniniz yoktur. Bu söze inanırız ama çoğu zaman uygulamaya koymayız. Çünkü hayatın içinde cereyan eden olaylara kendimizi o kadar kaptırırız ki nereye girdiğimizi, ne yaptığımızı kendimiz bile bilemeyiz. 

Sebebi nedir bilmiyorum ama çoğumuz büyük kafa olmayı değil, kişileri tartışır dururuz. Bu durum tevazuumuzdan mıdır yoksa büyük adam, büyük kafa olacak kapasitemiz olmadığından mıdır? Kendimiz olacağımız yerde sürü psikolojisi ile hareket ediyor, algılarla yaşıyoruz. Kendi aklımıza güvenmeyerek başkalarının dolduruşuyla kendimizi bir yere veya kişiye ait hissetmeye çalışıyoruz. Kendimizin kişi veya kişileri savunan ya da kişi veya kişilere saldıran bireyler olarak görüntü vermesinden de rahatsız olmuyoruz.

Kişileri savunma veya kötülemeye adadığımız ömrümüzü, uğruna inandığımız prensiplere harcasak fena mı olur? Şayet savunduğumuz fikir, düşünce ve ideallerin uzun ömürlü olmasını istiyorsak; kişilere gösterdiğimiz sevgi ve nefretin onda birini, inandığımız prensiplerimize göstersek, prensipler çerçevesinde hareket etsek, başarı/başarısızlığı kişilere bağlamasak, bu alanda bir kültür oluştursak hiç de fena olmaz. Çünkü bu yol, bir ideal uğruna bizi yaşatır, inandığımız değerleri yarınlara taşır. Kişilere sevgi ve nefret duyarak gösterdiğimiz bağlılık kişi ile sınırlıdır. Kişi öldü mü orta yerde kalakalırız veya sevdiğimiz kişi hata veya yanlışlar yapmaya başlarsa kendimizi kandırılmış hisseder, hayal kırıklığına uğrarız. 

Şunu unutmayalım ki hiçbir dava, ideoloji, fikir kişiler üzerine yürümez. Kişiler üstüdür bunlar. Bugün sevgi gösterdiğimiz kişiler, davayı menzile götürmeye çalışan birer aktördür. O olmasa, bir başkası bayrağı devralır, bayrağı tepeye dikmeye çalışır. Bu davanın en altında yer alanla en üstünde yer alan arasında bir fark yoktur. Herkes o dava için çalışır. Bu şekil davranılırsa herkes davanın hizmetkârı olur. Ama kişileri davanın önüne çıkarırsak yaptığımız, dava mücadelesinden ziyade kişi mücadelesi haline döner. Unutmayalım ki kişiler gelip geçicidir, kimse vazgeçilmez değildir. 

Prensipleri değil de kişileri prensiplerin önüne geçirmek ve sensiz olmaz demek o kişiye de yapılan en büyük kötülüktür. Çünkü normalinden fazla gösterilen sevgi, kişileri güç zehirlenmesine götürebilir. Çünkü var bende bir şey demeye başlar.

Gelin bir seçim yapalım. Kişileri tartışarak küçük adamlar olarak mı kalmaya devam edeceğiz yoksa olayları tartışarak orta adam mı olacağız ya da prensipleri tartışarak büyük adam mı olacağız? Karar bizim...

***18/04/2020 tarihinde Barbaros Ulu adıyla Pusula haber gazetesinde yayımlanmıştır.

Taifliler ve Kürtler

Adına ister Güneydoğu ister Kürt sorunu diyelim, ülkemizin Güneydoğusu bizi yıllardır uğraştırıyor. İhmal ettiğimiz, yönetmek için birilerine ihale ettiğimiz Güneydoğuyu PKK, parsellemiş durumda. Tabiat boşluk kabul etmez. Nereyi boşaltır, ihmal edersen orasını birileri doldurur.

Önceleri vur-kaç taktiğiyle dağda yuvalanan terör örgütü bitti bitiyor derken daha da büyüdüğü görülüyor. Dağ kadrosu var, şehir kadrosu var, arkalarında maddi ve manevi destek sağlayan emperyalist devletler var. 

Dağdan inip ovada siyaset yapmaya başladıkları ilk zamanlarda az sayıdaki sempatizanlarının yanında kırsaldaki halkı da sindirerek bir taban oluşturmaya çalıştılar. Bunda da başarılı oldukları görülüyor. Bugün korkuya dayalı olmadan bölgedeki halkın çoğunun oyunu almayı da başardılar. Güneydoğuda bir taban oluşturduktan sonra Batıya göç edip yerleşmiş, iş-güç sahibi olmuş Kürtlerin de oylarını alabiliyorlar artık. Önceleri sadece Güneydoğuya hapsolmuş lokal bir bölge partisi, yeni sistemle birlikte kilit parti durumuna geldi. Artık Kürtleri hesaba katmayan ve yanlarına çekemeyen hiçbir siyasi partinin tek başına çoğunluğu sağlayamayacağı ortaya çıktı. İşin ilginci PKK ve onun siyasi uzantısı HDP yetkilileri Kürtlere yabancı Marksist, Leninist bir düşünce yapısına sahip olmasına rağmen dindar Kürtlerin bir kısmından da oy alabiliyor. Sanırım hepsi olmasa da Kürtlerin bir kısmı PKK veya HDP'yi haklarını savunan bir parti olarak görüyor.

Güneydoğu'da başlayan terör eylemleriyle birlikte devlet de üzerine düşen görevi yerine getirmeye çalıştı. Hizmeti önceledi, zaman zaman Kürtleri kucakladı. Teröristle Kürtler arasına mesafe koymaya çalıştı. Terörle mücadele ederken polisiye tedbirlere başvurdu. Her ne yaptıysa Güneydoğu'ya hakim olan yapının belini kıramadı, hatta yapı daha da büyüdü. Bu durum hep böyle mi devam edecek? Güneydoğu'nun yavaş yavaş elimizin altından kayıp gitmesine seyirci mi kalacağız? Dini hassasiyetleri yüksek olan Kürtlerin çoğunu, bu yapının elinden kurtarmanın mutlaka bir yolu olmalı. Ama ne?

Aklıma Taifliler geldi. Baştan beri Taif, peygamberimize kök söktürdü. Az uğraşmadı peygamberimiz Taif'le ya da Taif az uğraştırmadı peygamberimizi. En zor ve son İslam beldesi olan yerdir. Taifliler ne Müslüman olmuşlar ne de şehri teslim etmişlerdir. Zaman zaman peygambere karşı düşmanların safında yer almışlardır. Peygamber kendisine onca kötülük yapan bu şehri elde etmek ve onların da İslam'la şereflenmelerini sağlamak için soğukkanlılığı hiç elden bırakmamıştır, sağduyulu davranmıştır, zamana yayarak Taiflileri kazanmayı yeğlemiştir. Taifliler Müslüman olmak için heyet gönderdiklerinde şartlı Müslüman olma seçeneğini peygambere sunmuşlardır: 
1.Namaz ve zekattan muaf olursak,
2.Lat'a dokunulmaz ise,
3.Taif kutsal bölge ilan edilir ise,
4.İçki ve faize izin verilir ise gibi birçok şartlar ileri sürmüşler, kendileri için taviz istemişlerdir. 
Peygamberimiz şartların hepsini kabul etmemiş, onları ikna etmiş ama İslam'ın bir emri olmasına rağmen onları zekat ve sadakadan muaf tutmuştur. Taif'i de kutsal bölge ilan etmiştir. Farkındaysanız peygamber burada ödün vermiştir. Belki de peygamberin verdiği bu tavizler sonucunda Taifliler Müslümanlığı seçti, Taif İslam beldesi oldu. Zekattan muaf olmaları Hz Ömer zamanına kadar devam etti. Hz Ömer bu imtiyazı kaldırmıştır.

Burada Taif ile Güneydoğuyu veya Taifliler ile Kürtleri karşılaştırırken niyetim Kürtleri Müslüman yapmak değil. Kürtler zaten bizim yüzyıllardır beraber yaşadığımız, aynı inancı paylaştığımız din kardeşlerimizdir. Hatta çoğunun dini hassasiyeti ileri seviyededir. Bu ikisini karşılaştırmadaki niyetim her iki bölgenin ve bölge insanlarının yönetiminin zor olması. (Olaya inanç açısından bakmıyorum)  Bizim Güneydoğumuzun yönetimi de tıpkı Taif gibi zordur. Dış güçler bu bölgeden ellerini çekmedikleri müddetçe de bu zorluk artarak devam edecektir. 

Sadede gelirsem, bugün PKK ve HDP'yi muhatap almadan devlet, yetkili organlarıyla her bir Kürt'ün talepleri nedir? Bunları tespit etse, ardından Kürtlerin sevilen ve sayılan kişileriyle komisyon vasıtasıyla bir araya gelinse, masada tüm talepler tek tek gözden geçirilse, bölünmenin dışında makul istek ve taleplerin bir listesi tutulsa, bu liste çerçevesinde bir vatandaşlık sözleşmesi ortaya çıkarılsa nasıl olur? Yani tıpkı Taiflilere verilen bir kısım imtiyazlar Kürtlere de verilse diyorum. Biliyorum içimizden bazıları taviz, tavizi doğurur deyip bana kızacaktır. İnanın denemekle bir zarar görmeyiz. Kürtlerin tüm istekleri devlet nezdinde kabul görmese bile muhatap alıp samimiyet göstermek bile bizi bize yaklaştıracaktır. 

İşi Kurul ve Komisyonlara Havale Etmek

Bizim ülkemizde bir sorun ortaya çıktığında o sorunu çözmek için iş kurul ve komisyonlara havale edilir. Komisyon o meseleyi enine boyuna inceler, bilgi ve belge toplar, gerekirse tarafları dinler, teknik bir iş ise gerekirse bilirkişiye rapor hazırlatır. Ardından derleyip topladığı bilgilere kendi kanatlarını da ilave ederek nihai bir rapor hazırlarlar ve atamaya yetkili makama sunarlar. 

FETÖ ile mücadele etmek amacıyla her birimde kurulan komisyonlar, 2016 Temmuz'undan itibaren adlarını sıkça duyurmaktadırlar. İşleyiş itibariyle bu komisyonlar mahkemelerin üzerinde bir yetkiye sahipler. Yani mahkeme kararları kendilerini bağlamıyor. Kısaca bu komisyonlara kanaat komisyonları da diyebiliriz. Çünkü en az üç kişiden oluşan bu üyeler tamamen kanatlarına göre görüş bildirmektedirler. Kişi mahkemeden berat veya takipsizlik alsa, devlet gözünde suçlu ve tehlikeli görülmese bile komisyonlar kişiyi göreve başlatabildiği gibi başlatmayabiliyor veya görevden uzaklaştırabiliyor ya da ihraç edebiliyor. Kimse bunlara niçin böyle bir kanaat serdettiniz, niçin bu kişiyi göreve başlattınız veya başlatmadınız diyemez. Çünkü inisiyatif tamamen kendi uhdelerinde.

FETÖ ile mücadele edilmesin, bunun için komisyonlara gerek yok demek istemiyorum. Elbette eli kanlı bu sinsi örgütle mücadele edilecek. Bunun için komisyonlar da kurulacak. Fakat komisyonlarımız ellerindeki bu yetkiyi ekseriyetle kişinin lehinde kullanmıyor, yargılama sonucu onları bağlamıyor. Kişinin tehlikeli biri olmadığına kanaat getirseler bile "Biz bu kimseyi görevine başlatır veya görevine iade edersek FETÖ'cüleri korumuş oluruz ve bize de FETÖ'cü derler" endişesiyle kişiyi kazanma uğruna bir tasarrufta bulunmuyor. Bu durum asansörün yeni çıktığı dönemde vatandaşın asansöre binmesine yardımcı olsun diye görevlendirilen bir görevlinin, vatandaşa yardımcı olmamasına benzer. Kazara vatandaş kendiliğinden asansöre binmeye kalkarsa görevli "Hemşerim, ne yapıyorsun sen, biz burada eşek başı mıyız" deyip vatandaşı fırçalamasına ve asansöre bindirmemesine benzer. 

Komisyonlar, hakkında şüphe duyulan kişiyi inceledikten sonra göreve başlamasında sakınca görmediklerini hızlı bir şekilde görevine iade etmeli, sakınca gördükleri için gereği için rapor hazırlamalı. Temizlik komisyonu olarak çalışmamalı. Çünkü komisyonun görevi devleti korumaya almakla beraber kişiyi de korumak olmalıdır. Kişiyi yaşatırsak devlet de yaşar. Çalışmasını yaparken bu ülkenin 40-50 yılına mal olan bir toplumsal vakıayı gözardı etmemeli. Çünkü mağduriyetler arttıkça bu ülke sosyal barıştan biraz daha uzaklaşır. Komisyon zina suçu işleyip itiraf eden bir kadına ceza vermemek için her yolu deneyen Hz Muhammed'i örnek almalıdır. Yani öldürmeyi değil, yaşatmayı esas almalıdır.


Siyaset İlkeler Üzerine Yapılmalı

İçinde bulunduğum camianın yıllardır savunduğu bir fikri vardı: Sandıkla gelen sandıkla gider, sandığa saygı duyacaksınız, derdi. Buna karşılık karşı kesim, "Demokrasilerde her şey sandık değil" derdi. Şimdi görüyorum ki her iki kesim, değişmeyen tek şey değişimdir sözünü kendilerine referans almış görünüyorlar. 

Bizde boşu boşuna birimizin ak dediğine diğerimiz hep siyah der diye birbirimize kızıp durur, ah bir defa da asgari müştereklerde birleşseler der dururduk. Sağ olsunlar, serzenişimizi duymuş olmalılar ki her ne kadar aynı görüş etrafında birleşemeseler de birbirlerinin daha önceki görüşlerini emaneten de olsa almış oldular. Bence sevindirici bir durum bu, büyük bir aşama. Böyle böyle hepsinde olmasa bile asgari müştereklerde buluşacak gibiyiz. Sadece biraz daha bekleyeceğiz.

İşin esprisi bir tarafa. Ki bunun şakası bile hoş değil. Maalesef siyasetimizin ve insanımızın geldiği nokta bu. Pozisyona göre tavır almak dedikleri böyle bir şey olsa gerek. Halbuki siyaset prensipler üzerine yapılırsa o siyaset acı olsa da sonuçları itibariyle tatlıdır. Prensipler, yeri geldiği zaman kişinin elini kolunu bağlar ama bir dik duruştur, ilkeli davranıştır. Siyaseti de ilkelerimiz üzerine yapmalıyız diye düşünüyorum.

İlkeli davranmak her şeyden önce rakip ve muhataplarımıza güven verir. Bugün ne kadar da ihtiyacımız var bu güven ortamına.

Demokrasi demek, seçimle gelmek demek her istediğini yapmak demek değildir elbet. Seçilmişin seçenlerden bir farkı yoktur. Hatta seçmene göre seçilenlerin daha fazla sorumlulukları vardır. Yoğurdu üfleyerek yemeliler. Suç işleme gibi bir lüksleri yoktur. Devletin emanet ettiği koltuğu ve bütçesini istediği şekilde hoyratça kullanamazlar. Kullanmaya kalkarlarsa devletin yetkili organlarının elleri armut toplayacak değildir. Mutlaka gereğini ve gerekeni yapacaktır. Fakat devlet bu yetkilerini kullanırken toplumsal bölünme ve infiale sebebiyet vermemek ve toplumun bir kesiminin nefretini üzerine çekmemek için bu işi yargıya havale etmeli. Yargı hızlı bir şekilde kararını vererek sonucuna herkes katlanmalı. 

Bir diğer husus, özellikle belediyelerimizin imkanları geniş ve buralarda büyük paralar dönmektedir. Yerel başkanlıklar diyebileceğimiz belediyelerde kamu kaynaklarının harcanmasında özensiz davranıldığı bir gerçek. Bunun önüne geçmenin yolu da iyi bir denetimdir. Ülkemizin en büyük eksikliği denetimsizliktir. Denetim varsa da ya art niyetle yapılır ya üstü örtülür ya da minareyi çalan kılıfına uydurmuştur. Adil ve şeffaf denetim şart. Ucu kime dokunursa dokunsun.

Bir diğer husus, seçimle gelen bir başkan "Beni halk seçti, ben istediğimi yaparım" aymazlığı içerisine giremez. Belediye mevzuatında neyin, nasıl yapılacağı bellidir. Başkanlar yetkilerini kılıfına uydurarak kötüye kullanmamalıdırlar.  


21 Ağustos 2019 Çarşamba

Sosyal ve Siyasi Olaylara Bakışımız *


Sosyal ve siyasi olaylarda tek doğru yoktur. Doğruya giden onlarca yol olabilir. Kişilerin bakış açısına, yetişme tarzına, sırtında taşıdığı yumurta küfesine, taşıdığı hassasiyete, yaptığı göreve ve  olayların ne tür sonuçlar vereceği düşüncesine göre değişir. 

Kişi asker veya polis ise olayın çözümünü suçluyu yakalamaktan geçer diye düşünür. 
Kişi yargı mensubu ise fail hakim karşısına çıkarılarak cezalandırılmalı, der.
Siyasetçi ise bir olay karşısında, elimdeki yetkiyi kullanmazsam, olaylar iyice sarpa sararsa görevimi ihmal etmiş olurum, halk ve muhalefet beni eleştirir, diye düşünür.
İktidar sorumluluğu olmayan muhalif siyasetçiler, olaya daha demokrat ve eleştirel yaklaşırlar. Olaya anında müdahale edilirse de eleştirirler, gecikilse de. Çünkü işleri eleştirmektir onların.
Milliyetçi kesim, asla taviz verilmemeli, gereken yapılmalı, der.
Bazı kişilerde vardır ki meydana gelen olaya müdahale etmeyi sonuçları itibariyle değerlendirir. Olaya bu şekil yaklaşmak telafisi mümkün olmayan sonuçlara gebe olabilir, şeklinde düşünür.
Bir kesim daha var ki bu kesim iki ayrı kesimden oluşur. Ya savunur ya da eleştirir. Bu iki kesim olayı yapanla, olaya müdahale eden kesimi savunur. Olayı yapan kendilerinden ise haksızlık yapıldı, der. Olaya müdahale edenler kendilerinden ise iyi oldu, olması gereken budur, derler. Bu son kesimin kendilerine ait bir fikri yoktur. Sürü psikolojisiyle yaşarlar. Bir düşüncenin, bir siyasi görüşün fanatikleridirler. Bu tipler TBMM genel kurulunda parti grup başkan vekilinin, oylamada takındığı tavra göre hareket eden vekiller gibidirler. Kalabalık etseler de, sesleri çok çıksa da, moral bozsalar da irapta mahalleri yoktur.

Diğer kesimlerin olaylar karşısında takındıkları tavırların -doğru ya da yanlış- bakış açılarına göre bir mantığı vardır. Her birinin bakış açısında bir doğruluk payı olabilir ama parçalardan bir doğru çıkmayabilir. Yanılma ve yanlış yapma olasılığı fazladır. Bana göre olayları, ortaya çıkması muhtemel sonuçları itibariyle değerlendirenler sosyal ve siyasi vakaları daha doğru okuyanlardır. Kısa vadede doğru oldukları anlaşılmayıp tepkileri üzerlerine çekseler de uzun vadede doğru yolda oldukları anlaşılır. Çünkü bu bakış açısında perdenin gerisi gözetilir ve bir öngörüde bulunulur. Öngörüleri çıkmayabilir, endişeleri yersiz olabilir ama sosyal ve siyasi olaylarda izlenmesi gereken yol budur. Yani çok yönlü düşünmektir. Yangına körükle gitmemektir. Daha soğukkanlı ve sağduyulu hareket etmektir. Bu yön aynı zamanda halkı da germez.

Sosyal ve siyasi konularda kullanılan tasarruflar kişiler tarafından eleştirilebilir. Önemli olan eleştirilere tahammül etmek, gerektiğinde faydalanmak ya da kimseyi töhmet altında bırakmadan eleştirilere makul cevaplar vermektir. 

*04/03/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.