Ana içeriğe atla

Manisa’da 19 Gün (4)


“Hep anlatıyorsun ama  hiç yemek yemediniz mi” derseniz. Hani “Yediğin, içtiğin senin olsun, gördüğünü anlat” denir ya benim de niyetim gördüğümü anlatmaktı. Madem sordun. Yemekten de biraz bahsedeyim olmazsa… Yedik yemesine!

Yurt yönetimi  diğer konularda yaralı parmağa işemediği gibi bu konuda da işemek istemedi. İşi yokuşa sürdü. “Efendim aşçımız izinde. Yemek çıkaracak kimse yok. Aşçı gelse de yemek yapacak nevalemiz yok, parayı peşin toplasak belki olabilir” dendi. Kendilerine okulunuzun Manisa esnafından 19 günlüğüne veresiye erzak alacak itibarı da mı yok. O zaman kapatın bu okulu gitsin dedim. Neyse efendim peşin para vererek alınan erzakla  yurtta yemek çıkmaya başladı. Yemekler yenecek gibi değildi. Bir hafta  sabrettikten sonra yemek grubundan çıkarak  yan taraftaki öğretmen evinden  yemeye karar verdik,  daha önce tanış olduğumuz 7-8 arkadaşla birlikte. Öğle ve akşam yemeklerini öğretmen evinden yedik.


 Sabah kahvaltısını 7 arkadaş ortak aldık. Çayı da öğretmen evinden içmeye başladık. Bizimle görev yaptığımız yerden gelen bir arkadaşımız, bizim kahvaltı grubuna dahil olmadı.  Niçin dahil olmadı derseniz, bu arkadaşı mutlaka anlatmam lazım. Çünkü dünyada eşini ve benzerini bulamazsınız. Çalıştığımız okullar farklı olsa da 2-3 yıl boyunca bu arkadaşı tanıyamamışım. Ancak yolculukta tanıyabildim. Ben onunla 19 gün geçirdim. Sizin de tanımanızı isterim.  Ben kendisini tanıttıktan sonra kendisiyle yolculuk yapmak isterseniz numarasını bulup size verebilirim. Bu zevki sizin de tatmasını isterim. Allah’a yakın, benden uzak olsun yeter.


Bu arkadaş kahvaltıya dahil olmadı. Bana o yazın uzun günlerinde günde bir öğün yeter dedi. Öğretmen evinde sadece günlük öğle yemekleri yemeye başladı. Günde bir öğün yediği için yavaş yavaş sindire sindire yerdi. Masamızda ve yan masalarda ne kadar ekmek varsa hepsini toplardı. Yerken terlerdi. O terledikçe biz kendisine peçete uzatıyorduk. Zaman zaman “Hocam, sen niye terliyorsun bu kadar” derdik. “Hocam ben yemek yerken terlerim” derdi. Niye terlemesin ki adam bir günlük yiyeceği yemeği öğle yemeklerinde depo ediyordu. Yedikçe “ Ya Rabbi, ya beni öldür, ya da midemi büyüt” der gibiydi. Biz yedikten sonra ayrılamıyorduk. Çünkü “Hocam beni bekleyin” derdi. Hepimizi yanı başında bekletirdi. Mide olduğundan büyüktü gerçekten. Depo sağlamdı.

Aynı zamanda prensip sahibi idi arkadaş. Gerçekten akşam yemekleri yemedi. Sabah kahvaltısı fonuna da ortak olmadı. Biz her sabah nevalemizi alıp grubumuzla kahvaltı yapmak için öğretmen evi bahçesine giderken nezaketen haydi hocam geliyor musun derdik. O da, “Hocam siz gidin. Biliyorsunuz ben kahvaltı yapmıyorum” cevabı verirdi. Biz bahçeye geçip kahvaltımızı yapmaya başlarken  bu prensip sahibi arkadaş ardımızdan  gelir, masamıza otururdu. Biz yerken o önce  bakar, sonra tekrar bakardı. “Buyur hocam” derdik. “Hocam size afiyet olsun. Biliyorsunuz ben kahvaltı yapmam” derdi. Biz kahvaltımızı yapmaya devam ederken bizim ki yavaştan yavaşa ekmekten koparmaya, ardından zeytin ve peynire uzanmaya başlardı. Sonra prensibini unutur, kendisini yemeye kaptırırdı. Her gün istisnasız biz ona kahvaltı teklifi yaptık. O da reddetti. Ardından abandı. Kahvaltıyı da böylece bizim 7 kişilik grubun sırtına yüklemiş oldu. Çay ise yine bizim şirkete aitti.  Biz her gün kahvaltıyı malum yerde yaptık. O istisnasız her gün masamıza oturdu. 18.gün “Arkadaşlar olmuyor böyle. Bir de çay parasını ben vereyim” dedi. Birbirimize bakıştık. Acı acı gülümsedik. “Önemli değil hocam! Yarın son gün, o zaman da sen verirsin” dedik. Dedik diyorum; deme görevi bana aitti zaten.  Son gün kahvaltıyı prensip sahibi arkadaşımızın nezaretinde yaptık. Bol bol çayımızı içtik. Ne de olsa çay parasını 18 gündür bizden geçinen arkadaş verecekti. Kahvaltı bitti. Çaylar içildi. Bizim 18 gün misafirimiz olan arkadaşın kalkıp çay parasını vermesini bekledik. O oturdu, biz oturduk.  Birkaç defa kalkalım dedik, birbirimize bakıştık. Yine kalkmadı. Oyalanmak için kahvaltıda dişlerimizin arasını karıştırmak için kürdanla oynadık. Kahvaltıda  diş kovuklarına ne girecekse!  Adam yine kalkmadı. Sonunda kalkıp çay parasını verdim. Bu sefer bizim ki “Hocam hani ben verecektim, niye verdiniz? Olmadı ama“ dedi. Ben “Niye olmasın hocam, bu bizim görevimiz, senin canın sağ olsun” dedim. Aslında arkadaşın prensibinin kahvaltı yapmamak değil, kahvaltı masrafına katılmama prensibine sahip olduğunu geç de olsa anladık. Kursun yolunu tuttuk. 04/02/2016 (Devam edecek)



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde