24 Şubat 2019 Pazar

Gönül Siyaseti ***


31 Mart seçimlerine giderken "Gönül Belediyeciliği" vurgusu ön planda. Bununla gönül alma, gönüllere girme, gönüllere dokunma hedeflenmekte anlaşılan. Bu demektir ki bu yolda kırılan, incinen, küsen/küstürülen gönüller var. Gönül belediyeciliği sloganıyla yola çıkanlar bu işin farkında olmalı ki böyle bir slogan belirlemişler. Yani işin içinde tamir var.

Kırılan kalbi tamir etmek, küskün ve dargınlarla barışmak dünyanın en zor işidir.,, hizmete benzemez. Gördüğüm kadarıyla tespit doğru, teşhis doğru, çıkılan yol da doğru. Ama esas olan tedavidir. Tedavi için doğru yol ve yöntemleri devreye koymada fayda vardır. Çünkü karşındaki eşya değil ki tamir edilsin. Kırılan eşyayı tamir eder, kullanmaya devam edersin. Ama karşındaki insandır ve sayıları üç, beş kişi değil; milyonlar vardır belki de. Hepsinin kırgınlıkları da tek nedenden kaynaklanmıyor; her birinin gönül dünyasında farklı farklı kırgınlıklar oluşmuştur. Umarım bu iş için yola çıkanların ortaya koyduğu bu slogan, içi boş değildir; üzerinde iyi çalışılmıştır. Hangi alanlarda, hangi tasarruf, hangi icraatla gönüllerin kırılmış olduğunu da tespit etmişlerdir. Bu slogan genel bir slogan. Özele gidilir veya inilirse eskisi gibi olmasa da başarılı olma durumu söz konusu olabilir.

"Gönül Belediyeciliği"nin adı aslında "Gönül siyaseti" olmalıydı. Çünkü mesele belediyecilikten de öte ve derindir. Tüm Türkiye siyasetini kapsamalıdır. Yine bu gönül alma ve gönüllere girme görevi tek başına Cumhurbaşkanı'nın görevi değildir. Partinin ilçe-il teşkilatları, vekilleri, belediye başkanları, partinin üst yöneticileri vs hepsi bu meseleyi dert edinmeli ve gereğini yapmalıdırlar. Çünkü halkın çoğunun Cumhurbaşkanıyla değildir sorunu. Esas etkili ve sorumlu partililer kendilerine çeki düzen vermelidirler. Kendisine çeki düzen vermesi gereken başkaları da var. Bunların arasında bugün ulaşılmaz olan bazı bürokrat ve koltuk sahipleri de var. Partiyle beraber aynı kulvar ve çizgide hareket eden STK'lar var. Hepsi kendisini bir özeleştiriye tabi tutmalıdır. Yani nokta atış yapmalıdırlar.

Adam adama markaj uygulanırsa adına ister “Gönül Belediyeciliği” veya “Gönül Siyaseti” densin bu siyasetin başarıya ulaşma şansı yüksektir. Kırılan gönlün neye kırıldığı belirtilmeden, bunun üzerine gitmeden, hiçbir şey olmamış gibi davranmak suretiyle gönül almaya çalışmanın kimseye faydası olmaz. Bu durum zamanında helallik dilemeyen birisini musalla taşına getirdikten sonra kalabalığa “Bu mevtayı nasıl bilirsiniz” demeye ve halktan “İyi biliriz” sözünü almaya benzer.

Anlatmak istediğim yeniden gönle girmenin yolu samimiyettir, hata ve yanlışlarla yüzleşmektir. Yapılan hatalardan vazgeçmektir. Biz şu şu konularda şöyle hata yaptık demektir. Özür dilemektir.  Mağdur ettikleri kişilerin ayağına gidip "Size/Sana şu şekilde biz yanlış yaptık. Bu hatanın geç farkına vardık veya üzerine yattık. Biz bugün bunu telafi için buradayız" diyerek mağdur veya mağdurlara iadeyi itibar kazandırmak gerekiyor. Çünkü aslan düştüğü veya düşürüldüğü yerden kaldırılır. Böyle yapılmayıp iş, kuru bir özürle geçiştirilme yoluna gidilirse mağdur veya incinmişlerin buna karnı toktur.



***26/02/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.



23 Şubat 2019 Cumartesi

Belediyelerle İmtihanımız

Bir devleti ayakta tutan kurumlarıdır, aynı zamanda bitiren de. Kurumlar görevini layıkıyle yerine getirirlerse bir makinenin dişlileri gibi o devlet teklemeden yoluna devam eder. Dişlilerden biri görevini ihmal ederse makine düzgün çalışmaz. Devlet kurumlarını bir makinenin dişlilerine benzetirsek tekleyen kurum, devleti tökezletir. Devletin belini büken kurumların başında belediyeleri görmekteyim.

Belediyeler gereksiz iddiasında değilim. Çünkü belediyeler olmazsa olmaz kurumlarımızdandır. Yerinden yönetimdir. Kuruluş amacı, işleyişi bakımından vazgeçilmezdir. Çünkü kamu hizmetlerinin merkezi yönetim eliyle taşraya eşit bir şekilde götürülmesi ve bölüştürülmesi zordur. Bundan dolayı mahallinden yönetimlere ihtiyaç duyulmuştur. Belediyeler kanunda yazıldığı gibi çalışırsa kurulduğu yeri yaşanabilir bir şehir yapar. Değilse devletin ve milletin sırtında bir kambur olur çıkar.

Türkiye'deki belediyelerin çoğu kanunda yazıldığı gibi maalesef yönetilmiyor. Ben belediyeleri, başına buyruk kurumlar olarak görmekteyim. Ciddi bir denetim ve incelemeden geçtiğini düşünmüyorum. Siyasi partilerin taşradaki arpalıklarıdır. Çoğu belediye borç batağı içindedir. Özel bir işletme olsalar çoktan iflas bayrağını çekmişlerdi.

Bir şehrin hemen hemen her sorununu çözmesi için kurulmuş bu yapılar, hayırsız evladın babanın servetini haybeye harcadığı gibi gerekli-gereksiz harcamaktadır. Geliri olan belediye de harcıyor, olmayan da. Niye borçlandın, parayı nereye harcadın, hani karşılığında yaptığın hizmet diyen de yok. Belediyelerin tek yaptığı halka şirin görünme adına yaptıklarıdır. Şehrin sorunlarına neşter vuran bir belediye görmedim. Bir taraftan şirin görüneceğim diye ücretsiz hizmet verirken diğer taraftan maliyeti başka kalemler üzerinden vatandaşın sırtına yüklemektedir.

Anlatmak istediğim, belediyeler yaptığı veya yapar göründüğü hizmetlerde çok masum değildir. Yukarıdaki yaptığım değerlendirmeleri çok abartılı bulabilirsiniz. Saygı duyarım ama az bile yazdığımı söyleyebilirim. Belediyelerin hiç suçu olmasa bile kaçak binalar bile başlı başına belediye yönetenlerini ipe götürür. Bana şehrinde kaçak binası olmayan bir belediye getirin, bin kere özür dilerim. Hala bu devirde şehirlerde kaçak yapılaşmadan bahsediliyorsa bence en önemli görevlerini ihmal ediyor belediyeler. Asıl görevini adam gibi yapmayan belediyeler günü kurtaran tali hizmetleriyle tribünlere oynamaktadır.

Paranın neredeyse tek kişi eliyle harcandığı belediyeler, devletin sırtında kambur olmasına rağmen siyasi partilerin vazgeçemediği, hatta genel seçimlerden daha fazla önem verdikleri yerlerdir. Her bir siyasi, parti bir belediye kazanmışsa bir mevzi kazanmış gibi hissediyor kendisini.

Açıkçası kendi kendine yetmeyen, borçlanmaktan başka bir hizmeti olmayan, şehrinin sorunlarını çözemediği gibi sorunları daha da derinleştiren denetimsiz ve sahipsiz belediyelere mutlaka bir neşter vurmamız gerekiyor. Değilse mevcut belediyeler ülkeyi bir borç bataklığına sürükledikleri gibi ülkenin kalkınmasının önünde, en büyük engel olmaya devam edeceklerdir. Yaptıkları en iyi şey harcadıkları veya borçlandıkları paraya kılıf bulmalarıdır. 

Yapılacak seçimlerde başkan olacak kişinin kim ve hangi partiden olduğu çok önemli değildir. Hangisi gelirse gelsin, devletin malını deniz bilip hoyratça harcama yapacak olmalarıdır. Maalesef genel görüntü budur. İstisnalar kaideyi bozmaz.

Gördüğünüz gibi belediyeler başımızın belasıdır. Ne onsuz oluruz ne de onunla onarız. İçinden çıkamadığımız imtihanımızdır belediyeler vesselam!

22 Şubat 2019 Cuma

Bu Çocuk Kazanır

Geçen yıl dersine girdiğim 8.sınıf bir öğrenci vardı. Okulumuza bir başka okuldan gelmiş sorunlu bir öğrenciydi. Geldiği okulda çıkardığı sorunlar yüzünden  İlçe disiplin kurulu okul değiştirme cezası vermiş. Ne sınıfla iyi geçinir ne de derste gözü olan biriydi. Teneffüsten sonra dersine gireceğimde kapının önünde beni bekler, öğretmenim tuvalete gidebilir miyim derdi. Bazen izin verir, bazen de niye teneffüste gitmedin der, yerine geçmesini söylerdim.

Önünde defter ve kitabı olmayan, zaman zaman vurup kafayı uyuyan bu öğrenci, sınıfta çatmadığı öğrenci kalmamıştı. Kısa boylu, zayıf, cılız olan bu öğrenci, bütün suçları işleme potansiyeline sahipti. Gücüne kuvvetine bakmadan her an için birine şiddet uygulama riskini barındırıyordu.

Bir gün ders işlerken en arkada oturan bu öğrenci, ön tarafta oturan iri yarı bir öğrenciyi ayağını sallamasından dolayı el-kol işaretiyle birkaç defa uyarmış. Haberim olduğunda sana ne zararı var, bırak sallasın dedim. Az sonra ayağa kalkmasıyla birlikte sınıf arkadaşına "Sallama dedim sana! Ne sallayıp duruyorsun" diye bağırdı. Ayak sallamaya karşı tiki varmış bizim öğrencinin. Ortamı sakinleştirdikten sonra kabadayı öğrenciyi koridora çıkarıp yarı kızma, yarı nasihat ederek yerine oturttum. Bu işi büyütürsen elimden çekeceğin var dedim, kaldığım yerden dersime devam ettim.

Teneffüste ilgili müdür yardımcısına giderek bu çocuk, sorun çıkardı çıkaracak. Ailesini çağırıp bir görüşseniz dedim. Beni yarım ağız dinleyen müdür yardımcısı "Ben ne yapayım" dedi. Hiçbir şey yapma, oturmaya devam et dedim ve odasından ayrıldım. Aslında yardımcı doğru söylüyor. Elinde yapabileceği bir şey yok. Çaresiz bu öğrenci bu okuldan mezun edilecek.
                                
Nihayet hal ve hareketiyle "Ben okumayacağım" diye bize kendini gösteren öğrenci, hedefi olan diğer öğrencilerle birlikte okulumuzda 8.sınıfı bitirdi.

Öğrenci gitti, yerine yeni öğrenciler geldi. Biz yine gelenlerle derslerimize girip çıkmaya devam ediyoruz. Akşam ders bitti. Okulun dışında beklerken mobilyet ile biri geldi. Mobilyeti stop ettirerek üzerinden indi. Hızlı bir şekilde yanıma geldi. "Ramazan Hocam! Nasılsın" diyerek önümde eğildi ve elimi öpmeye yeltendi. Baktım bizim geçen yılki haşarı öğrenci. Hoş geldin, nasılsın, hangi okula devam ediyorsun dedim. (Okuyacak. Çünkü temel eğitim 12 yıl. Daha önünde bitirmesi gereken 4 yıl var.) "Ben okumuyorum, okulu bıraktım, kaportacıda çalışıyorum" dedi. Aferin sana! En iyisini yapmışsın. Böylece bir mesleğin olacak. Şimdiden ailene katkıda bulunuyorsun. Mesleğini iyi öğren, ileride kendi işyerini açarsın. Bu arada açık liseye kaydını yaptır, bir taraftan da okulunu bitirmeye bak, dedim. Tamam hocam dedi, öpmek için elime davrandı. Teşekkür ederim diyerek tokalaştık.

Bahsettiğim çocuk gibi olanı okullarda o kadar çok ki hepsi okulların altını üstüne getirerek okullara devam ediyor. Bunlar düşe kalka liseyi bitirecek. Sonunda hiçbir meslek öğrenememiş bir şekilde işsiz ve avare olarak toplumun içine dağılacaklar. Diğer okuyan öğrencilerden milyonlarcası üniversite kapısında bekleyecek. Bir daha bir daha sınava girecekler. Pek çoğu, sonu olmayan ve istihdam imkanı olmayan üniversitenin bölümlerinde 24-25 yaşına kadar okuyacaklar. Okullarını bitirince okumuş işsiz olarak toplumdaki yerlerini alacaklar. Her yıl bir işe girebilmek amacıyla KPSS sınavlarına katılacaklar. Sonuç, çoğu bir iş bulamayacak ve "Keşke okumasaydım" pişmanlığını duyacaklar. Ortaokuldan sonra okumayıp küçük yaşta kaportacıya giderek çiçeği burnunda çırak olan çocuk ise içlerinde belki de en huzurlusu. Çünkü belki de geleceğini kurtaran ender kişilerden olacak.

Bir Kopya Çekme Hikayesi

2000'li yıllarda Adana'da bir lisede görev yapıyorum. Okul büyük bir okul değil. Tüm sınıflara ben giriyorum. 

Haftada bir saat olan dersimden sınav yapmak için soru hazırlamam gerekiyor. Birçok okula göre imkanları çok iyi olan okulun öğretmen bilgisayar laboratuvarına geçtim. Soruları A ve B grubu olarak hazırladıktan sonra birer çıktısını aldım. Ardından sildim.

Sınav sorularını erkenden hazırladım. Günü geldiği zaman sınavlarımı yaptım. Sınavını yaptığım sınıfa girmeden o sınıfın yazılarını okuma gibi bir prensibim var. Klasik usulle yaptığım sınavdan 11.sınıflarda 10 kadar öğrenci yüz aldı. Notlarını okurken 100 alan öğrencileri ayrıca tebrik ettim.

Sınavları bitirmenin rahatlığı içerisinde okulda boş kaldıkça okulun bilgisayar laboratuvarına gidip sanal aleme takılıp vakit geçiriyorum. Bir gün bilgisayarın başında değişik sitelere girerken okul Kimya öğretmeni, yanımdaki bilgisayara geçerek sınav sorusu hazırladı. Soruları almak için benden disket istedi. Yanımda yok dedim. "O zaman ben bir disket bulup geleyim. Buraya öğrenci girmese iyi olur. Bakarak olur musun" dedi. Olur hocam, ben buradayım dedim.

Az sonra 11.Sınıf bir öğrenci laboratuvara girdi. (Bu öğrenci istediği şekilde laboratuvara girme hakkına sahipti. Çünkü bilgisayardan çok iyi anlayan bu çocuk, okulun bilgisayarlarının bakımı için okul idaresi tarafından görevlendirilmişti. Birkaç defa okul yönetimine bu çocuğun laboratuvara girmesinin yanlış olduğunu söylesem de okul idaresi "Hocam, bu çocuk anlıyor. Bir bilgisayar bozulduğunda servisi çağırsak servis dünyanın parasını istiyor. Bu öğrenciye para vermiyoruz" diyerek geçiştirdi.) Öğrenciye hayırdır dedim. Bilgisayarların çalışıp çalışmadığına bakacağım dedi. Çabuk bak ve burayı terk et dedim. Çocuk kapalı bilgisayarları açarak odayı terk etti. Saygılı çocuk ne de olsa...

Az sonra ekrandan kafamı kaldırıp yanımdaki bilgisayara baktım. Kimya soruları ekrandaydı. Yerimden kalkarak laboratuvardaki bilgisayarlardan sorumlu öğrenciyi aramaya koyuldum. Orta yerde in-cin top oynuyordu. Çünkü herkes dersteydi. Okul idaresine giderek öğrenciyi sordum. İdarede yoktu. Ardından sınıfına gittim. Öğrenci sınıfta da yoktu. Sanki yer yarıldı, öğrenci kayboldu. İşi-gücü bırakarak öğrencinin gidebileceği her yere bakmaya başladım. Her yeri dolaştıktan sonra geri laboratuvara gelirken öğretmen laboratuvarının yanında bir oda dikkatimi çekti. Burası öğrenci bilgisayar laboratuvarıymış. Hışımla kapıyı açtım. Aradığım öğrenci içerideydi. Yanında da üç-dört öğrenci daha vardı. Ne yapıyorsunuz, niye derste değilsiniz demeye kalmadan önlerindeki açık bilgisayarın ekranına baktım. Ekranda az önce hazırlanan Kimya soruları vardı. Önlerine de kağıt ve kalem almışlar, soruları çözüyorlar. Bilgisayardan anlayan çocuk, soruları çözmesi için Kimyası iyi olan bir öğrenciyi de bulup getirmiş anlaşılan. Öğrencilere kızıp bağırdım. Ardından öğretmenler odasına giderek Kimya öğretmeninin yanına vardım. Durumu öğretmene anlattım, sınav sorularını yenilemesini istedim.

Ertesi günü Kimya sorularını ağ bağlantısı üzerinden sınavdan önce çözen okulun bilgisayarlarından sorumlu öğrenciyi yanıma çağırdım. Delikanlı! Sana bir soru soracağım. Bana doğru cevap vereceksin, dedim. "Tamam hocam" dedi. Kimya sorularıyla ilgili yaptığını biliyorum. Sen benim dersimden yüz aldın. Acaba benim soruları da daha önceden almış olabilir misin? Bana doğru söyle! Eğer doğru söylersen kopyadan dolayı sana bir şey yapmayacağım dedim. Yemin billah etti, çekmedim. Dersime çok iyi çalıştığını, bu yüzden 100 aldığını söyledi. Peki, sana inanıyorum dedim. Öğrenciyi sorgulamayı bıraktım.

Bir ay sonra yaptığım yazılıları rulo haline getireyim istedim. Kağıtları önüme aldım. Aklıma, şu çocuğun kağıdına bir bakayım, geldi. Çocuğun kağıdına baktım. Kağıt diğer arkadaşlarının kağıdından farklıydı. Diğer kağıtlar bembeyaz, onunki ise hafif sarımtrak idi. Bir ay sonra da olsa öğrencinin kopya çektiğini tespit etmiştim. Çünkü çocuğun kağıdı yazıcı çıktısı, diğerleri ise laboratuvarda seri çekimlerde kullandığımız baskı makinesi çıktısı idi. Yerimden kalkıp kopyacı öğrenciyi buldum. Kendisine "Hani kopya çekmemiştin. Maalesef kopya çektiğini tespit ettim" dedim. Önce çekmediğini söyledi tekrar. O zaman senin çıktın diğerlerinden niçin farklı dedim. Başını öne eğdi. Sana olan güvenimi kaybettin. Şimdi söyle, ne yapayım sana? İster disipline vereyim, ister aileni çağırayım, ister sıfır yazayım not defterine dedim. Susmaya devam etti. Sana bir şans daha vereceğim. Bana soruları başka hangi öğrencilere verdin, onu söyle dedim. Arkadaşların ismini veremem dedi. İyi, sen bilirsin. O zaman disiplin kurulunun huzuruna çıkmaya kendini hazırla dedim. Sonra soruları kimlere verdiğini tek tek söyledi. Verdiği isimler arasında hep yüz alan öğrenciler vardı. Kendisine teşekkür ettim. Şimdi arkadaşlarını tek tek çağırıyorsun, hepiniz kalem ve silgileriyle birlikte falan sınıfa geliyorsunuz dedim. Çocuk koşarak gitti. Teneffüsten sonra  dersim olan sınıfa gittiğimde kopyacı çete ekibi hazır kıta sınıftaydı. Hepsini tek tek sıraya oturtarak önlerine yapmaları için birer sınav kağıdı koydum. Koyduğum kağıt bir ay önce yaptığım sınavın sorularıydı. Yani kopya çektikleri sınav soruları. Daha önce yüz üzerinden tam puan alan öğrenciler, aynı sorulardan 100 puan üzerinden 70, 80, 50 gibi değişik puanlar aldılar.

27 yıllık öğretmenlik hayatımda karşılaştığım en ilginç kopya çekme yöntemiydi. Ama gördüğünüz gibi suçlu, suç mahallinde mutlaka bir iz bırakıyorsa bizim öğrenci de izini bırakmış.

Sınavlarda Kopya ile İmtihanımız

Ne zaman bir kopya meselesi konuşulsa kopyanın bir hırsızlık olduğu söylense hemen biri "Siz hiç hayatınızda kopya çekmediniz mi" diye sorar. Bazıları "Çok çektim" der hatta ballandıra ballandıra hangi dersten nasıl çektiğini anlatır. Aslında geçmişte kopya çekenlerin daha sonradan bunu anlatmasını çok tasvip etmiyorum. Çünkü "Zulme uğramış kimse dışında kişinin yaptığı kötülüğü açıklamasını Allah sevmez" buyurur Allah. En doğrusu yapılan kötülüğün ve çekilen kopyanın insanın içinde kalması, hatta tevbe edilmesidir.

Acizane kopya konusunda hassasım. Notum bol olmasına rağmen sınavlarda kopya çekilmemesi konusunda azami gayret gösteririm. Bana hiç kopya çekmediniz mi öğrencilik hayatında derseniz kopya çekmedim. İster inanın, ister inanmayın. Kopya çekmemem çok dürüst olduğumdan değil: Ya çalıştığım için gerek görmedim ya kopya hazırladım, sınavda ihtiyaç hissetmedim ya beceremedim ya da korktum. Sebep ne olursa olsun iyi ki çekmemişim. Kendim kopyaya yeltenmemekle beraber yanımda, önümde veya arkamda oturup da yardım isteyenlere kah söyledim kah kağıdımı gösterdim kah onun sorusunu kağıdımın boş yerine yazarak kopya çekmesine yardım ve yataklık ettim. Aslında bu da bir nevi kopyadır. Bu bir itiraftır. Allah affetsin. 

Kopya konusunda şimdiki düşünceye öğrenciliğimde sahip olsaydım, başkasına da yardım etmezdim. Çünkü kopya göründüğü kadar masum değildir. Maddi hırsızlıktan daha tehlikeli bir hırsızlıktır. Çünkü ekmek çalan biri aç kaldığı için ekmek çalmak zorunda kalmış olabilir. Açlıktan ölecek değil ya. Ama kopya böyle değildir. Kopya çekmediği zaman bir öğrenci ölmez. En kötü ihtimalle sınıf tekrarına kalır. Bu da dünyanın sonu değildir. Kopyanın içinde kul hakkı vardır, haksız rekabet vardır, yalan söyleme vardır, insanın zaafından faydalanma vardır, gözetmenin gözünün içine baka baka onu ayakta uyutma vardır. Var oğlu var anlayacağınız.

Öğrenciliğim kopyasız geçtikten sonra öğretmenliğimde de kopya konusunda hep hassas oldum. Sınavdan önce kopyanın vebal olduğu üzerine bir ders saatimi ayırıp öğrencilerimden kopyaya yeltenmemeleri gerektiğini işledim. Onlara "Oldukları her bir sınavda aslında iki sınav olduklarını; bunun birinin derslerde yaptığımız sınav, diğeri ise dürüstlük sınavı. Sınıf tekrarına kalmayacağınız bir sınavdan geçer not veya yüksek not almak için dürüstlüğünüzden  ödün vermeyin. Bu sınavın telafisi var. Bunda düşük alır, diğerinde yükseltirsiniz. Ama dürüstlük sınavını kaybetmemeniz gerekir. Önemli olan da ahiret sınavını kazanmanız. Size cenneti şu olduğumuz sınav değil, dürüstlüğünüz kazandıracaktır..." derdim. 

Sınavlarda çok hassas olmama rağmen öğrencilerimden kopya çeken olmuş mudur? Olmuştur mutlaka. Çünkü benim iki gözüm var. Aynı anda birkaç öğrenciyi görebilirim. Çekmek isteyen çekebilir. Çünkü sınıfta onlarca öğrenci vardır. Bir tarafa bakarken diğer taraftan kopya çeken olabilir.

Allah hepimize kopyasız dersler geçmeyi, okulları bitirmeyi nasip etsin. Çünkü dürüstlüğümüz için işe buradan başlamak lazım. Belki de kopya, dürüstlüğümüzden verdiğimiz ilk tavizdir. Bir konuda taviz verilmişse arkası maalesef geliyor.

Ne diyelim? Kopyasız günler hepimize...


21 Şubat 2019 Perşembe

"Yok Bir Şey!"

Bir tanıdığınla karşılaşınca selamlaşmadan sonra "nasılsın" dediğinde "şükür, iyiyim" cevabını almak yaygındır. İyi olmasa da şükretmek bizim kültürümüzde var. "Ne var, ne yok" dediğinde "ne olsun" cevabını almak da eksik olmaz. Herhalde görüyorsun nasıl olduğumu anlamına geliyordur. Bir de Konyalı'nın tabiriyle "ne görün" anlamında "nörün" veya "nöğrün" dersen "nöğreyim" cevabı alman farz gibi bir şey. Yukarıda verdiğim hal-hatırlara verilen cevaplar rutin cevaplar. Hayat normal ediyor demektir. 

Bir diğer hal-hatır sorma yönümüz daha var. Bunun üzerinde durmak istiyorum. Muhatabının moral bozukluğu, yüzünden okununca "neyin var, sen iyi görünmüyorsun, bir şey mi var" dediğinde aldığın cevap "yok bir şey" dir. Bu, "var bir şey" anlamına gelir. Söyle, sende bir şey var deyip üstelesen "yok bir şey, dedim ya" cevabı alırsın kızarcasına. Yanına geliyor ama konuşmak, derdini sana anlatmak istemiyor. Sen üstüne üstüne gittikçe pek söylemek istemez. Derin bir sessizlik olur çoğu zaman. Çünkü "yok bir şey" diyen somurtuyor. Sadece yaptığı çay içmek, içiyorsa arka arkasına sigara içmek. Baktın olmuyor sen de konuşmamaya başlayınca yok bir şey diyen yavaş yavaş açılmaya ve "Aslında var bir şey" demeye başlıyor. Dostun açılmaya kadar verdi ya da üstelesin diye nazlanıyor belli ki. İlk önce konuşmaya tutuk başlar. Konuştukça açılır. Sonuç, yok bir şey ile başlayan konuşma var bir şeye dönüşür.

Bir şey olduğu halde bir insan, yok bir şey diye niye söyler? Bunun farklı farklı nedenleri olabilir:
Konu ailevi bir mesele olduğu için meseleyi arkadaşına açmak istemeyebilir.
Kendisi için önemli olan bir konu arkadaşı tarafından gereksiz görülme endişesi taşıyabilir.
Soruyu sorana kırgın olabilir. Çünkü konu onunla kendisi arasında olabilir. Bir duyum almış olabilir.
Sorun o kadar büyük ki konuşsan da boş. Çünkü çözülecek gibi değildir.
Kendi sorunumla başkasını rahatsız etmeyeyim düşüncesi olabilir.
Sorun, kendisini o kadar etkilemiş ki psikolojisi konuşmaya müsait değildir.
Sorun, şimdilik gizli kalmalı. Zamana yayarak kendi içinde halletmeye çalışabilir.

Denemesi bedava. Yok bir şey diyen kimseye biraz üsteleyin. Yok bir şeyin altından kuvvetle muhtemel var bir şey çıkar.

Öldükten Sonra Cenazenizin Nereden Kalkmasını İstersiniz?

Her türlü sıkıntısına rağmen ölmemek için bu hayata tutunmaya çalışıyoruz. Ama ne kadar çabalasak da ölümden kaçış yok. Er veya geç bir gün her canlıyı yakalayacak.

Öleceğiz ölmesine ama nasıl öleceğiz? Nerede, ne şekil ruhumuzu teslim edeceğiz? Doktorlar ölüm sebebimize ne yazacak? Cenazemize katılım olacak mı? Hangi mezara gömüleceğiz? Bunlar bizden sonra geride kalanların bilebileceği bir şey. Zira ölenin bunları bilme durumu yok. Gerçi öldükten sonra ne şekilde ölmüşsün, cenazen nereye defnedilmiş, cenazene kimler katılmış...çok önemli değil. Gücün yetiyorsa salın içine girme. Benim size önerim bu şekilde.

Sizin için belki fark etmez ama öldükten sonra cenazeniz için şöyle mükellef bir veda töreni yapılsa… Evinizin önünden eş ve dost ile sessiz sedasız mezarlığa götürülme yerine Meclisin önünden canlı yayınlar eşliğinde cenazeniz kılınsa nasıl olur?  Eski ve yeni tüm siyasi aktörler arkanda saf tutsa herhalde fena olmaz. Hem bu vesileyle birbirinden hazzetmeyen siyasi partilerin temsilcileri yan yana seni uğurlamış olurlar. Böyle bir tören, senin için de bir itibar olur. Belki zamanında Mecliste görev yapamamış, lokantasındaki 550 çeşit yemekten tatmamış olabilirsin. En azından öldükten sonra cenazen eski ve yeni vekillerin önünde beklerken siyasilerden biri eline mikrofonu alıp "Bu faninin verdiği oylar sayesinde biz bu Meclis çatısı altında toplandık, yemek ve maaş dahil her türlü imkanlarından faydalandık, dokunulmazlıklarından yararlandık. Kendi yemedi, bize yedirdi. Bizim kadar maaş almadı. Kendisi yerine bize bakmayı tercih etti. Şu anda önümüzde duran mevta bizim velinimetimizdir. Vekili olarak gelin şu asılın arkasında saf tutup onun için dua edelim, ona olan son görevimizi yerine getirelim" der. Namazın ardından nereye defnedileceksek uçakla o şehre götürülüp defnedilsek... Ağzınızın suyu aktı, hatta gerçekmiş gibi ölmeyi bile düşündünüz biliyorum. En azından ben böyle kaldırılmayı isterdim. Kendi kendime "Bak ölmeden önce kıymetim bilinmedi ama öldükten sonra değerim anlaşıldı" derdim.

Olur mu olur? Niye olmasın! 600 vekilden biri bize acır, Meclise bir kanun teklifi verir. Gerekçesinde "Arkadaşlar! Vekil olan bizlerin cenazesi Meclisten kalkarken asılımız olan milletin cenazesinin Anadolu'nun ücra köşesinden sessiz sedasız kalkması halkçılık ilkemize aykırıdır. Gelin bundan sonra ölen velinimetlerimize son görevimizi Meclisin önünden yapalım. Bu kanunla en azından vekil ile asılın ölürken eşit olduğu ortaya çıkacaktır" şeklinde bir açıklama yaparsa 600 vekilin oyuyla bu kanunun Meclisten oy birliğiyle geçeceğine inanıyorum.