10 Şubat 2019 Pazar

Jurnalci Olmak İstemez miydiniz? *


Sözlükte jurnal, "Biriyle ilgili olarak yetkililere verilen kötüleme, ihbar yazısı" demektir. Jurnalci ise "Jurnal ederek yetkililere, yöneticilere yaranmaya çalışan kimsedir. Bir nevi ispiyoncu. Çünkü ispiyoncu da "Birinin sırlarını, davranışlarını, düşüncelerini gözleyerek yetkili kişilere bildirene" denir. Haldun Taner jurnalcilik yapanlar için "İhsan bekleyen bu çanak yalayıcı, bu jurnalci yaratıklar köpeklik tarihinin yüz karası idiler," der.

İster jurnalci, ister ispiyoncu, ister muhbir diyelim, bu işi yapma amacının bir yere gelmek için üst yöneticilere yaranmak ve yaltaklık yapmak, bir başkasını yakmak suretiyle mutlu olmak, bir başkasının mutsuzluğu üzerine mutluluk kurmak olduğu anlaşılmaktadır. Prim yapıyor olmalı ki jurnalcilik yapılıyor. Demek ki bazı üst yöneticiler böylesini istiyor ve yükselmek, bir yere gelmek isteyen de bu yola başvuruyor. 

Bahsettiğim jurnalci devlet adına iş yapan, devletin güvenliğini sağlamakla görevli istihbarat görevlisi değil. İstihbaratçının görevi zaten istihbarat toplamaktır. Kastım bunlar değil. Zaten bunlara jurnalci denmez. Halk ve devlet nezdinde bunlar muteberdir. Benim konu edindiğim jurnalci, üzerine vazife olmayan yalaka takımıdır. Oturduğu yerde insanları fişlemek görevini üstlenir. Herhangi bir kuruma gidip falan kimse şu şu işi yapıyor, şöyle biridir, demesine gerek yok. Nasılsa Bilgi Edinme diye bir şey var. Elindeki oyuncağı açıp çekemediği, kin beslediği insan hakkında ilgili kurumlara sanal alemden yazıp bilgi aktarıveriyor. Böyleleri, aklı sıra vatandaşlık görevini yaptığına da kendisini ve çevresini inandırır. Yaptığının yanlış olduğunu kabul etmez. Bu iş için vicdanının sesini de dinlemez. Kendisini de jurnalci, ispiyoncu, muhbir olarak görmez. Yazdığına da biraz hamaset kattı mı onun için yükselmenin sınırı olmaz. Bu tipler ne polistir ne askerdir ne de istihbaratçıdır. Bunlar gönüllü çanak yalayıcıdır, köpeklik tarihinin yüz karasıdır. Bu tiplerde bu mide, üst yöneticilerde de bunları tasvip olduğu müddetçe jurnalci için yükselmenin sınırı yoktur. İşine yarayacaksa anasını da satar, babasını da. Gerekirse hanımını da satar. Arkadaşmış, hiç önemli değil. Onun için tek şey vardır, yükselmek. Amaç bu olunca her yol, her şey mubahtır onun için. 

Her kaba göre şekil alan bu bukalemun tipler, yeri geldiği zaman istihbarat toplar, yeri gelir polis olur, yeri gelir hakim ve savcı olur. Seninle ilgili seni senden daha iyi tanıyacak şekilde senin niyetini okur, basit Aristo mantığından hareketle hakkında hükmünü de verir. 

Allah kimseyi jurnalci yapmasın. Toplumun ve çevresinin yüz karası olan bu tip jurnalcileri Allah ıslah eylesin. Hâlâ düzelmiyorlarsa şerrinden Allah herkesi emin eylesin. Arsız bu tiplerin eline kimseyi düşürmesin. Başkası adına kazdığı çukurların beterine kendileri düşsün. Düştüklerinde ne ağlayanı ne de elinden tutanı olsun. 

*20/02/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.




9 Şubat 2019 Cumartesi

Ölürsem Cenazemi Kim Kaldıracak Diyordum!


Ölüm sıra beklemez bilirim. Rab Teala haydi gel deyince yol görünür. İşim var, az daha bekle yoktur bu gerçeklikte. Öbür aleme gidince işim kül bilirim. Buna rağmen zaman zaman öldükten sonra cenazeme kim gelir, orta yerde kalır, etrafı kokutur muyum diye düşünürüm. Şimdi siz "Yeter ki ölmeyi gör, cenazeni biri kaldırır" diyebilirsiniz. Haklısınız. Öldükten sonra istersen cenazen kalkmasın da diyebilirsiniz. Bunda da hakkınız var. Ama buldum galiba cenazemi kimin kaldıracağını. Herkes "Sağlığında ne gördük ki ölümünde görelim” deyip gelmezse Cumhurbaşkanı kıldırır diyorum artık. Nasıl demeyin, hikayeyi okuyalım:

"Sultan Murad Han o gün bir hoştur. Telaşeli görünür. Sanki bir şeyler söylemek ister, sonra vazgeçer. Neşeli deseniz değil, üzüntülü deseniz hiç değil.
Veziriazam Siyavuş Paşa sorar:
—Hayrola efendim, canınızı sıkan bir şey mi var?
—Akşam garip bir rüya gördüm.
—Hayırdır inşallah?
—Hayır mı şer mi öğreneceğiz.
—Nasıl yani?
—Hazırlan, dışarı çıkıyoruz.
Ve iki molla kılığında çıkarlar yola. Görünen o ki, padişah hâlâ gördüğü rüyanın tesirindedir ve gideceği yeri iyi bilir. Seri, kararlı adımlarla Beyazıt'a çıkar, döner Vefa'ya, Zeyrek'ten aşağılara sallanır. Unkapanı civarında soluklanır. Etrafına daha bir dikkatle bakınır. İşte tam o sırada yerde yatan bir ceset gözlerine batar, sorarlar:
—Kimdir bu?
Ahali:
—Aman hocam hiç bulaşma, derler. Ayyaşın biri işte!
—Nerden biliyorsunuz?
—Müsaade et de bilelim yani. Kırk yıllık komşumuz.
Bir başkası tafsilata girer:
—Biliyor musunuz, der. Aslında iyi sanatkârdır. Azaplar çarşısında çalışır. Nalının hasını yapar. Ancak kazandıklarını içkiye, fuhşa harcar. Hem şişe şişe şarap taşır evine, hem de nerede namlı mimli kadın varsa takar peşine.
Hele yaşlının biri çok öfkelidir.
—İsterseniz komşulara sorun, der. Sorun bakalım onu bir cemaatte gören olmuş mu?

Hasılı, mahalleli döner ardını gider. Bizim tebdili kıyafet mollalar kalırlar mı ortada! Tam vezir de toparlanıyordur ki padişah keser yolunu:
—Nereye?
—Bilmem, bu adamdan uzak durmayı yeğlersiniz sanırım.
—Millet bu, çeker gider. Kimseye bir şey diyemem. Ama biz gidemeyiz, şöyle veya böyle tebaamızdır. Defini tamamlamak gerek.
—İyi ya, saraydan birkaç hoca yollar, kurtuluruz vebalden.
—Olmaz, rüyadaki hikmeti çözemedik daha.
—Peki ne yapmamı emir buyurursunuz?
—Mollalığa devam. Naaşı kaldırmalıyız en azından.
—Aman efendim, nasıl kaldırırız?
—Basbayağı kaldırırız işte.
—Yapmayın, etmeyin sultanım, bunun yıkanması, paklanması var. Tekfini, telkini...
—Merak etme ben beceririm. Ama önce bir gasilhane bulmalıyız.
—Şurada bir mahalle mescidi var.
—Olmaz, vefat eden sen olsaydın nereden kalkmak isterdin?
—Ne bileyim? Ayasofya'dan, Süleymaniye'den, en azından Fatih Camii'nden.
—Ayasofya ile Süleymaniye'de devlet erkanı çoktur. Tanınmak istemem. Ama Fatih Camii'ni iyi dedin.
Hadi yüklenelim.

Ve gelirler camiye. Vezir sağa sola koşturur, kefen tabut bulur. Padişah bakır kazanları vurur ocağa. Usulü erkanınca bir güzel yıkarlar ki naaş, ayan beyan güzelleşir sanki. Bir nurdur, aydınlanır alnında. Yüzü sakilere benzemez. Hem manalı bir tebessüm okunur dudaklarında. Padişahın kanı ısınmıştır bu adama, vezirin de keza. Meçhul nalıncıyı kefenler, tabutlar, musalla taşına yatırırlar. Ama namaz vaktine bir hayli vardır daha. Bir ara vezir sıkıntılı sıkıntılı yaklaşır.
—Sultanım, der. Yanlış yapıyoruz galiba.
—Nasıl yani?
—Heyecana kapıldık, sorup soruşturmadan buraya getirdik cenazeyi. Kim bilir belki hanımı vardır, belki yetimleri?
—Doğru! Öyle ya, neyse... Sen başını bekle, ben mahalleyi dolanıp geleyim.
Vezir, cüz okumaya tespih çekmeye döner, padişah garip maceranın başladığı noktaya koşar. Nitekim sorar soruşturur. Nalıncının evini bulur.

Kapıyı yaşlı bir kadın açar. Hadiseyi metanetle dinler. Sanki bu vefatı bekler gibidir.
—Hakkını helal et evladım, der. Belli ki çok yorulmuşsun.
Sonra eşiğe çöker, ellerini yumruk yapar, şakaklarına dayar. Ağlar mı? Hayır. Ama gözleri kısılır, hatıralara dalar belki. Neden sonra silkinip çıkar hayal dünyasından.
—Biliyor musun oğlum? diye dertli dertli söylenir. Bizim efendi bir âlemdi, vesselam! Akşamlara kadar nalın yapar. Ama birinin elinde şarap şişesi görmesin, elindekini avucundakini verir satın alırdı. Sonra getirip dökerdi helaya!
—Niye?
—Ümmeti Muhammed içmesin diye.
—Hayret!
—Sonra, malum kadınların ücretlerini öder eve getirirdi. Ben sizin zamanınızı satın aldım mı? Aldım, derdi. Öyleyse şimdi dinlenmeniz gerek. O çeker gider, ben menkıbeler anlatırdım onlara. Mızraklı ilmihal. Huccet-i İslam’dan okurdum.
—Bak sen! Millet ne sanıyor halbuki!
—Milletin ne sandığı umurunda değildi. Hoş, o hep uzak mescitlere giderdi. Öyle bir imamın arkasında durmalı ki tekbir alırken Kabe'yi görmeli derdi.
—Öyle imam kaç tane kaldı şimdi?
—İşte bu yüzden Nişancı'ya, Sofular'a uzanırdı ya. Hatta bir gün: Bak efendi, dedim. Sen böyle böyle yapıyorsun ama komşular kötü belleyecek. İnan cenazen kalacak ortada.
—Doğru, öyle ya?
—Kimseye zahmetim olmasın deyip, mezarını kendi kazdı bahçeye. Ama ben üsteledim. İş mezarla bitiyor mu, dedim. Seni kim yıkasın, kim kaldırsın?
—Peki o ne dedi?
—Önce uzun uzun güldü, sonra:
—Allah büyüktür hatun, dedi. Hem padişahın işi ne?"

Evet, Cumhurbaşkanı'nın işi ne? Benimkini de kaldırır.

Oh be! Rahatladım.



Belediyeciler Öbür Dünyada Hesabı Zor Verirler *


İstanbul Kartal'da 8 katlı bir bina çöktü. İçerisinde 43 vatandaşın olduğu sanılan binanın enkazından 21 ceset çıkarıldı, 14 vatandaş da yaralı. Ölenlere Allah'tan rahmet, yaralılara acil şifalar diliyorum. Allah beterinden korusun. Bizleri böyle afetlerle imtihan etmesin.

Burada kullandığım afet kelimesinden doğal afet anlamayalım; bu, Allah'ın kaderidir demeyelim. Çünkü bu olan bir intihardır. Kendi elimizle yapıp ettiğimiz, geliyorum diyen, kendi kendimizi ölüme davetiye çağırdığımız ve kendimizle beraber başka canları da ölüme gönderdiğimiz kasten adam öldürmedir. Bunun başka lamı cimi yoktur. 

Yıkılan bina kaç yıllık bilmiyorum. Ama görsel medyanın verdiği haberden binanın üç katının kaçak olduğunu öğrendik. Zamanında 5 kata ruhsat verilen binaya izinsiz üç kat daha ilave yapılmış. Burada suçlu kim? Şimdilik 21, daha başkalarına da mezar olacak bu katliamın katilleri kimler? Çünkü burada tek katil yok. Para hırsından binasının üzerine üç kat daha çıkan mülk sahibi katil midir? Evet katildir. Malzemeden çalan müteahhit katil midir? Evet, katildir. Kaçak bina yapımına izin veren veya görmezden gelen belediye yetkilileri katil midir? Evet, katildir. Denetimle görevli inşaat, mimar, mühendis her kim ise doğru dürüst görevini yapmamışsa bunlar katil midir? Evet katildir. Demirden, çimentodan, malzemeden vs çalarak binayı ucuza mal etmeye çalışanlar katil midir? Evet katildirler. Bu işte daha adını saymadığım katiller de çıkar. Çünkü bu işe sebep olan kim var ise benim nazarımda katildir.

Hangi katilin suçu daha büyük derseniz kaçak yapılaşmayı önlemekle görevli belediye yetkililerinin suçu daha büyük derim. Çünkü belediye isterse kaçak yapılaşmaya, kaçak kat çıkmaya göz açtırmaz. Küçük bir ihmalin sonucunda ölüm ve ölümlere sebebiyet verenler bu işin vebalinden bu dünyada kurtulabilirler ama aynı şeyi öbür dünya için aklıma bile getirmek istemiyorum. Zira öbür dünyadan kaçış yoktur. Her ihmal, her kasıt önümüze gelip adil bir şekilde yargılanacağız. Bu yıkılan binanın sorumluları zincirleme sorumlu olacak ve hak ettiği cezaya çarptırılacaklar. İşte burada belediyecilerin işi zor görünüyor. Rabbim bilir ama kurtuluşları yok. Kolay kolay hesap veremezler orada. Çünkü orada mazeret, gerekçe, bahane fayda etmeyecektir. Torpil zaten sökmez. Bundan dolayı belediyeci olmayı hiç istemedim. Çünkü sorumluluğu çok belediyenin.

Herkes sorumluluğuna göre orada hesap verecek. Belediyeci değilim ama işini, görevini tam yapmayan, sorumluluğunun gereğini yerine getirmeyen belediyeciler adına üzgünüm. 

*13/02/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Sebze Fiyatları ve Bir Merminin Fiyatı


Market ve semt pazarlarına sebze almak için alışverişe giden vatandaş fiyatlardan dertli. Çünkü fiyatlar gerçekten yüksek. Dar gelirli insanımız mutfak masrafını karşılamak için hesap kitap yaparken birileri de sebze fiyatlarındaki uçuk kaçık rakamları ekranlarda dile getirmeye başladı.

31 Mart Mahalli İdareler seçim startını Sivas'ta yaptığı miting ile veren Sayın Erdoğan, "domates, sivri biber, patlıcan, soğan gibi sebzelerin yüksek fiyatlarını" ağızlarına dolayanlara "Suriye'de kullanılan bir merminin fiyatı ne kadar" demek suretiyle birilerinin oyununa gelmemek gerektiğini ve yükselen bu sebze fiyatlarının belediyeler aracılığıyla düşürüleceğini söyledi. 

Erdoğan yaptığı konuşmada sebze fiyatlarıyla bir merminin fiyatını kıyaslamış oldu. Kıyas, kendi içinde mantıklı. Fakat bu kıyas doğru bir kıyas mıdır? Durduğunuz yere göre bu kıyası doğru görebilirsiniz. Ben bu kıyası doğru kabul etmeyenlerdenim. Biliyorum savaş demek maliyet demektir, can pazarı demektir, bir bedel ödemek demektir. Sınırlarımızı korumak ve bu ülkede sağ-salim yaşamak istiyorsak bedel ödeyeceğiz, kaç yıldır Suriye'de bunun mücadelesini veriyoruz. Söz konusu vatan ise gerisi teferruattır. Çünkü bu ülkede yaşamanın da bir bedeli vardır. Çanakkale'de, Kurtuluş Savaşında, 15 Temmuz'da bedel ödedik. Namahremimize el uzatılırsa yine bedel ödemeye devam edeceğiz. Cephede olan canını ortaya koyarken vatandaş olarak bizler de gerekirse yokluk çeker, ot yeriz. Çünkü bu mücadele topyekûn bir mücadele olursa bir anlam ifade eder.

Sebze fiyatları bu bedel ödemenin neresinde? Erdoğan'ın mitingde zikrettiği domates, biber, patlıcan pahalıdır. Çünkü bunlar yaz sebzesidir. (alınmasa da olur) Fakat bu pahalılıkta enflasyonun çift hanelerde gezmesinin rolü büyüktür. Enflasyon demek aracı fırsatçılara gün doğması demektir. Hükümet bir taraftan savaş yaparken diğer taraftan da fırsatı ganimete çevirmeye çalışan paragöz fırsatçılara göz açtırmaması lazım. Piyasanın arz talebe göre oluşması için belediyelerin tanzim satış noktaları oluşturması yerinde bir karardır.

Erdoğan'ın sebze fiyatlarıyla savaşta kullanılan mermiyi kıyaslaması -size garip gelebilir ama- benim aklıma bir başka kıyası getirdi. Ebrehe, Kabe'yi yıkmak için Mekke yakınlarına geldiğinde önce bir talan yaptırmış, vatandaşın develerine el koydurmuştu. Develerine el konanların arasında Abdulmuttalib'in develeri de vardı. Abdulmuttalip develerini istemeye gidince Ebrehe, "Ben de 'Kabe'yi yıkma' diye ricaya geldin sandım. Sen develerinin derdindesin." deyince Abdulmuttalip "Ben develerin sahibiyim, develerimi istiyorum. Kabe'nin sahibi vardır. O da onu koruyacaktır" cevabı verir.

Ordumuz bir taraftan savaş yaparken diğer taraftan hayat devam ediyor, vatandaş yiyip içiyor. Dervişin fikri ne ise zikri de odur misali bir tarafta can pazarı yaşanırken diğer taraftan boğaz harbi yapılmaktadır. Çünkü mutfakta yangın vardır. İkisi ile de mücadele edelim, düze çıkmak için gerekirse bedel ödeyelim ama ikisini birbirine kıyaslamayalım. Çünkü ikisinin yeri ayrıdır. Yönetim bakımından Erdoğan ülkenin halihazırdaki sahibidir. Ülkenin her şeyinden sorumludur, diyarı Dicle'de bir kurt bir koyunu kaparsa ondan da sorumludur. Çünkü yönetici olmak bunu gerektirir. Vatandaş da evin mutfağından sorumlu. Mutlaka hesap kitap yapmak zorunda.

Allah ülkemize yardım etsin. Ordumuz Suriye'de kazasız-belasız zafer elde etsin. Ekonomik darboğazdan dolayı ekonomik sıkıntı çeken dar gelirliye de yardım etsin. İnşallah en kısa zamanda bu iki savaşı da kazanırız.


Bazı Yaramaz Öğrenciler Hayra Sebep Olabiliyor


Eskiden okullarımızda, mahallemizde, ilçe ve illerimizde yabancı uyruklulara rastlamak pek mümkün değildi. Varsa da metropol diyebileceğimiz Ankara, İstanbul, İzmir gibi yerlerde bulunurdu. Ya şimdi? Son yıllarda ülkemizde ikamet eden bu tür yabancı uyrukluların sayısında epey bir artış var. Misafir değil, turist değil bunlar. Gitmemek üzere aramıza yerleşmişler sanki! 

Suriyeli mültecilerden bahsetmiyorum. Çünkü ülkemizde sadece Suriyeliler yok. Çoğunluk Suriyeli olmakla birlikte içlerinde Alman'ı, İsrailli, Afgan'ı, Etiyopyalı, Somalili var. Çocukları da bizim çocuklar gibi okullarımızda okuyor. Hepsi de tıpkı bizim çocuklar gibi Türkçe konuşuyorlar. İçlerinde bizim çocuklara uyum sağlayanları var, uyum sağlayamayanları da. Yaramaz olanları da var, tıpkı bizim çocukların içinde olduğu gibi. Başarısız olanları var, başarılı olanları da. Takdir alanları bile var. Hasılı ülkemiz küçük bir dünya oldu. Yetmiş iki milletten insan var desem abartmış olmam.

Yabancı uyrukluların içinde problemlileri yok mu? Olmaz olur mu? Tıpkı bizim çocukların içinden çıktığı gibi onların içinden de sorun olanları çıkabiliyor. Dersine giren öğretmenlere illallah dedirtebiliyor.

Bir ortaokulda görev yapan bir öğretmen anlattı: Bir sınıfa haftada 6-7 saat derse giriyor öğretmen. Sınıfında Filistinlilere kök söktüren, hayatı zindan ettiren, terör devletine mensup bir öğrencisi var. Kolay kolay ders işlettirmiyormuş sınıfta. Diğer öğrencilerle de arasında sorun çok oluyormuş. Annesini sık sık okula çağırıp durumu anlatıyorlar. Ama annesinin kızından beter olduğu ortaya çıkıyor. Çocuktan birileri, birileri de çocuktan şikayetçi olmak üzere bir teneffüs olmasa diğerinde kah öğretmen odasına kah okul idaresine girip girip çıkıyorlar. Öğretmen bu çocuktan dolayı kaç defa sınıfı terk etmek zorunda kalır.

Nihayet I.kanaat dönemi sona erer. Öğretmen 15 gün de olsa rahat bir nefes alır. Ama sayılı günler çabuk geçer. Tatil biter, II.dönem ders başı yapar. Ama çocuk yok sınıfında. Öğretmen de bir sevinç bir sevinç! Hayret ki hayret! Pek devamsızlık yapmayan çocuk ikinci gün de derse gelmez. Üçüncü günü de yok çocuk. O gün yapılan öğretmenler kurulu toplantısında müdür yardımcısı, okulca meşhur olan bu öğrencinin ailesi, başka bir ile yerleşmeye karar verdiği için çocuklarının kaydını aldıklarını açıklayınca tüm dertlerinden kurtulmuşçasına derin bir oh çeker öğretmen. Çünkü sevincine diyecek yoktur, rahat bir ders işleyecektir artık.

Öğretmen, çocuktan kurtulmayı elimin gözümün sadakası olsun diyerek kendi elleriyle yaptığı keki tüm meslektaşlarına ikram eder. El emeği, göz nuru keki tüm öğretmenler afiyetle yer.

Bu öğrencide olduğu gibi bazı yaramaz öğrencilerin bu yaramazlıkları bazen hayra sebebiyet verebiliyor. Çünkü kek ikramında yaramaz öğrencinin de payı var. Öğrenci yaramaz olmasaydı öğretmenler tam acıktıkları bir zamanda keki nereden görebileceklerdi? En azından gidişlerinde, öğretmenine kek yaptırabiliyor ve sayesinde yedikleri kekle diğer öğretmenler de bayram edebiliyor.

Her şerde bir hayır var dedikleri böyle bir şey olsa gerek. Darısı diğer yaramaz öğrencilerin başına!

Öğretmenin eline sağlık!



8 Şubat 2019 Cuma

"Savaş Kaçkını Suriyeliler!"


Ülkelerinde çıkan savaş dolayısıyla ülkelerinden kaçıp gelen 4 milyon Suriyeli ile 2011 yılından beri bir ve beraber yaşıyoruz. Okullarda, mahallemizde, 81 il ve ilçemizde, çarşı pazarda Suriye uyruklu birini görmek mümkün. Kimi kendi işyerini açmış, kimi sanayi vb. yerlerde işçi olarak çalışıyor. Kimi de dileniyor. Çoğunluğu mülteci olmakla beraber bir kısmı Türk vatandaşlığına geçmiş durumda. Biz koca koca evlerde 2-3 kişi hayatımıza devam ederken Suriyeliler daha küçük evlerde 15-20 kişi birlikte kalıyorlar.

6.sınıfta okuyan Suriyeli bir kız öğrenci, "Öğretmenim, dersinize çalışamadım. Çünkü evde çalışacak yer yok. 18 kişiyiz evde. Bugünkü dersimize bakabilmek için de banyoda ders çalıştım" dedi. Üzüldüm durumuna.

Burada niyetim 7 yıldır aramızda zorunlu ikamet eden Suriyelileri savunmak ya da onları eleştirmek değil. Katılır veya katılmazsınız, bir durum tespiti yapmaktır. Yani anlamaya çalışmak. Çünkü günümüzde eleştirmenin ötesinde maalesef bir durum tespiti yapmıyoruz. Ağzını açan "Bunlar var ya bunlar! Savaş Kaçkını bunlar. Vatan hainliği yaptıkları. İnsan savaş var diye ülkesini bırakır gelir mi? Ülkesine hayrı olmayanın bize hayrı olur mu? Üstelik ülkemizde bizden rahatlar, gülüp oynuyorlar. Sanki bu ülkenin öz evlatları! Devlet koruyor, bunlara para veriyor, hastanelerde öncelikliler, muayene ve ilaç parası vermiyorlar. Durmadan çocuk doğuruyorlar..." diyor. Daha başka neler deniyor neler! Söylenen bu şeylerde doğruluk payı olabilir. Ama gördüğüm eleştirmekten ve ayıplamaktan öte bir şey yapmıyoruz. Kınadığımız Suriyelilerin çoğu çatır çatır bizim dilimizi öğrenmiş ve içimizde yaşamak suretiyle yaşam mücadelesi veriyor. İçlerinde öyle öğrenciler var ki tıpkı bizim öğrenciler gibi takdir alabiliyor. 

Bizimle birlikte yaşayan bu Suriyeliler vatan haini mi? Vatanlarını satıp buraya mı geldiler? Bu soruya cevap vermeden önce Suriye savaşına bir bakalım. Suriye herhangi bir ülkeye karşı mı savaşıyor ya da bir ülke Suriye'ye mi saldırdı? Eğer böyleyse içimizdeki Suriyeliler kendi ülkelerine saldıran ülkeye karşı savaşmayıp bizim ülkemize geldikleri için bunlar vatan haini ve savaş kaçkınıdırlar. Hepimiz biliyoruz ki Suriye'ye dışarıdan bir saldırı yok. Dünyanın en azılı emperyalist devletleri Suriye üzerinden kirli bir savaş veriyor. ABD, Rusya, AB, İran, Suriye orada inisiyatif kapmaya çalışıyor. Yaptıkları, gövde gösterisinde kullandıkları da Suriyeli Müslümanlar. ABD'nin lehine savaşan asker Müslüman, Rusya için çarpışan hakeza Müslüman. Yani Suriye'de bir iç savaş var. Bunun adı kirli savaştır. Bu durumda Suriye'de kalanlar kimin adına savaşıyorlar? Yaptıkları, ülkelerini işgal ve saldırıdan kurtarmak mı? Hayır! Orada kalanlar halen ülkenin başında bulunan ya Esed, ya ABD, ya Rusya, ya DAEŞ adına var olma mücadelesi veriyorlar. Kim kimi öldürüyor? ABD, Rus askerini mi? Hayır! Birbirlerini öldürüyorlar. Yani Müslüman Müslüman’ı öldürüyor. Bize kaçıp sığınan Suriyeliler ülkelerinde kalsalardı kimle savaşacaklardı? Kendi kendilerine. Bu durum aynen böyle. Şimdi bu durumda siz olsanız Suriye'de kalıp savaşır mıydınız yoksa biz bu kirli savaşa alet olmayacağız deyip size sınırlarını açan bir ülkeye sığınır mıydınız? Durum aynen böyle. Önce bu durumu tespit edip bir hakkı teslim edelim.

İçimizdeki Suriyelileri eleştirirken kınarken yukarıda yaptığım tespitleri göz önünde bulundurmamızda fayda var. Bugün onların başına gelenin yarın bizim başımıza gelmeyeceğine bir garantimiz var mı? Ayıplarken ağzımızdan çıkanı kulağımız duysun. Büyük lokma yiyelim ama büyük konuşmayalım. 


Hali Pürmelalimiz Niçin Böyle? *


Toplum olarak birbirimize suç isnat etmede hiç üstümüze yoktur. En iyi yaptığımız, bir alanda ne kadar eksiklik ve kötülük varsa tüm suçu bir kesimin üzerine yıkmaktır. Böyle yapmakla gerçeği çözme gibi bir niyetimizin olmadığı aşikârdır. Kastımız, topu taca atarak kendimizi temize çıkarmaktır. 

Aslında bir toplum bozulmuşsa toplumun tüm bireylerinin payı vardır bunda. Yine bir toplum düzelmişse toplumun tüm bireylerinin hakeza payı vardır. Dejenere olmuş bir toplumda kimse temiz kalamaz. Örnek vermek istersek, eğitim ve öğretimdeki tüm aksaklıkların faturası öğretmenlere çıkarılır. Yine okullardaki veya toplumdaki ahlaki çöküntü ve ahlaki bozukluğun müsebbibi olarak imamlar ve ilahiyatçılar görülür, "Efendim! Bunlar görevini yapmıyor" denir. Bu konuda ben ne dersem boş! En iyisi meramımı anlatacak şu masaldır. Okuyup kendimize pay çıkaralım: 

"Vakti zamanında padişahın biri, ülkenin ileri gelen kâhinlerini çağırmış. Demiş ki, “ben rüyamı kaybettim. Onu bulun. Yoksa hepinizin kellesini alırım.”

Kâhinler korkmuş, bunun imkânsız olduğunu anlatmaya çalışmışlar ama padişah ikna olmamış.

Şehirde bir şeyh varmış. Çevresi onun ‘evliya’ olduğuna inanırmış. Kâhinler kapısını çalmış. “Hazret, padişahımızın bir buyruğu var. Rüya görüyormuş ama rüyasını kaybetmiş. Eğer onu bulmazsak hepimizin kellesi gidecek. Bize yardım et de rüyayı bulalım” demişler.

Şeyh demiş ki, “Ben bu işlerle uğraşmıyorum. Derdinize çare bulamam.” Kâhinler ağlamış, yalvarmış. Bunun üzerine şeyh kabul etmiş. Ormanda bir mağaraya çekilmiş. Dua etmiş, tefekkür etmiş, Allah’tan yardım istemiş.

İki gün sonra mağaraya bir yılan gelmiş. Şeyhe demiş ki, “Allah dualarına icabet etti, beni sana gönderdi. Padişaha git de ki, rüyasında kurt gördü. Kurt dünya malına tamah etmektir, bozulmaya delalet eder. Ülkenizdeki halk bozulmuş. Padişah vergileri iki katına çıkarsın. Sana da 40 altın verecek. Onun yarısı senin, yarısı benim. Tamam mı?” Şeyh tamam demiş söz vermiş.

Şeyh hemen yola koyulmuş padişahın huzuruna çıkmış: “Padişahım rüyanızda kurt gördünüz. Kurt aç gözlülüktür. Halkınız bozulmuş, vergileri iki katına çıkartın ki, halk aç gözlülüğün bedelini ödesin” demiş.

Padişah, “Doğru ben rüyamda kurt görmüştüm, demek anlamı buymuş. Vergileri iki katına çıkartın, bu şeyhe de 40 altın verin” demiş.

Şeyh altınları almış evine gitmiş. Düşünmüş, bu yılan altını ne yapacak? Gerek yok yarısını vermeye. Yılanın yanına gitmemiş.

Bir süre sonra padişah yine rüyasını kaybetmiş, şeyhi çağırtmış. Şeyh gelen kâhinlere, “Yahu o bir kere olur, artık yapamam” demiş. “Gelmezsen padişah buyruğuna karşı gelmiş olursun. Cezasını çekersin” demişler. Mecbur kabul etmiş.

Şeyh utana sıkıla mağaraya gitmiş. Beş gün yalvarmış, yakarmış. Aynı yılan yine gelmiş: “Derdini anladık. Padişaha de ki, rüyasında tilki gördü. Bu halkın kurnazlığa ve üçkâğıtçılığa meylettiğini gösterir. Vergileri en üst seviyeye çıkarsın ki bedelini ödesinler. Sana da iki kese altın verecek biri senin, biri benim. Söz mü?” Şeyh yeminler edip söz vermiş.

Padişaha aynı şekilde anlatmış. Padişah, “Evet doğru ben tilki görmüştüm. Demek anlamı buymuş. Vergileri en üst düzeye çıkartın, şeyhe de iki kese altın verin” demiş.

Şeyh altınlarla birlikte yılanın yanına giderken, “Yav yılan bu, altını yiyemez ki, en iyisi vermeyeyim” demiş ve evine gitmiş.

Bir vakit sonra padişah yine ferman buyurmuş. Şeyh bu kez korkudan itiraz etmemiş. Utana, sıkıla yılanın mağarasına gitmiş. Mahcup bir edayla yalvarmış, yakarmış. On gün sonra aynı yılan çıkagelmiş.

Sakin sakin yine anlatmış: “Padişaha de ki, rüyasında kuzu gördü. Bu halkın düzeldiğine delalet eder. Kuzu gibi olan halkın vergilerini en alt düzeye indirsin. Hazinesi altınla dolmuş. Sana iki katır yükü altın verecek. Biri senin, biri benim. Söz mü?” Şeyh yeminler etmiş ve söz vermiş. Padişahın huzuruna çıkmış.

Padişah şeyhe, “Gerçekten kuzu görmüştüm, demek anlamı buymuş. Halkımın vergilerini en alt düzeye indirin. Şeyhe de iki katır yükü altın verin” demiş.

Şeyh, evine gitmeden doğru yılanın mağarasına gitmiş.

“Yılan efendi, sana mahcubum. Daha önce verdiğim sözleri tutmadım. Şimdi bu altınların hepsi senin olsun. Ama bana niye hiç kızmadın onu anlamadım” demiş.

Yılan, “Şeyh Efendi, ben bir yılanım. Ne yapacağım altını? Seni denedim. Şunu anladım, bir ülkede toplumun ahlakı bozulmuşsa, şeyhi de bozuk oluyor. Toplum düzgün olunca, şeyhi de düzeliyor.”


Kıssadan hisseyi de siz çıkartın." (01/02/2019 Kemal Öztürk Yenişafak)

*11/02/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.