6 Mart 2019 Çarşamba

Kırmızı Olsun, Beş Fazla Olsun!


—Babacığım, buraya ne yapılıyor böyle?
—Yukarı çıkmasınlar diye kapı yaptırıyorum.
—Zaten kalabalık bir nüfusumuz var. Bırak biraz hava alsın çıkan.
—Çıkan hava almaya çıkmıyor ki...sağı solu karıştırıyor.
—Bu yaptığın öncelikli bir ihtiyaç mıydı? Hani para yok diyordun?
—Oğlum, bugünlerde biraz para geldi. Bunu harcamam lazım.
—Paradan haberim var. Ama biz o parayı toplarken dokuz doğurduk. Dilenci konumuna düştük neredeyse.
—İyi oğlum! Para gelince ben harcamadan edemem ki...
—O zaman daha ihtiyaç olan yerlere harcasaydın.
—Bu da bir ihtiyaç…
—Ooo! Bu ihtiyaca gelinceye kadar buraya yapılacak o kadar elzem şeyler var ki…
—Mesela?
—Mesela sen bizim eğitim, öğretim ve kırtasiye işini karşılamaktan acizsin. Para yok diyorsun. Halbuki önceliğin bu olması gerekmez miydi? Sen ise keyfi kapı yaptırıyorsun.
—Evet kırtasiye ihtiyaç. Ama siz işinizi bilirsiniz. Bu ihtiyacı gidermek için harçlığınızdan kesip ya cebinizden verirsiniz ya da üç-beş kuruş toplarsınız. Sonra üç senedir sorun oldu mu? Hepiniz  bana gelmeden paşa paşa bu işi hallediyorsunuz.
—Doğru. Hallediliyor. Ama sen gel, onu bize sor. Ha ne olurdu, demirciye vereceğin parayı bize verseydin...
—Öyle deme evlat. Demirci de Allah Allah diyor. Bugünlerde onların da işi kesat. O sektörü de koruyup kollamak lazım. Böylece bu ekonomik dar boğazda ekonomimiz canlanır.
—Senin görevin mi ekonomiyi canlandırmak. Sen devlet misin? Bırak bu işi devlet yapsın.
—Ben ne yaptığımı biliyorum. Bazı günlerde yukarı kimse çıkmayacak. Ben bunu öncelikli ihtiyaç gördüm. Çünkü rahatsız oluyorum bu durumdan.
—Madem rahatsız oluyorsun. Yukarıdan önce kendi kapının önüne yatırsaydın bu demir kapıyı. O zaman seni kimse rahatsız etmezdi. Hatta demir kapıdan ziyade kapının önüne kimse giremeyecek şekilde beton döktürseydin, çok rahat ederdin. Ne kimseyi görür moralin bozulurdu ne de hakkında konuşulanları duyardın. 
—Hay aklınla bin yaşa. Keşke seni daha önce dinleseymişim. Bu çok güzel bir öneri. Seneye toplanan parayla da kapımın önüne bir demir kapı yaptırayım.
—Sormuyorsun ki baba...iletişim yok, istişare yok, herkesin görüşünü almak yok. Yetki bende, ben ne istersem o olur diye düşünüyorsun.
—Dur oğlum! Şimdi bunların sırası değil. Şu dediğini bir not alayım: "Önümüzdeki sene toplanan para ile kapının önüne demir kapı yapılacak."
—Bu arada demir kapının rengi kırmızı. Hiç olmamış. Başka renk bulamadın mı?
—Bunu da mı beğenmedin? 
—Çok ciyak kaçmış.
—Oğlum, olan oldu artık. Ayrıca bu demir kapı boşa gitmez. Baktın paraya sıkıştın. Çıkarır hurda fiyatına satarsın. Çünkü demir her zaman para eder. Hele bunu bir de müşterisine satarsak iyi para eder.
—Kim alır bunu?
—Öyle deme evlat! Kürtler bayılır kırmızıya. Şu söz onlara ait: Kırmızı olsun, beş fazla olsun. İşte bu sözden dolayı kırmızıyı tercih ettim. Yani ileriyi düşündüm.
—Allah sana akıl, feraset versin baba!



İcraatın İçinden Programlar! ***


Akşam çayımı yudumlarken ne var, ne yok diye bazen belli başlı TV kanallarına göz gezdiririm. Bazı akşamlar siyasi parti liderlerinin konuk edildiğini görürüm. Parti liderine ya program sunucusu ya da birkaç gazeteci gündeme dair sorular soruyor. Siyasimiz de hiç zorlanmadan takır takır cevaplar veriyor. Bu tür programları baştan sona izlemesem de ne soruluyor, siyasimiz nasıl cevap veriyor der diye biraz oyalanırım. 

Sorulan soruları ve verilen cevapları görünce oyalanmaya gerek yok der, başka kanallara geçerim. Niçin derseniz soru ve cevaplar bana bayat geliyor. Programın bir danışıklı dövüş olduğunu seziyorum. Ekrana misafir olan memnun edilip gönderiliyor. Sanki icraatın içinden bir program sunuluyor. Parti liderinin sadece kendisini anlatmasına imkan veriliyor. Sorular onu zorlamıyor, terletmiyor. Bir sohbet havası hakim. Güle oynaya program yapılıyor. 

Ülkeyi yönetene veya ülkeyi yönetmeye talip olana sorulan sorular böyle olmamalı diye düşünüyorum. Çünkü sorular beylik sorular. Yani çalışılan yerden çıkıyor hep. Sorunun nereden çıkacağını bilen liderlerimiz de kendilerinden emin bir şekilde cevaplar veriyorlar. Gecenin ilerleyen saatine kadar devam eden bu tür programlar soran razı, sorulan razı bir şekilde sona eriyor. Ne diyelim, Allah muhabbetlerini artırsın.

Programı hazırlayan ve sunan; adına ister sunucu, ister gazeteci, ister moderatör diyelim amme adına hizmet yapmalı halbuki. Bir defa vatandaşın doğru bilgilendirilmesi gerekiyor. Sokakta vatandaşın dert edindiği meseleleri koltukta oturana sorabilmeli. Yeri geldiği zaman sunucu, misafiri ters köşeye yatırabilecek, zorlayabilecek sorularla terletmeli. Siyasinin verdiği cevaplardan bir çelişki bulduğu zaman gazeteci, anında yeni bir soru sorabilmeli.

Alın size bir örnek. Bir akşam bir parti lideri konuşuyor. Belediye başkan adaylarını nasıl belirlediği soruluyor kendisine. Parti liderimiz kendi adaylarını nasıl belirlediğini anlatacağı yerde rakibi gördüğü siyasi partinin belirlediği adayları anlatıyor. Önemli şehirlere oralı adaydan ziyade başka ilden kişilerin aday yapılmasını eleştiriyor. Kendi partisi aday belirlerken o ilin insanını aday yaptığını ballandıra ballandıra anlatıyor. Programı sunan da ağzı açık dinliyor. Bildiğim kadarıyla bu konuşan lider, Ankara'dan bir gazeteciyi İstanbul'un bir ilçesine paraşütle aday yaptı. Gazeteci ne o ilçeli ne de doğru dürüst o ilçeyi tanıyor. Burada kendisiyle çelişen bir durum yok mu? Var. Ama bu çelişkiyi aynı anda yakalayıp soracak gazeteci lazım. Sormazlar. Daha doğrusu soramazlar. Çünkü programın formatına ters. Varlıklarını inkar gibi bir şey bu. Zira yeni gazetecilik veya televizyonculukta çelişki bulmak yoktur. Geleni memnun edip göndermek vardır. Sorduğu sorularla ne şiş yanacak ne de kebap. Müşteri memnuniyeti dedikleri böyle bir şey olsa gerek.

Her şey değişiyor. Gazetecilik, televizyonculuk, moderatörlük değişmeyecek mi? Değişti maalesef. Programdan halkın memnun kalması önemli değil, önemli olan fincancı katırlarını ürkütmemek. Bu yeni gazeteciliğe birçok gazeteci çabuk uyum sağladı. Eskidenmiş siyasi analizler yapan, partileri eleştirebilen, halkın eli ayağı olan, bir siyasi lider gördüğü zaman özgürce sorusunu sorabilen, verilen cevaba "ikna olmadım" diyebilen gazeteci.

Ne diyelim? Bizi "Acaba ne soracak" diye saatlerce ekranda oyalayan bu tür gazeteciliği tebrik etmek lazım.

*** 26/03/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.




5 Mart 2019 Salı

Bir Başka Açıdan 28 Şubat


28 Şubat dindar-mütedeyyin insanlara yapıldı. Bu süreçte bu kesim mağdur edildi. Bu sürecin asıl hedefi dindarlar mıydı? Esas sorgulamamız gereken bu diye düşünüyorum.

Aslında 28 Şubat süreci, merkeze yürüyen taşranın önünün kesilmesi sürecidir. Devleti sürekli yönetmeye alışmış cumhuriyet elitlerinin, iktidarı yönetmeye ortak kabul etmek istememelerinin bir sonucudur. Bir an evvel başını ezelim ki ileride karşımıza daha güçlü bir şekilde çıkmasınlar. Düşünce bu. Çünkü taşralıya biçilen rol devleti yönetmesi değil, devletin alt kesiminde ara eleman olarak görev yapmasıdır. Çiftçilik yapacak, kapıcılık yapacak, sanayide çalışacak, meslek öğrenecek, işçi olacak, memur olacak. Daha ötesi olmaz. Siyasal ve hukuk okuması kabul edilemez. Çünkü okuma çıtasını yükseltirse yarın ülkeyi yönetmeye kalkar. Bu yüzden Anadolu insanının veya taşralının okuduğu okullara bir darbe vurmak, burada okuyan öğrencileri kaçırmak, bu okullara öğrenci akışının önünü kesmek gerekiyordu. Önce sekiz yıllık kesintisiz zorunlu eğitimle liselerin bünyesindeki orta kısımlar kapatıldı. Ardından katsayı uygulamasıyla meslek liselerinin içi boşaltıldı. Başını kapatarak okumak isteyenler okullara alınmadı.

Aslında 28 Şubat aktörleri, çok iyi düşünülmüş ve planlanmış bir uygulamayı yürürlüğe koydular. Çünkü merkeze yürümek isteyen taşralıların okuduğu ve başarılı olduğu okullar İHL'lerdi. Hileleri işe yaradı. İHL ve meslek liseleri kapatılmaktan beter edildi. Buradan kaçan çocuklar o zamanlar hizmet hareketi diye bilinen yapının kucağına düştü. Bu çocuklar bu yapının elinde istediği okullara gitti gitmesine. Ama beyin ve zihin olarak devşirildi. Taşralı özelliğini kaybetti.

Anadolu insanının merkeze yürümesinin önü sadece İHL'lerle kesilmedi. Aynı zamanda diğer meslek liseleri de bundan nasibini aldı. Çünkü diğer meslek liselerinin öğrencileri de tıpkı İHL'liler gibi taşralıdan oluşuyordu. Diğer meslek liseleri de kapatılmaktan beter yapıldı. Aslında iyi incelenirse İHL dışındaki diğer meslek liselerine yapılan, bu memleketin geleceğine vurulan en büyük darbedir. Çünkü bu okulların çökertilmesiyle çıraklık, kalfalık bitti, ara eleman yok oldu. Mesleklerin köküne kibrit suyu döküldü. Bugün ihtiyacımız olan meslekler son ustaların eliyle yürütülmekte. Onların emekli olması ve ölmesiyle bu meslekler yok olacak.  Çünkü çırak-kalfa-usta mektepleri yok artık. Bundan sonra bir şeyin yenisini alacağız, bozulunca atıp yenisini alacağız yeniden. Çünkü tamir eden ve tamirden anlayan olmayacak.

Gördüğünüz gibi durum vahim. Biz boşuna bin yıl devam edecek denilen 28 Şubat sona erdi, başta taşralılar var diye sevinmeyelim. Bu ülkenin geleceğini yok etmeye azmetmiş aktörler bugün aktif olarak işin başında olmasalar da uygulamaları aynen devam ediyor.  Üstelik onların niyetlerini hala anlayamamış olmalıyız ki meslekleri yok etmeye yemin etmiş bir sürecin, başlattığı 8 yıllık eğitimi12 yıla çıkardık. Hem de taşralıların eliyle yaptık bunu. Biz bir filden şikayetçi iken fil sayısı ikiye çıkarıldı.

28 Şubat devam ediyor mu ne?


4 Mart 2019 Pazartesi

Kendini Anlatmanın Yolu, Rakibini Kötülemek Değildir ***

Adamın biri işsiz kalır, araya araya bir yerde iş bulur. Kendisinden arazideki çamuru temizlemesi istenir. Adam kısa zamanda çok miktardaki çamuru atar. Patron bu duruma çok sevinir. Çünkü işçinin ilk günkü temposundan memnun kalmıştır.

Patron, ikinci gün işçinin önüne soyması için bir çuval patates koyar. İşçi, akşama kadar çuvalın yarısını bile soyamaz. Patron bu duruma şaşırır ve sorar: "Be kardeşim! Dün akşama kadar birkaç kişinin ancak atabileceği çamuru tek başına atarak bir zoru başardın. Bugün sana daha kolay bir iş verdim. Oturduğun yerden bir çuval patatesi soyamadın, bu ne iş" der. İşçi: "Efendim! Ben daha önce siyasetçiydim. Çamur atmayı çok iyi bilirim. Ne de olsa mesleğim. Ama patatesi soymak bana zor geldi" der.

Malumunuz yine bir seçim arifesindeyiz. Parti liderleri ve adaylar seçim çalışması için sahadalar. İsterdim ki adaylar veya parti liderleri sahada kendilerini ve yapacaklarını anlatsın. Maalesef varsa yoksa rakip gördüklerini kötülüyorlar. Rakiplerini neredeyse yerin dibine geçirecekler. Fıkrada olduğu gibi durmadan birbirlerine çamur atıyorlar. Doğru mu bu yaptıkları? Bence doğru değil. Sahada veya ekranda rakibi kötüleyerek seçim propagandası yapmak hiç etik ve doğru değildir.

Propaganda sürecinde olması gereken, şehrin eksikliklerini tespit etmek, bunları hangi kaynakla, nasıl çözeceğini açıklamak olmalıdır. Tüm bunları yaparken rakiplerine karşı centilmenliği elden bırakmamalıdır, saygıda kusur etmemelidir. Tüm mücadele, şehrin sorunlarını diğer rakiplerimden daha iyi nasıl yapabilirim üzerine olmalıdır. Yapamayacağı vaadi dillendirmemelidir. Üç-beş oy için birbirlerinin yüzüne bakamayacak sözleri söylememelidir. 

Açıkçası siyasilerimizden temiz siyaset yapmalarını istiyorum. Eski siyaset tarzı bırakılsın artık. Siyasetin bir fazilet ve erdem yarışı olmasını canı gönülden arzu ediyorum. Kazanan, siyasi partilerden ziyade ülke olsun, şehirlerimiz olsun. Çünkü bugüne kadar şehirlerimizi hep bir belediye başkanı yönetti. Hiçbir şehir başkansız kalmadı. Hep kazanan bir başkan oldu. Başkanlar kazanırken şehirler kaybetti. Çünkü beton yığını binalar, kaçak yapılar, trafik keşmekeşliği, alt yapı sorunları aynen devam ediyor ve borçlu olmayan belediye yok gibidir. Maalesef belediyelerimizde şeffaflık eksik. Doğru dürüst denetim yok. Başkanların öncelikleri ile şehrin öncelikleri aynı değil. Her gelenin yaptığı, yeni gelene yüklü bir borç bırakmaktır.

Hasılı şehirlerin sorunu çok. Hepsi sorunlarını çözecek şehru'l eminini bekliyor. Başkan adaylarından ve parti liderlerinden beklediğim şehre katacakları kalitelerini konuşturmalarıdır. Rakipler kötülenerek şehir yönetilmez. 

*** 23/03/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

Bir Tarım Politikamız Var mı? *

Lisede okurken yedi bölgemizin hangisinde hangi tarım ürünlerinin yetiştirildiğini öğrenirdik. Hocalarımız bize "Ülkemiz bir tarım ülkesi. Tarım ürünlerimiz kendimize yettiği gibi başka ülkelere de ihraç edebileceğimizi" söylerlerdi. Biz de teknoloji, enerji ve sanayide yeterli değiliz ama en azından tarım ve hayvancılığımız var, kendi kendimize yeteriz derdik. Halkın büyük bir kesimi de geçimini tarım ve hayvancılıkla sağlardı.

Günümüz ve son yıllara geldiğimizde, bir zamanlar tarım ve hayvancılık ülkesi olan ülkemin yetiştirdiği tahılın ülkemize yetmediği, çoğu ürünümüzü dışarıdan ithal ettiğimiz görülmektedir. İthal ettiğimiz bu ürünler ülkede yetiştirilmiyor mu? Her biri bu ülkede ekilip dikiliyor. Burada "Madem bu ülkede ekim dikim var. Buna rağmen dışarıdan niçin ithal ediyoruz diyebiliriz. Dışarıdan gelen ürün, bizim burada yetiştirdiğimiz üründen daha ucuza geliyor. Yani bizim ürünümüz daha pahalı. Garip bir durum değil mi?

Devlet tarım ve hayvancılığı kalkındırmak için her yıl destek veriyor, teşvik açıklıyor, para dağıtıyor, uygun kredi veriyor, çiftçinin kredilerini yapılandırıyor. Doğal afetler dolayısıyla ürünü zarar gören üreticinin zararını karşılıyor, borcunu erteliyor. Sonuç, sıfır elde var sıfır. Biz yine birçok ürünü ithal etmeye devam ediyoruz ve çiftçi de öldüm-bittim diye ağlıyor. Gerçekten bir gariplik yok mu ortada?

Açıklamalara bakılırsa çiftçilik ve hayvancılık yapana devlet durmadan destek veriyor. Çiftçi ise gübre bu kadar oldu, ilaç şu kadar oldu, tohum bu kadar oldu, mazot uçtu gitti; girdi maliyetleri arttı. Tabir yerindeyse "Hakı b.kunu kurtarmıyor" diyor.

Eskiden çoğu kişi geçimini tarım ve hayvancılıkla sağlarken şimdi kırsal kesimde fazla genç nüfus da kalmadı. Tarım işiyle uğraşan ya ihtiyarlar kaldı ya da belli başlı köklü aileler. Tarımla uğraşacak insanımız kalmadı desek yanlış olmaz. Dua edelim ki bu işleri yapan Suriyeli ve Afganlılar var. Onlar da olmasa ne hayvanları güdecek çobanımız var ne de tarlada çalışacak insanımız.

Tahılın, gıdanın ve etin her geçen yıl silah olarak kullanıldığı günleri yaşıyoruz. Belki de yaşadığımız bu günler iyi günlerimiz. Böyle giderse tarlalarımız ekilip dikilmezse hiç şaşırmam. Çünkü şimdiden ürettiğimizi pahalı yiyoruz. Gıdayı pahalı tükettikçe gıda fiyatlarındaki bu artış, ister istemez enflasyon canavarını azdırmaktadır. Artan gıda fiyatlarından çiftçinin cebine üç kuruş daha fazla girse gam yemeyeceğim. Maalesef bu zamlardan üreticinin cebine para girmiyor.

Tüm bunlardan anladığım hangi ürüne ne kadar ihtiyacımız var, ne kadar ekildi? Verilen teşvikler nereye gitti, yerinde kullanıldı mı? Doğru dürüst planlama ve denetimin yapıldığını düşünmüyorum. Maalesef tüm iyi niyetlere rağmen bu ülkede planlı, programlı bir tarım politikamız yok. Bu ülkenin her türlü ürün ihtiyacının büyük bir kısmı ithal yoldan karşılanacaksa merak ediyorum bu ülkede Tarım Bakanlığı, il ve ilçe tarım müdürlükleri, ziraat odaları niçin var, anlamış değilim. 

* 13/03/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Sevdiklerimize Yaptığımız En Büyük Kötülük *

İslam dini orta yolu takip etmeyi emreden bir dindir. Allah bizden "ümmeten vesetan" olmamızı ister. Orta yolu tutan ümmet olmak demek, ifrat ve tefritin ortası olmaktır. Yani aşırılıklardan kaçınmaktır. Hayatın her alanında ne az ne de çok; ölçülü ve dengeli olmamızı, tam kıvamında hareket etmemizi ister.

Sevgi ve nefret de böyledir. Aşırısı gözü kör eder. İnsana gerçekleri görmesini engeller. Öyle bir şey ki ne sevdiğimizin yanlışını gösterir ne de nefret ettiğimizin doğru hareketini onaylatır. Burada nefreti anladık ama sevginin ne zararı var diyebiliriz. Sevginin aşırısı da aynı kapıya çıkar. Aşkın gözü kördür dedikleri de böyle bir şey olsa gerek. Kişi birine aşıksa onun hatalarıyla kolay kolay yüzleşmek istemez. Güven ve güvensizlik de hakeza. İnsanlara güvenmek, onlara açık çek vermek güzeldir ama tedbiri elden bırakmamak lazımdır. Bazen acaba diyebilmek gerekir. Güvenin zıddı olan kuşku ise güveni bitiren bir davranıştır. Çünkü sürekli şüphelenmek güveni kaybeder.

Sevgi ve nefretin, güven ve kuşku ile bir irtibatı var diye düşünüyorum. Çünkü aşırı sevgi güveni beraberinde getiriyor: Ben senin için çiğ tavuğu yerim, ben sana sonsuz güveniyorum, seninle Fizan’a bile giderim, sözlerinde olduğu gibi. Aynı şekilde nefret de güvensizliği beraberinde getiriyor. Kişi sevmediği insana karşı hep kuşkulu ve ön yargılıdır: Ben senin Allah bir dediğinden başkasına inanmıyorum, sözünde olduğu gibi.

Bizim toplumumuz sevgi ve nefret konusunda ifrat ve tefrit üzeredir. Bir kişiyi ya seveceğiz ya da nefret edeceğiz. Tarikat, cemaat ve siyasi parti liderleri sevgi ve nefretin kol gezdiği makamlardır. Bunları sevdik mi “adam gibi” severiz, nefret ettik mi kimse bize Nuh’un peygamber olduğunu kabul ettiremez. Çünkü bu inatçı yönümüz de var.

Sevmek güzeldir ama eğer bu sevdiği kıvamında bırakmazsak sevdiğimize en büyük kötülüğü yapmış oluruz. Siyasi parti liderleri buna en güzel örnektir. Gönül verdiğimiz partinin lideri her ne icraat yapıyor, her ne konuşuyorsa doğru mu, yanlış mı diye sorgulamadan alkışlamamız, ona tezahürat yapmamız liderin kendisini sorgulamasının önüne geçer. Liderin yaptığı her icraata içimize sinse de, sinmese de “vardır bir bildiği” gözüyle bakmak, o ne yapıyorsa en doğrusunu ve güzelini yapar demek o lidere yapılabilecek en büyük kötülüktür. Bu bağlılık, bu açık çek, lideri aşırı özgüven sahibi yapar. Lider “Alkışlandığıma göre demek ki doğru yoldayım” düşüncesine kendisini iyice kaptırır, daha fazla hatalar yapmaya başlar. İnsan olup da hata yapmamak mümkün mü? Hangi bir lider mükemmeldir ki? Bir iş yapan, kitleleri arkasından sürükleyen liderler de hata yapar. Ama yapılan hatalar alkışlarla, tezahüratlarla ve destek açıklamalarıyla maalesef örtülmektedir. Bu durumda olan bir liderin hata yaptığını kabul etmesi ve görmesi mümkün değildir.

Liderlere olan sevginin bitmemesi isteniyorsa liderlerin yaptığı hatalar kendilerine üslubunca söylenebilmelidir. En azından içimize sinmeyen bir icraat yaptıklarında yüz hattımızdan, hal ve hareketimizden “Bu yaptığından hoşnut kalmadık” imajı vermek gerekiyor. Hatayı söylemek onları sevmediğimiz anlamına gelmez. Hatası söylenen lider de kendisi ile yüzleşip hatalarını en aza indirgemeye çalışacak ve istişareye önem verecektir. Bu, o lidere yapabileceğimiz en büyük iyiliktir. Bu iyilik hem lidere fayda sağlayacak hem de ülkeye…


* 06/03/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


3 Mart 2019 Pazar

Dışlayıcı Siyasetin Sonuçları ***

Ülkemizin siyasi aktörleri dışlayıcı siyasete çok başvururlar. Dışlayıcı siyasetle sandığa gitmeyecek seçmeni sandığa çekmek, kararsız seçmeni kazanmak, kendi seçmenindeki gevşekliği bertaraf etmek ve tabanını bilemek hedeflenmektedir. Kendi seçmenine veya kararsıza "Eğer bana oy vermezsen şu gelir" demek suretiyle seçmen veya tabanını korkutmaktadır. Bu yol ve yöntem bazı seçimlerde işe yarasa da geçici bir başarıdır. Bu sonuç günübirlik siyaset yapan siyasilerimizin hoşuna gitse de ülkenin geleceği açısından tehlikelidir.

Niçin derseniz? Dışlayıcı ve ötekileştirici siyaset toplumsal barışın temeline dinamit koymaktadır. Çünkü bu siyaset yıkıcı bir siyasettir. Toplumdaki birlik ve beraberliği yok etmektedir. 

Size her halükarda kazanmak mı yoksa birlik ve beraberlik mi daha iyi desem herhalde aklıselim herkes, önceliğimiz birlik ve beraberlik der. Böyle cevap veririz ama fiil ve söylemlerimiz hep kutuplaştırma üzerine kuruludur. Eğer bu ülkeyi seviyorsak bu ülkenin temeline dinamit koymak denen kutuplaştırıcı, ötekileştirici ve dışlayıcı siyaseti bırakmamız lazım. Çünkü bu ülke böylesi siyasetten çok çekti. Bugün hala yaralarını saramadık.

Hatırlarsanız bu ülke 80 öncesi komünizm geliyor, yok faşizm geliyor diye kutuplaştırıldı, Alevi ve Sünni tartışmaları bu ülkeye pahalıya mal oldu. Ülkeyi birbirinden kurtarmaya çalışan yüzlerce genci öbür dünyaya gönderdik. Akan kanı durdurmak için sıtmaya razı edildik. 80 ihtilalı ile asker yönetime el koydu. İhtilal nice gençleri darağacında sallandırdı. Binlercesi mahkum oldu. 12 Eylül zihniyeti mahkumlara yaptığı eziyet ve işkenceyle  bugün bile hala başımızı ağrıtan PKK'yı doğurdu. Çünkü hapiste işkence gören soluğu dağda aldı. 

Bedeli kan, baskı, gözyaşı ve mağduriyet olsa da ülkede sulh hakim oldu derken 2000'lere doğru irtica paranoyası ile kendimize yeni bir düşman bulduk. Bir zihniyete karşı devlet erki, topyekûn savaş açtı. Devlet kurumları, siyasi partiler, asker, basın bu zihniyeti dışladı, tu kaka yaptı. Seçime giderken siyasi partiler "Seçimden sonra biz bu parti ile asla koalisyon kurmayacağız" açıklaması yaptı. Bu vebalı partinin iktidara yürüyüşü post modern darbe denilen 28 Şubat ile kesildi. Bu zihniyete sahip olanlara dünya dar edildi. Kimi kamudan atılırken kimi okullardan atıldı, kimi de verilen cezayı çekmek için soluğu cezaevinde aldı.

2000 sonrası Türk siyaseti, yeni olaylara gebe kaldı. 90'lardan itibaren dışlanan, taşradan merkeze yürümeye çalışan zihniyet ne kadar önü kesilmeye çalışılsa da iktidara geldi. İktidara gelmek önemliydi ama önemli olan muktedir olmaktı. Muktedir olmak için de çok uğraştı. Çünkü devlet erkinin gözünde bu parti, sosyal hayata müdahale edebilecek tehlikeli bir partiydi. Sonunda bu zihniyeti halk ardı arkasına iktidara getirerek irtica paranoyalarını boşa çıkarttı. 

80 öncesinden günümüze kısa bir gezinti yaptım. Hep gördüğüm dışlayıcı, ötekileştirici ve kutuplaştırıcı bir siyaset. Bu siyasetin bedeli bize pahalıya mal olmuştur. Benim bu süreçten çıkardığım, dışlanan zihniyetin bir süre sonra iktidara yürüdüğüdür, iktidara gelemese de en azından bir taban bulmaktadır. Yine gördüğüm kim dışlanmışsa dışlana dışlana dışlamayı öğrenmektedir.

Dikkat çekmek istediğim, ömrü ötekileştirilmekle geçen bugünkü iktidar, bilerek veya bilmeyerek belli bir kesimi dışlamaktadır. Yani kendisine ve zihniyetine yapılanı bugün kendisi başkasına yapmaktadır. Bu, yanlış bir politikadır. Çünkü bu millet, görüş ve zihniyetini sevmese de kendi insanının/çocuğunun dışlanmasına sıcak bakmaz. Hemen etrafında kenetlenir. Bu durumu şöyle bir örnekle açıklamak istiyorum. Bir aile düşünün, çocuğundan muzdariptir. Onu sürekli eleştirir. Ama ne zaman ki bu çocuğunu bir başkası eleştirmeye kalkarsa aile hemen kenetlenir, başkasına karşı çocuğunu savunmaya kalkar. 

Aman dikkat! 

*** 21/03/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.