Ölüm sıra beklemez bilirim. Rab Teala haydi gel deyince yol
görünür. İşim var, az daha bekle yoktur bu gerçeklikte. Öbür aleme gidince işim
kül bilirim. Buna rağmen zaman zaman öldükten sonra cenazeme kim gelir, orta
yerde kalır, etrafı kokutur muyum diye düşünürüm. Şimdi siz "Yeter ki
ölmeyi gör, cenazeni biri kaldırır" diyebilirsiniz. Haklısınız. Öldükten
sonra istersen cenazen kalkmasın da diyebilirsiniz. Bunda da hakkınız var. Ama
buldum galiba cenazemi kimin kaldıracağını. Herkes "Sağlığında ne gördük ki
ölümünde görelim” deyip gelmezse Cumhurbaşkanı kıldırır diyorum artık. Nasıl
demeyin, hikayeyi okuyalım:
"Sultan Murad Han o gün bir hoştur. Telaşeli görünür.
Sanki bir şeyler söylemek ister, sonra vazgeçer. Neşeli deseniz değil, üzüntülü
deseniz hiç değil.
Veziriazam Siyavuş Paşa sorar:
—Hayrola efendim, canınızı sıkan bir şey mi var?
—Akşam garip bir rüya gördüm.
—Hayırdır inşallah?
—Hayır mı şer mi öğreneceğiz.
—Nasıl yani?
—Hazırlan, dışarı çıkıyoruz.
Ve iki molla kılığında çıkarlar yola. Görünen o ki, padişah
hâlâ gördüğü rüyanın tesirindedir ve gideceği yeri iyi bilir. Seri, kararlı
adımlarla Beyazıt'a çıkar, döner Vefa'ya, Zeyrek'ten aşağılara sallanır.
Unkapanı civarında soluklanır. Etrafına daha bir dikkatle bakınır. İşte tam o
sırada yerde yatan bir ceset gözlerine batar, sorarlar:
—Kimdir bu?
Ahali:
—Aman hocam hiç bulaşma, derler. Ayyaşın biri işte!
—Nerden biliyorsunuz?
—Müsaade et de bilelim yani. Kırk yıllık komşumuz.
Bir başkası tafsilata girer:
—Biliyor musunuz, der. Aslında iyi sanatkârdır. Azaplar
çarşısında çalışır. Nalının hasını yapar. Ancak kazandıklarını içkiye, fuhşa
harcar. Hem şişe şişe şarap taşır evine, hem de nerede namlı mimli kadın varsa
takar peşine.
Hele yaşlının biri çok öfkelidir.
—İsterseniz komşulara sorun, der. Sorun bakalım onu bir
cemaatte gören olmuş mu?
Hasılı, mahalleli döner ardını gider. Bizim tebdili kıyafet
mollalar kalırlar mı ortada! Tam vezir de toparlanıyordur ki padişah keser
yolunu:
—Nereye?
—Bilmem, bu adamdan uzak durmayı yeğlersiniz sanırım.
—Millet bu, çeker gider. Kimseye bir şey diyemem. Ama biz
gidemeyiz, şöyle veya böyle tebaamızdır. Defini tamamlamak gerek.
—İyi ya, saraydan birkaç hoca yollar, kurtuluruz vebalden.
—Olmaz, rüyadaki hikmeti çözemedik daha.
—Peki ne yapmamı emir buyurursunuz?
—Mollalığa devam. Naaşı kaldırmalıyız en azından.
—Aman efendim, nasıl kaldırırız?
—Basbayağı kaldırırız işte.
—Yapmayın, etmeyin sultanım, bunun yıkanması, paklanması
var. Tekfini, telkini...
—Merak etme ben beceririm. Ama önce bir gasilhane
bulmalıyız.
—Şurada bir mahalle mescidi var.
—Olmaz, vefat eden sen olsaydın nereden kalkmak isterdin?
—Ne bileyim? Ayasofya'dan, Süleymaniye'den, en azından
Fatih Camii'nden.
—Ayasofya ile Süleymaniye'de devlet erkanı çoktur. Tanınmak
istemem. Ama Fatih Camii'ni iyi dedin.
Hadi yüklenelim.
Ve gelirler camiye. Vezir sağa sola koşturur, kefen tabut bulur.
Padişah bakır kazanları vurur ocağa. Usulü erkanınca bir güzel yıkarlar ki
naaş, ayan beyan güzelleşir sanki. Bir nurdur, aydınlanır alnında. Yüzü sakilere
benzemez. Hem manalı bir tebessüm okunur dudaklarında. Padişahın kanı
ısınmıştır bu adama, vezirin de keza. Meçhul nalıncıyı kefenler, tabutlar,
musalla taşına yatırırlar. Ama namaz vaktine bir hayli vardır daha. Bir ara
vezir sıkıntılı sıkıntılı yaklaşır.
—Sultanım, der. Yanlış yapıyoruz galiba.
—Nasıl yani?
—Heyecana kapıldık, sorup soruşturmadan buraya getirdik
cenazeyi. Kim bilir belki hanımı vardır, belki yetimleri?
—Doğru! Öyle ya, neyse... Sen başını bekle, ben mahalleyi
dolanıp geleyim.
Vezir, cüz okumaya tespih çekmeye döner, padişah garip
maceranın başladığı noktaya koşar. Nitekim sorar soruşturur. Nalıncının evini
bulur.
Kapıyı yaşlı bir kadın açar. Hadiseyi metanetle dinler.
Sanki bu vefatı bekler gibidir.
—Hakkını helal et evladım, der. Belli ki çok yorulmuşsun.
Sonra eşiğe çöker, ellerini yumruk yapar, şakaklarına
dayar. Ağlar mı? Hayır. Ama gözleri kısılır, hatıralara dalar belki. Neden
sonra silkinip çıkar hayal dünyasından.
—Biliyor musun oğlum? diye dertli dertli söylenir. Bizim
efendi bir âlemdi, vesselam! Akşamlara kadar nalın yapar. Ama birinin elinde
şarap şişesi görmesin, elindekini avucundakini verir satın alırdı. Sonra
getirip dökerdi helaya!
—Niye?
—Ümmeti Muhammed içmesin diye.
—Hayret!
—Sonra, malum kadınların ücretlerini öder eve getirirdi.
Ben sizin zamanınızı satın aldım mı? Aldım, derdi. Öyleyse şimdi dinlenmeniz
gerek. O çeker gider, ben menkıbeler anlatırdım onlara. Mızraklı ilmihal.
Huccet-i İslam’dan okurdum.
—Bak sen! Millet ne sanıyor halbuki!
—Milletin ne sandığı umurunda değildi. Hoş, o hep uzak
mescitlere giderdi. Öyle bir imamın arkasında durmalı ki tekbir alırken Kabe'yi
görmeli derdi.
—Öyle imam kaç tane kaldı şimdi?
—İşte bu yüzden Nişancı'ya, Sofular'a uzanırdı ya. Hatta
bir gün: Bak efendi, dedim. Sen böyle böyle yapıyorsun ama komşular kötü
belleyecek. İnan cenazen kalacak ortada.
—Doğru, öyle ya?
—Kimseye zahmetim olmasın deyip, mezarını kendi kazdı
bahçeye. Ama ben üsteledim. İş mezarla bitiyor mu, dedim. Seni kim yıkasın, kim
kaldırsın?
—Peki o ne dedi?
—Önce uzun uzun güldü, sonra:
—Allah büyüktür hatun, dedi. Hem padişahın işi ne?"
Evet, Cumhurbaşkanı'nın işi ne? Benimkini de kaldırır.
Oh be! Rahatladım.
Gerçekten hoş bir hikaye. Ön yargıdan uzak olmak dikkat etmek gerek. Kimin ne olduğunu Allah tan başkası bilemez. İnşallah bizlerin cenazelerini de cumhurbaşkanımız kaldırır belli mi olur
YanıtlaSilHem Cumhurbaşkanı kaldırsın hem de dostlarımız olsun inşallah. Öncelikle Allah hepimize hayırlı ömür ve hayırlı ölümler versin. Ahireti kazananlardan eylesin.
YanıtlaSil