Ana içeriğe atla

Ölürsem Cenazemi Kim Kaldıracak Diyordum!


Ölüm sıra beklemez bilirim. Rab Teala haydi gel deyince yol görünür. İşim var, az daha bekle yoktur bu gerçeklikte. Öbür aleme gidince işim kül bilirim. Buna rağmen zaman zaman öldükten sonra cenazeme kim gelir, orta yerde kalır, etrafı kokutur muyum diye düşünürüm. Şimdi siz "Yeter ki ölmeyi gör, cenazeni biri kaldırır" diyebilirsiniz. Haklısınız. Öldükten sonra istersen cenazen kalkmasın da diyebilirsiniz. Bunda da hakkınız var. Ama buldum galiba cenazemi kimin kaldıracağını. Herkes "Sağlığında ne gördük ki ölümünde görelim” deyip gelmezse Cumhurbaşkanı kıldırır diyorum artık. Nasıl demeyin, hikayeyi okuyalım:

"Sultan Murad Han o gün bir hoştur. Telaşeli görünür. Sanki bir şeyler söylemek ister, sonra vazgeçer. Neşeli deseniz değil, üzüntülü deseniz hiç değil.
Veziriazam Siyavuş Paşa sorar:
—Hayrola efendim, canınızı sıkan bir şey mi var?
—Akşam garip bir rüya gördüm.
—Hayırdır inşallah?
—Hayır mı şer mi öğreneceğiz.
—Nasıl yani?
—Hazırlan, dışarı çıkıyoruz.
Ve iki molla kılığında çıkarlar yola. Görünen o ki, padişah hâlâ gördüğü rüyanın tesirindedir ve gideceği yeri iyi bilir. Seri, kararlı adımlarla Beyazıt'a çıkar, döner Vefa'ya, Zeyrek'ten aşağılara sallanır. Unkapanı civarında soluklanır. Etrafına daha bir dikkatle bakınır. İşte tam o sırada yerde yatan bir ceset gözlerine batar, sorarlar:
—Kimdir bu?
Ahali:
—Aman hocam hiç bulaşma, derler. Ayyaşın biri işte!
—Nerden biliyorsunuz?
—Müsaade et de bilelim yani. Kırk yıllık komşumuz.
Bir başkası tafsilata girer:
—Biliyor musunuz, der. Aslında iyi sanatkârdır. Azaplar çarşısında çalışır. Nalının hasını yapar. Ancak kazandıklarını içkiye, fuhşa harcar. Hem şişe şişe şarap taşır evine, hem de nerede namlı mimli kadın varsa takar peşine.
Hele yaşlının biri çok öfkelidir.
—İsterseniz komşulara sorun, der. Sorun bakalım onu bir cemaatte gören olmuş mu?

Hasılı, mahalleli döner ardını gider. Bizim tebdili kıyafet mollalar kalırlar mı ortada! Tam vezir de toparlanıyordur ki padişah keser yolunu:
—Nereye?
—Bilmem, bu adamdan uzak durmayı yeğlersiniz sanırım.
—Millet bu, çeker gider. Kimseye bir şey diyemem. Ama biz gidemeyiz, şöyle veya böyle tebaamızdır. Defini tamamlamak gerek.
—İyi ya, saraydan birkaç hoca yollar, kurtuluruz vebalden.
—Olmaz, rüyadaki hikmeti çözemedik daha.
—Peki ne yapmamı emir buyurursunuz?
—Mollalığa devam. Naaşı kaldırmalıyız en azından.
—Aman efendim, nasıl kaldırırız?
—Basbayağı kaldırırız işte.
—Yapmayın, etmeyin sultanım, bunun yıkanması, paklanması var. Tekfini, telkini...
—Merak etme ben beceririm. Ama önce bir gasilhane bulmalıyız.
—Şurada bir mahalle mescidi var.
—Olmaz, vefat eden sen olsaydın nereden kalkmak isterdin?
—Ne bileyim? Ayasofya'dan, Süleymaniye'den, en azından Fatih Camii'nden.
—Ayasofya ile Süleymaniye'de devlet erkanı çoktur. Tanınmak istemem. Ama Fatih Camii'ni iyi dedin.
Hadi yüklenelim.

Ve gelirler camiye. Vezir sağa sola koşturur, kefen tabut bulur. Padişah bakır kazanları vurur ocağa. Usulü erkanınca bir güzel yıkarlar ki naaş, ayan beyan güzelleşir sanki. Bir nurdur, aydınlanır alnında. Yüzü sakilere benzemez. Hem manalı bir tebessüm okunur dudaklarında. Padişahın kanı ısınmıştır bu adama, vezirin de keza. Meçhul nalıncıyı kefenler, tabutlar, musalla taşına yatırırlar. Ama namaz vaktine bir hayli vardır daha. Bir ara vezir sıkıntılı sıkıntılı yaklaşır.
—Sultanım, der. Yanlış yapıyoruz galiba.
—Nasıl yani?
—Heyecana kapıldık, sorup soruşturmadan buraya getirdik cenazeyi. Kim bilir belki hanımı vardır, belki yetimleri?
—Doğru! Öyle ya, neyse... Sen başını bekle, ben mahalleyi dolanıp geleyim.
Vezir, cüz okumaya tespih çekmeye döner, padişah garip maceranın başladığı noktaya koşar. Nitekim sorar soruşturur. Nalıncının evini bulur.

Kapıyı yaşlı bir kadın açar. Hadiseyi metanetle dinler. Sanki bu vefatı bekler gibidir.
—Hakkını helal et evladım, der. Belli ki çok yorulmuşsun.
Sonra eşiğe çöker, ellerini yumruk yapar, şakaklarına dayar. Ağlar mı? Hayır. Ama gözleri kısılır, hatıralara dalar belki. Neden sonra silkinip çıkar hayal dünyasından.
—Biliyor musun oğlum? diye dertli dertli söylenir. Bizim efendi bir âlemdi, vesselam! Akşamlara kadar nalın yapar. Ama birinin elinde şarap şişesi görmesin, elindekini avucundakini verir satın alırdı. Sonra getirip dökerdi helaya!
—Niye?
—Ümmeti Muhammed içmesin diye.
—Hayret!
—Sonra, malum kadınların ücretlerini öder eve getirirdi. Ben sizin zamanınızı satın aldım mı? Aldım, derdi. Öyleyse şimdi dinlenmeniz gerek. O çeker gider, ben menkıbeler anlatırdım onlara. Mızraklı ilmihal. Huccet-i İslam’dan okurdum.
—Bak sen! Millet ne sanıyor halbuki!
—Milletin ne sandığı umurunda değildi. Hoş, o hep uzak mescitlere giderdi. Öyle bir imamın arkasında durmalı ki tekbir alırken Kabe'yi görmeli derdi.
—Öyle imam kaç tane kaldı şimdi?
—İşte bu yüzden Nişancı'ya, Sofular'a uzanırdı ya. Hatta bir gün: Bak efendi, dedim. Sen böyle böyle yapıyorsun ama komşular kötü belleyecek. İnan cenazen kalacak ortada.
—Doğru, öyle ya?
—Kimseye zahmetim olmasın deyip, mezarını kendi kazdı bahçeye. Ama ben üsteledim. İş mezarla bitiyor mu, dedim. Seni kim yıkasın, kim kaldırsın?
—Peki o ne dedi?
—Önce uzun uzun güldü, sonra:
—Allah büyüktür hatun, dedi. Hem padişahın işi ne?"

Evet, Cumhurbaşkanı'nın işi ne? Benimkini de kaldırır.

Oh be! Rahatladım.



Yorumlar

  1. Gerçekten hoş bir hikaye. Ön yargıdan uzak olmak dikkat etmek gerek. Kimin ne olduğunu Allah tan başkası bilemez. İnşallah bizlerin cenazelerini de cumhurbaşkanımız kaldırır belli mi olur

    YanıtlaSil
  2. Hem Cumhurbaşkanı kaldırsın hem de dostlarımız olsun inşallah. Öncelikle Allah hepimize hayırlı ömür ve hayırlı ölümler versin. Ahireti kazananlardan eylesin.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde