21 Şubat 2019 Perşembe

Kibir Afettir *


Gaziantep Nizip'te görev yaparken oturduğum evi değiştirmem gerekiyordu. Kiralık ev aramaya koyuldum. Bir yerde boş bir evin olduğunu duydum. Bir öğretmen arkadaşla birlikte ev sahibinin ziline bastık. Kapıyı 50-55 yaşlarında bir teyze açtı. 

Eve bakmak istediğimizi belirterek kendimizi tanıttık. Teyze, evin anahtarını alarak boş daireyi en ince ayrıntısına kadar gösterdi. Evin her bir köşesini gördükçe hayran kaldım. İçerideki oda sayısını unuttum. Ev için hiçbir masraftan kaçınılmamış. Evi gördükten sonra teyze! Kira olarak ne düşünüyorsunuz dedim. Söylediği rakamı da unuttum. Ama unutmadığım bir şey var. İstenen kiranın aldığım maaştan yüksek olduğuydu. Teyze! Ben bir öğretmenim. Tek maaşla çalışıyorum. Kira benim için yüksek ama evinizin kirası bu fiyata değer. Çünkü eviniz çok konforlu ve kullanışlı. Bu durumda sizi rahatsız ettik, dedim. "Önemli değil yavrum! Biliyordum tutamayacağınızı" dedi. İyi günler diyerek evden ayrıldık.

Yolda giderken bize ev gösteren hanım teyzeyi düşündüm. Nasıl düşünmem? Zengin, görgülü ve yaşantı bakımından toplumun üst kesiminden olduğu hal-hareket ve konuşmasından belli olan kadın, evi tutamayacağımızı bilmesine rağmen  bir tevazu örneği göstererek bize evini gösterdi. Tevazu sahibi diyorum. Gerçekten öyle. Eve bakmadan öğretmen olduğumu söylemiştim. Öğretmenin aldığı maaş belli. Bize evi göstermeden "Kuzum, siz bu maaşla bu evi nasıl tutacaksınız, bu evin kirası şu kadar. Lütfen beni oyalamayın" diyebilirdi. Böyle deseydi kibrini göstermiş olurdu. Ama teyze mütevazılığı seçti ve insanlığından bir şey kaybetmedi.

Günümüzde kibri yüzüne sirayet etmiş, insanlara tepeden bakan bazı bürokrat ve makam sahiplerini görünce 92 yılında evine baktığım mütevazı teyze gözümün önüne geldi. Gerçekten öyle koltuk sahipleri vardır ki yanına yaklaşabilene aşk olsun. Seninle konuşursa itibarının kaybolacağı endişesini taşıyor. Halbuki insanın itibarı konuştuğu insanlarla artmaz ve azalmaz. Ona itibar katan mütevazı insan yönüdür. İnsan ne oldum delisi olmamalı, ne olacağım demeli. Bir gün kendisine  itibar kazandırdığını sandığı makam, altından kayıp gittiğinde bugün kendisine taltifte bulunanlar ve gözlerine girmeye çalıştığı insanlar kendisini görmeyeceklerdir. Bu tür makam sahipleri unutmasınlar ki bugün kendilerine verilen koltuklar o işe çok layık oldukları için değil, sadık oldukları için verilmiştir. Sadakatlerine devam ettikleri müddetçe o koltuğa bağlı kalırlar. Kendilerinden daha sadık biri bulununca o koltuklar kendilerinden alınır. Bu durum teşbihte hata olmasın, tıpkı kapının önündeki köpeğe benzer. Köpek ev sahibine sadık olduğu ve efendisi tarafından verilen görevi yaptığı müddetçe evin önünde bağlı kalır. Hane sahibi daha iyi bir köpek bulunca öncekine yol verir.

Durum bu iken bir koltuk uğruna kibre, büyüklenmeye, makamca kendisinden daha aşağıda olanlara kapıyı kapatmanın bence bir gereği yok. Çünkü bugün kendilerine verilen koltuklar birer emanettir. Emanete ihanet yakışmaz. O koltuklar derdi ve talebi olanlara da açık olmalıdır. Oralar gönül eğlendirme ve egolarını tatmin etme yerleri değildir. Dikkat edin! Kibir afettir. Tüm kazanımları yok eder. Şeytanı bitiren de budur.

* 26/04/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Tabela Partilerini Şimdi Daha İyi Anladım *


Hep düşünmüşümdür, girdiği her seçimde bir varlık gösteremeyen bizde yığınla siyasi parti var. Diyelim ki siyasete bir soluk getirmek ve siyasette temsil ettiğim benim görüşüm de var olacak denir, partiler kurulur ve Türkiye çapında teşkilâtlanılır. Bir, üç, beş seçime girdi. Ama hiçbirinde kendini gösteremedi ya da birkaç seçim gösterdi, tabanını kaybetti. Kurulan bu tür partiler niçin fesih yoluna gitmez? Bildiğim kadarıyla 90'ın üzerinde bu şekil partimiz var. Dört-beş partinin dışında hemen hemen hepsi birer tabela partisi bunların.

Bereket bu tabela partilerinin hepsi seçime katılmıyor. Bir an için bu partilerin hepsi seçime girse YSK'nın sandıkta seçmen tarafından kullanılmak üzere bastıracağı birleşik oy pusulasının uzunluğunu gözünüzün önüne bir getirin. YSK her bir partiye bir cm'lik bir sütuna yer verse oy pusulasının uzunluğu en az 90 cm olur. YSK böyle bir pusulayı bastırdı. Ne zarfa girer ne de kabine giren seçmen partisini bulur. İşte o zaman çık çıkabiliyorsan bu işin içinden! Niye varlar, niçin varlıklarına devam ettiriyorlar diye hayret ettiğimiz bu tabela partilerine, seçime girmemeleri yönüyle ne kadar teşekkür etsek azdır. Seçime girmeyerek ülkeye ne büyük katkıda bulunduklarını bilmemek için insanın saf olması lazım. 

Şükür ki her seçimde 12-15 arasında bir parti seçime giriyor. Diğerleri seçime bile girme gereksinimi duymuyor. Tabela partilerinin çoğu Türkiye çapında teşkilatlanma yoluna gitmiyor, bu yüzden pek masrafları olmuyordur. Ama tabela partilerinin bir kısmı ülkenin her ilinde örgütlenmiş durumda. Bunlar bildiğim kadarıyla hazine yardımından mahrumlar. Ne yerler, ne içerler, masraflarını nereden ve nasıl karşılıyorlar bilmiyorum. Sadece teşkilat binalarının kiraları bile bu partilere kısa zamanda iflasa götürür. Ama içlerinde müflis yok. Bu paranın kaynağı nereden geliyor, anlamak zor. Ama bir gün bu merakımı gidereceğim.  Nasıl derseniz? Bir tabela partisi kurarak... Çünkü ancak o zaman gelir ve gider ayan beyan ortaya çıkar.

Düşün düşün bir türlü varlık sebeplerini anlayamadığım tabela partilerinin, siyasi hayatımızda niçin hala varlıklarını devam ettirdiklerini geç de olsa galiba anlamaya başladım. Bu partiler stepne görevi yaparak demokrasiye katkıda bulunuyor ve bu vesileyle adlarından söz ettiriyorlar. Nasıl ki her seçimde aday yapılmadığı için partisine küsen ve kızan aday ve belediye başkanı eksik olmuyor. Bu cevherler üyesi bulundukları partiden aday gösterilmeyince ne yapacaklar? Çekilip köşelerine otursalar küflenip giderler ve memleket bir hizmet aşığından  mahrum kalır. Böyle bir duruma tevessül vatana ihanet demektir. Çünkü bu vatan  onlardan hizmet bekler. İşte bu durumda bu stepne partilerine gün doğar. Küskün ve dargınlar bunların kapısını çalar ve adı-sanı duyulmayan bu partilerden aday olur. Kazanır mı kazanmaz mı bilmiyorum ama böylesi durumlarda parti, adından söz ettirerek ilgi odağı olur. Reklam reklamdır. Gördüğünüz gibi reklamın kötüsü olmaz. 

Tabela partilerini sadece küskün ve kırgınlar ziyaret etmiyor. Kendi partisinden adaylığı, YSK tarafından belirlenen saatte ilçe seçim kurullarına yetiştirilemeyen adaylar da aşındırabiliyor ve bu partiler kendi adaylarını çekerek daha güçlü olan mağdurun gönlünü de alıyor ve oy oranını, sayesinde artırma yoluna gidebiliyor. Bekleyip göreceğiz sonuçları hep birlikte.

Bu ve benzeri nedenlerle bu tabela partilerinin misyonunu anlayabiliyorum. İyi ki varlar! Yoksa maazallah, partisinden aday yapılmayan, takvimde belirtilen saatte adaylık müracaatı yapılamayanlar ne yapacaklardı? Siz siz olun, adına ister tabela partisi  veya stepne parti deyin, ama asla küçümsemeyin. Çünkü bir gün gelir, bu partilere gün doğar.

*23/02/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.





20 Şubat 2019 Çarşamba

Bu Koltuğu İstiyorum ***


—Gel bakalım yeğenim! Ben istediğim yere geldim. Güçlü bir yerdeyim. Şimdi dile benden, ne istersen söyle?

—Canının sağlığı dayıcığım! Sana iyi çalışmalar!

—Olmaz yeğenim! İste benden bir şeyler... Ben burada etkili bir durumdayken sana bir iyiliğim dokunsun...

—Ne isteyeyim dayı?

—Serbestsin.

—Bir koltuk olur mu?

—Neden olmasın, yakışır yeğenime! Yeter ki boş bir koltuk olsun!

—TBMM başkanlığı?
—Bunun için önce vekil olman gerekir. O kadar uçma. Kendi alanınla ilgili iste. Orada benim gözüm var. Üstelik yakışır da…

—Milli Eğitim Müdürlüğü olur mu?

—Olur, niye olmasın! Ama yapabilir misin? Bunun için vizyon ve misyona sahip olmalısın. Ayrıca bu koltuğu doldurabilecek ehliyet ve liyakat var mı sende?

—Neden olmasın! Saydıkların fazlasıyla var bende. Ayrıca bu makama gelenlerin hepsinde -ne demekse o dediğin- vizyon ve misyon var mı? Sonra herkes bu işi yapabiliyor iken niçin bana gelince yapabilir misin deniyor ve ehliyet ve liyakat aranıyor? O makama oturanların hepsinde bunlar var mı?

—Fazla karıştırma oraları!

—Tamam, o zaman Milli Eğitim Müdürlüğünü istiyorum.

—Yeğenim, yapamazsın. Zor o makamlar! Göründüğü gibi değil. Seni yakmak istemem.

—Dayıcığım, niye zor olsun! Bu işler sana anlatıldığı gibi değil. Ben bu iş için bulunmaz bir kumaşım. Niye yapamayacakmışım?

—Haydi aracı oldum, o koltuğa oturdun, neler yapacaksın? Bir anlat bakalım.

—Bir defa, başta sen olmak üzere beni bu koltuğa layık görenler ve kendimden üstte olanlarla iyi geçineceğim. Onların bir dediğini iki etmeyeceğim.

—Başka?

—Şehrimde hatırı sayılır elit insanların öğretmen olan aile efradını koruyup kollayacağım. İster gelini-damadı, ister oğlu-kızı olsun; bunların haftalık ders programlarını onları memnun edecek şekilde hazırlamaları için aracı olacağım. Yaptığı programda bu tür özel öğretmenleri memnun etmeyen okul müdürlerini önce uyarır, yapmazsa görevden alırım. Bu konuda asla taviz vermem ve huzurumu bozmam. Benim huzurum kaçacağına bir başkasının huzurunu kaçırırım.
—Başka?

—Hangi okula, hangi yöneticiyi vereceğimi belirlerim, beğenmediğimi alırım. Yerine bir başkasını getiririm. Bir yere müdür atayacağımda okulu yaptıran hayırseverin veya onun yakınlarının isteklerini gözetirim. Atadığım müdürü beğenmezlerse hemen o müdürü arar, istifasını isterim. Hayırsever ve yakınları kimi isterse onu getirir, o koltuğa oturturum.

—Başka?

—Bir okulu ziyaret ettiğimde o okula hizmette bir kusur görürsem o müdürü yerin dibine geçiririm. Mesela benim oturacağım masaya, masa örtüsü ayarlamayan müdürü anasından doğduğuna pişman ederim ki bir daha beni masa örtüsü olmayan masaya oturtmasın. Yapamıyorsa çeksin gitsin. O gitmezse zaten ben alırım. Yerine, bekleyenlerden birini görevlendiririm hemen.

—Peki yeğenim! Fakat bu anlattıklarının içinde ben eğitim ve öğretimi göremedim.

—Dayı! Dikkatini çekerim, eğitim ve öğretimi öğretmen yapacak, ben değil. Ben sadece protokol takılacağım. Zaman zaman da seni desteklemek için siyasi paylaşımlarda bulunurum. Bu iyiliğimi de unutma. Bir vefadır ne de olsa…
—Maşallah yeğenim! Sen baya hazırlamışsın kendini bu işe. Sende ne cevherler varmış böyle! Bunları nereden öğrendin?

—Teşekkür ederim dayıcığım. Sana çekmişim. Fakat o koltuğu yönetmek için illaki hazırlık yapmam gerekmiyor. Mevcut bazılarının yaptıklarını taklit etmem yeterli. Hasılı, benim bu konuda en iyi öğretmenim onlar. Üzüm, üzüme baka baka kararır.
—Anladım yeğenim! Yine de bu işin gelişi kadar bir de gidişi var. Giderken kubbede hoş bir seda bırakmak iyi olmaz mı?
—Dayı! Yapma Allah aşkına! Her giden o dediğin kubbede bir hoş bir seda mı bıraktı sanki? Bana gelince dürüstlük abidesi kesilmeyin.
—Anlaşıldı yeğenim! Yalnız göz kırptığın koltuğa bir büyük geldi. Annenin hatırına sana bir yer bulacağız artık!



***23/02/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.



Hoş Bir Seda Bırakmadı Giderken

2012 yılında yüz ölçüm bakımından Türkiye'nin birinci, nüfus bakımından 7.ilinin eğitimle ilgili bir numaralı koltuğuna paraşütle geldi veya getirildi. Getirildi demek daha uygun. Çünkü evini-barkını taşımayıp kendisi tek başına bekar yaşadığına göre "Bir gün buradan gideceğim nasılsa. Burayı basamak olarak kullanmalıyım" demiş olmalı ki ailesi nüfus bakımından en büyük ilinde ikamet ederken kendisi de yüz ölçüm yönünden en büyük ilinde ailesinden uzak kalarak fedakarlık yaptı ve hizmet etti. Ama bu görev üç-beş aylık geçici bir süre olmadı; bugün, yarın derken tamı tamına 6 yıl sürdü.

Kendisini ilk defa tüm eğitim müdürlerini toplayarak yaptığı konuşmayla tanıdım. Beyefendi, nazik, kibar ve yakışıklı biriydi. 400 bin nüfuslu bir ilçenin müdürlüğünden gelmesine rağmen 2 milyon nüfuslu bir ilde pek acemilik çekeceğe benzemiyordu. Mikrofona hakim ve ne dediğini bilen birisiydi. Ufkunun ne kadar geniş olduğunu da konuşurken kullandığı skala kelimesinden anladım. Bana toplantıda aklında ne kaldı derseniz skala kelimesini öğrendim o yaşımda. Cehaletime verin, duymamışım. Kelimeyi duydum ama anlamını bilmiyordum. Fakat kelimeyi duyduktan sonra kaçırır mıyım? Baktım salonda tanıdığım ve bende cep numarası olan ne kadar müdür varsa hepsine skala ne demek diye sordum. Çoğu yine mesajla bilmiyorum dönüşü yaparken bir tanesi internetten bakarak “Bir şeyi mevcut durumundan yukarıya taşımak” şeklinde mesaj gönderdi. Belli ki çiçeği burnundaki müdürümüz ilimize plan, program ve hedefle gelmiş, gerilerde olan eğitim çıtamızı yukarılara çıkaracaktı. Şükür ki eğitimi düşünen bir eğitimci gelmişti ve talih kuşu konmuştu başımıza! 2 milyonluk şehirde böylesi bulunamamış olmalı ki taşı topağı altın şehrin hediyesiydi bize. Anlayacağınız konuşmasıyla kendisine açık çek verdim. Zira bende olumlu bir kanaat hakim oldu.

Zaman zaman yapılan toplantılara katıldı. Eline mikrofonu aldığında “Okul ziyaretleri yaptığında öğretmenleri görünce ‘Sen kamyon şoförü müsün yoksa kantinci mi’ diye sorduğunu, en azından okul müdürü ve yardımcılarının kılık-kıyafete dikkat etmesi gerektiğini” hatırlattı durdu. Kendisi gibi Grand tuvalet giyinmemizi istiyordu. Allah var, kendisine kılık kıyafette kendisine dikkat eden biriydi.

Sıfırdan kurduğu ekibiyle birlikte İHO ve İHL dönüşümüne ağırlık verdi. Neredeyse gördüğü okulu bu okul türüne dönüştürdü ya da yeni okul yapımında bu okullara ağırlık verdi. Sağımız-solumuz bu okullarla doldu taştı. Bu kadar fazla İHO/İHL açılması kaliteyi düşürür diyenlere hain gözüyle baktı. Açılacaktı ve açıldı. Dönüştürülecekti, dönüştürüldü. Zira kalite çok önemli değildi. Bugün bu okulların çoğunun kontenjanlarını dolduramamasında payı büyüktür. İlimize yaptığı en büyük hizmeti desem yanlış olmaz.

Bir taraftan okulların dönüşümünü yaparken diğer taraftan da kanunun verdiği yetkiye dayanarak okullarda demode olmuş müdür ve yardımcılarının kahir ekseriyetini kapının önüne koyarak okullara yepyeni, sıfır km idareciler seçti. Seçecekti elbet! Bir misyon için gelmişti o ve diğerleri. Başka türlü okulların ve şehrin eğitiminin skalası nasıl yükselecekti? Ayağı kaydırılanlar homurdanırmış! No problem! İdarecilikle yeni tanışanların duası yeterdi ona ve ekibine.

Kendisine ve atasına rahmet okutacak hizmetleri birbiri ardı sıra yaparken gücünü hep kendisini destekleyenlerden aldı. Zira onlarla arasını hep iyi tuttu. Akıllıydı ne de olsa. Ne STK’nın peşini bıraktı ne de kendisini gösterebileceği ve üst düzey kurmayların katıldığı toplantıları. Çünkü işi de bunlarla olacaktı, yükselmesi de. Aşağıya pek bakmadı, zira hep yükseklerdeydi gözü.

Bir vakit tüm müdürlerin ve üst bürokratların katıldığı bir seminer programına iştirak etti. Kendisine uzatılan mikrofonu geri çevirmedi. Geçti mikrofonun başına. Konuşmasına hamdele ve salvele ile başladı. Emmâ ba’dü diyerek Arapça faslını bitirdi. Mübarek sanki hutbe okudu bize. Aslında yeriydi, ne de olsa katılımcıların hepsi İHO/İHL yöneticileri ve Din Öğretiminden gelen yetkililerden oluşuyordu. Burada garibime giden emmâ ba’dü’den sonra sırıtır gibi gülümsemesiydi. (Niye güldü anlayamadı gitti benim etli ekmek kafam.) Bakmayın benim koca bir ilin eğitimden sorumlu yöneticisi olduğuma, bakın ben Arapça da biliyorum der gibiydi. Belki de ben öyle sandım. İçim kötü olunca ne edersiniz ki böyle çıkarımlarda bulunabiliyorum. Arapça hutbe faslı bittikten sonra Türkçe hutbe kısmına geçerek birikimlerini anlattı tüm katılımcılara.

Benim başıma gelmedi ama programlarda gördüğü aksaklıklara tahammül edemeyen bir yapısı varmış, nice müdürleri kırıp geçirmiş, saydırmış. Beyefendi görüntüsünün altında içinde ne cevherler barındırdığını ancak hakkal yakin yaşayanlar bilir. Kızacaktı elbet! Burası Dingonun ahırı mı? Herkes işini ve görevini yapacaktı. Emri altındakiler bu işi beceremezlerse ağızlarının payını verecekti. Nitekim görevleri arasında bu da vardı. Böyle yapmasaydı görevini tam yerine getirmemiş olurdu. (Aslında benim okuluma geldi, sessiz ve sedasız oturdu, beni ve oradakileri dinledi. Çok tepki vermedi. melek gibiydi. Demek ki beni kızmaya değer görmemiş. Bundan ne köy ne de kasaba olur demiş olmalı.)

Siyasetten ve siyasi paylaşımlardan da uzak durmadı. Çünkü bir misyon ifa ediyordu. İçinde nice cevherler olunca her dalda oynayabilecek bir kapasitesi vardı. (Bende olmayınca kıskanıyorum tabi!) Kendisini bu göreve layık görenlere karşı zaman zaman destek vermeliydi. Bakın ben sizin için bedel ödüyorum dercesine. Referandumda rengini belli ederek destek vermek istedi ve bir nükte paylaşımı yaptı. Güya “Şeytana, ‘Sen nasıl şeytan oldun’ diye sormuşlar. O da: ‘Bütün melekler EVET dedi, ben ise HAYIR dediğim için’ demiş…” Bu paylaşımıyla baltayı taşa vurdu, epey tepki çekti ama önemli değil. Zira görevini yapmış ve bir bedel ödemişti. Kimse bir şey yapamazdı bundan dolayı ona. Herkes havlar havlar susardı. Ne de olsa arkası kalındı. Kim onu yerinde divelendirebilecekti? Bu paylaşım belki garibinize gidebilir ama böyle günlerde de kendisini göstermese olur muydu? Nitekim tepkiler bir müddet sonra dindi, o da görevine kaldığı yerden devam etti. Sonra insanlar bir "nükteden" dahi anlamıyorsa adam ne yapsın?

Nihayet her birlikteliğin bir ayrılışı olacaktı. Nitekim öyle oldu. Bu akşam aldığım bir habere göre -tenzili rütbe mi yoksa terfi mi bilmiyorum- 6 yıl boyunca hizmet etmekten usanmadığı ilimizi bırakarak bürokrasiye daha yakın olmuş ve memleketimi terki diyar eylemiş. Tayininin çıkıp yerine bir başkasının atandığını duyunca aklıma bunlar geldi, hemencecik gördüğünüz gibi yazıya döküldü. İlin eğitim skalası nerden nereye geldi derseniz tam bilmiyorum ama ya geriledi ya da yerinde saydı. Yani 6 yıl boyunca eğitim skalamız yükselmedi. Burada hemen bu zatı suçlamamak lazım. Etli ekmek kafalı, onu anlamadıysa adam ne yapsın?

Sonuç olarak o muradına erdi, şehir de daha önce bulamadığı bir hemşerisini eğitimin başına gelmiş buldu. Bekleyip göreceğiz akıbetin hayır mı, şer mi olacağını.

Gidenin arkasından konuşmamak lazım ama nasıl ki gelişinde olumlu kanaate sahip olmuş isem giderken maalesef aynı şeyi söyleyemiyorum. Çünkü kubbede pek hoş bir seda bırakmadı. Ne diyelim? Hayırlısı, ona da, şehrimize de. Umarım gelen gideni aratmaz.

Manisa’da 19 Gün (6)

Geçirdiğim sıkıntı ve maceranın ardından uyuyakalmışım trende. Gözümü açtığımda Konya’ya gelmiştim.

Sanırım sabah 07.00 suları idi.  Konya garından ayrılır ayrılmaz. Az ileride bir seyyar satıcının tablasında çekirdeksiz üzüm gördüm. Demek ki Konya’ya kadar gelmişti üzüm daha çıkar çıkmaz. Fiyatı kaç paradır, kim bilir dedim ve sordum, üzüm kaça diye. “2 lira demez mi?” Yerindeki fiyatıyla aynıydı. Bir de ta Alaşehir’den Konya’ya taşımak varmış kaderde.
*
Hüsnü hat 1. Kademe kursum bu şekilde hattın “H” sinden anlamadan sona erdi. 2. ve 3 kademeleri de varmış, müracaat edin dendi. Hat mı tövbeliyim, dedim.
*
96 yılının Eylül ayında fotoğraf, kahvaltı ve kurs ortağı arkadaşımızın memleketine tayini çıktı. O mübareğin eşyasını taşımak da bana nasip oldu. Onu gönderdik göndermesine. Ama o, hizmet içi kursları müracaatları başlamadan  beni aradı: “Hocam bu seneki kursumuzdan ben çok memnun kaldım.  Biliyorsun ben aranızdan ayrıldım. Aramızdaki irtibatı hiç koparmayalım. Güzel dostluklarımız oldu. Ben sizden razıyım. Arkadaşlar  olarak hangi kursu, nereyi yazacaksanız söyleyin ben de orayı tercih edeyim” dedi. Hocam biz arkadaşlar olarak bu sene ve bundan sonra hiçbir kursa katılmama kararı aldık. Kusura bakma. Üzgünüz dedim.

O zamandır, bu zamandır o kardeşimle bir daha bir araya gelmedim. Başka hizmet içi seminerlerine katıldım ama 5 günden fazla olmayanına.

Benim 19 gün süren kurs  günlerim bu şekilde sona erdi. Bu Manisa günlerini niye anlattın derseniz. Bu yazının ana fikri, 20 mark ile 19 gün bir başka memlekette nasıl yaşanabileceğidir. 

Unuttuğum bir şey  var mı derseniz. Bir tane daha var anlatmam gereken. Unutmadım aslında.  Satrancı çok iyi bilen, önüne geleni yenen bir arkadaşımızın öğretmenevi bahçesinde 11-12 yaşlarındaki bir çocuğa yenilmesiydi, akılda kalan. 

Biliyorum, bir kurs yazısı bu kadar uzun olur mu diye kızdınız ama. Ne yapayım. Dile kolay 19 gün.
 
Not: Dikkat çok uzun bir yazı. Haberin olsun. Allah yardımcın olsun. Aklın varsa okuma. Yok ben okuyacağım dersen aklına mukayyet ol. Olur ya beni dinlemedin yazıyı okudun. Uzun ve sıkıcı buldun. Doğaldır.  Yazı hedefine ulaşmış demektir. Ben o sıkıntılı hayatı 19 gün çektim. Kusura bakma da sen de 6 sayfayı okumaya sabret. 07/02/2016

19 Şubat 2019 Salı

Manisa’da 19 Gün (5)


Şimdi siz; çayın, kahvaltının lafı mı olur derseniz. Valla ben 19 gün sabrettim. Eğer siz bir hafta sabredin. Sizi sırtımda taşımaya razıyım.  Madem ikna olmadınız. Onu anlatmaya devam edeyim.


Kursun ilk günlerinde bize “Hocam bana eşlik edin ben biraz para bozduracağım. Kuyumculara gidelim” dedi. Ardına biz 7 kişiyi taktı. Manisa’daki tüm kuyumcuları dolaştık. Her birine giriyor: “Mark’ı kaçtan alırsınız” diye soruyor. Birinden diğerine girdi, çıktı. Biz de kapının önünde onu bekledik. Sonunda dayanamayıp sordum. “Hocam kaç para bozduracaksın” diye.  “20 mark hocam” deyince grubumuz afalladı. Neredeyse görmediğim ve ne olduğunu bilmediğim küçük dilimizi yutacaktık. Sonunda karar verip en yüksek verene bozdurdu.


Kardeşimizi tanımaya devam edelim. Kursun bitmesine birkaç gün kala koliyle bir şey getirdi. Bu ne hocam dedim. “Hocam konserve şişesi aldım. Bizim memlekette pahalı bunlar. Ben burada daha ucuz buldum” dedi.  Buyurun güler misiniz? Ağlar mısınız? Size tavsiyem başka memlekete gitmeden önce kendi memleketinizde konserve şişe fiyatlarının kaç para olduğunu öğrenin ki gittiğiniz yerdeki konserve şişe fiyatlarını mukayese etme imkanınız olsun.


Kursun bitmesine son iki gün kala baktım elinde bir biletle geldi. “Hocam bu ne” dedik. Memlekete trenle gideceğim onun bileti” dedi. Hani hocam buradan İzmir’e gidip oradan otobüslerle memleketimize gidecektik diye konuşmuştuk” dedim. “Hocam otobüsler pahalı. Ben posta treniyle gideceğim” dedi.

*
İnsanın ayıpladığı başa gelir mi? Gelir. Sakın ola ki gülmeyin.  Dedim ki tasarrufsa tasarruf! Benim neyim eksik. Ben de trenle gideyim dedim ve trenden bilet aldım.  Hem ucuz, hem ekonomik hem de hesaplı idi. Mübarek ucuz etin yahnisi gibiydi yani.

*
Manisa Alaşehir’de trenimiz durdu. İçeriye çekirdeksiz yaş üzüm satmak için geldiler. Fiyatına 2 lira dediler.  Burası bu üzümün memleketi. Burada 2 lira ise Konya’da ne kadardır demeye kalmadan, ver iki kilo dedim. 19 günlük bir gurbetten sonra memlekete de bir hediye olurdu.

Efendim dolaşmadığım şehir, görmediğim ilçe kalmadı neredeyse. Geçtiğim tünellerin sayısını hatırlamıyorum bile. Kaçta binip ne kadar süre gittiğimi de unuttum.  Nihayet  akşam 21.00 gibi Afyon Karahisar’a geldi tren.  Konya’ya devam edecekler insin. Onlar aktarma olacaklar dendi. Hemen indim, soluğu gişede aldım. Tren beni bekliyor olmalıydı. Konya treni hangisi diye sorma gafletinde bulundum. “Ne treni? Konya treni saat gece 00.00’da gelir” dedi. Aktarma dedikleri bu mu dedim. Ya ne sandıydın? Bu işte dedi.


Ne yapmalıydım. Daha var 12.00’ye 3 saat. Valizi sırtıma aldım. Otogarın yolunu  tuttum. Otogara doğru gecenin karanlığında yürümeye başladım. Yürümek ne mümkün efendim! Bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor. Yollar suyla dolu. Yürünmez. Dolmuşa da binmedim. Belki de dolmuş yoktu. Ya da  hedef, prensip sahibi arkadaşın yolundan gitmekti belki de.  Hemen valizimdeki terlikleri giydim. Paçaları iyice sığadım. Yola revan oldum. Yarım saat yürüdükten sonra otogara vardım. Aradığım saatte bilet yoktu. Sadece trenin kalkmasına yakın bir saatte bir firmanın otobüsü vardı. Fiyatını sordum. Neredeyse İzmir’den kalkış bilet fiyatını söyledi. En iyisi girdik bir yola. Çileyse çile, işkenceyse işkence dedim. Beğenmediğim kara trenle seyahat için geldiğim yoldan tekrar geri döndüm. İstasyonda treni beklemeye koyuldum. Nice sonra tren geldi. Gecikmeli demiyorum. Çünkü bu malumun ilanı demektir. Kara tren demek; gecikir, belki de gelmezdi. Ben geldiğine şükredeyim. Trenin içine bindim. Tren kabin kabindi. İçerisinde yolcular vardı. Birkaç kabine baka baka ilerledim. Sonra oturabilir miyim nezaketinde bulundum. Kime sorduysam oturacak yer olmasına rağmen dolu dediler.

Trenin içini birkaç defa turladım. Bu arada tren hareket etti. Ben hala sırtımda valiz, turluyorum.  Sonunda cesaretimi toplayıp kabinin birine daldım ve oturdum izin almadan. O da ne? Oh be dünya varmış. Kimse bir şey demedi. Demek ki bu kabindekilerin tapulu malı değilmiş tren. Diğerleri nedense parsellenmişti. Aslında suç benim olmasına benim. Nazikçe oturabilir miyim dememem gerekiyormuş. Yine anladım suçumu ama yine geç anladım her zamanki gibi. 07/02/2016 (Devam edecek)



Manisa’da 19 Gün (4)


“Hep anlatıyorsun ama  hiç yemek yemediniz mi” derseniz. Hani “Yediğin, içtiğin senin olsun, gördüğünü anlat” denir ya benim de niyetim gördüğümü anlatmaktı. Madem sordun. Yemekten de biraz bahsedeyim olmazsa… Yedik yemesine!

Yurt yönetimi  diğer konularda yaralı parmağa işemediği gibi bu konuda da işemek istemedi. İşi yokuşa sürdü. “Efendim aşçımız izinde. Yemek çıkaracak kimse yok. Aşçı gelse de yemek yapacak nevalemiz yok, parayı peşin toplasak belki olabilir” dendi. Kendilerine okulunuzun Manisa esnafından 19 günlüğüne veresiye erzak alacak itibarı da mı yok. O zaman kapatın bu okulu gitsin dedim. Neyse efendim peşin para vererek alınan erzakla  yurtta yemek çıkmaya başladı. Yemekler yenecek gibi değildi. Bir hafta  sabrettikten sonra yemek grubundan çıkarak  yan taraftaki öğretmen evinden  yemeye karar verdik,  daha önce tanış olduğumuz 7-8 arkadaşla birlikte. Öğle ve akşam yemeklerini öğretmen evinden yedik.


 Sabah kahvaltısını 7 arkadaş ortak aldık. Çayı da öğretmen evinden içmeye başladık. Bizimle görev yaptığımız yerden gelen bir arkadaşımız, bizim kahvaltı grubuna dahil olmadı.  Niçin dahil olmadı derseniz, bu arkadaşı mutlaka anlatmam lazım. Çünkü dünyada eşini ve benzerini bulamazsınız. Çalıştığımız okullar farklı olsa da 2-3 yıl boyunca bu arkadaşı tanıyamamışım. Ancak yolculukta tanıyabildim. Ben onunla 19 gün geçirdim. Sizin de tanımanızı isterim.  Ben kendisini tanıttıktan sonra kendisiyle yolculuk yapmak isterseniz numarasını bulup size verebilirim. Bu zevki sizin de tatmasını isterim. Allah’a yakın, benden uzak olsun yeter.


Bu arkadaş kahvaltıya dahil olmadı. Bana o yazın uzun günlerinde günde bir öğün yeter dedi. Öğretmen evinde sadece günlük öğle yemekleri yemeye başladı. Günde bir öğün yediği için yavaş yavaş sindire sindire yerdi. Masamızda ve yan masalarda ne kadar ekmek varsa hepsini toplardı. Yerken terlerdi. O terledikçe biz kendisine peçete uzatıyorduk. Zaman zaman “Hocam, sen niye terliyorsun bu kadar” derdik. “Hocam ben yemek yerken terlerim” derdi. Niye terlemesin ki adam bir günlük yiyeceği yemeği öğle yemeklerinde depo ediyordu. Yedikçe “ Ya Rabbi, ya beni öldür, ya da midemi büyüt” der gibiydi. Biz yedikten sonra ayrılamıyorduk. Çünkü “Hocam beni bekleyin” derdi. Hepimizi yanı başında bekletirdi. Mide olduğundan büyüktü gerçekten. Depo sağlamdı.

Aynı zamanda prensip sahibi idi arkadaş. Gerçekten akşam yemekleri yemedi. Sabah kahvaltısı fonuna da ortak olmadı. Biz her sabah nevalemizi alıp grubumuzla kahvaltı yapmak için öğretmen evi bahçesine giderken nezaketen haydi hocam geliyor musun derdik. O da, “Hocam siz gidin. Biliyorsunuz ben kahvaltı yapmıyorum” cevabı verirdi. Biz bahçeye geçip kahvaltımızı yapmaya başlarken  bu prensip sahibi arkadaş ardımızdan  gelir, masamıza otururdu. Biz yerken o önce  bakar, sonra tekrar bakardı. “Buyur hocam” derdik. “Hocam size afiyet olsun. Biliyorsunuz ben kahvaltı yapmam” derdi. Biz kahvaltımızı yapmaya devam ederken bizim ki yavaştan yavaşa ekmekten koparmaya, ardından zeytin ve peynire uzanmaya başlardı. Sonra prensibini unutur, kendisini yemeye kaptırırdı. Her gün istisnasız biz ona kahvaltı teklifi yaptık. O da reddetti. Ardından abandı. Kahvaltıyı da böylece bizim 7 kişilik grubun sırtına yüklemiş oldu. Çay ise yine bizim şirkete aitti.  Biz her gün kahvaltıyı malum yerde yaptık. O istisnasız her gün masamıza oturdu. 18.gün “Arkadaşlar olmuyor böyle. Bir de çay parasını ben vereyim” dedi. Birbirimize bakıştık. Acı acı gülümsedik. “Önemli değil hocam! Yarın son gün, o zaman da sen verirsin” dedik. Dedik diyorum; deme görevi bana aitti zaten.  Son gün kahvaltıyı prensip sahibi arkadaşımızın nezaretinde yaptık. Bol bol çayımızı içtik. Ne de olsa çay parasını 18 gündür bizden geçinen arkadaş verecekti. Kahvaltı bitti. Çaylar içildi. Bizim 18 gün misafirimiz olan arkadaşın kalkıp çay parasını vermesini bekledik. O oturdu, biz oturduk.  Birkaç defa kalkalım dedik, birbirimize bakıştık. Yine kalkmadı. Oyalanmak için kahvaltıda dişlerimizin arasını karıştırmak için kürdanla oynadık. Kahvaltıda  diş kovuklarına ne girecekse!  Adam yine kalkmadı. Sonunda kalkıp çay parasını verdim. Bu sefer bizim ki “Hocam hani ben verecektim, niye verdiniz? Olmadı ama“ dedi. Ben “Niye olmasın hocam, bu bizim görevimiz, senin canın sağ olsun” dedim. Aslında arkadaşın prensibinin kahvaltı yapmamak değil, kahvaltı masrafına katılmama prensibine sahip olduğunu geç de olsa anladık. Kursun yolunu tuttuk. 04/02/2016 (Devam edecek)