17 Aralık 2018 Pazartesi

Celalettin Rûmî Kimdir? Ne Kadar Tanıyoruz?

Bu ülkenin sorunu çok. Saymakla bitmez. Bir tanesi de ölmüş-gitmiş, tarihe mal olmuş şahsiyetler. Yaşayan bizlerin kutuplaşmaya varan sorunları ölmüşler üzerinde de devam ediyor. Aynı kavgayı II. Abdülhamit, Vahdettin, Mehmet Akif, Said-i Nursi, Mustafa Kemal, İsmet İnönü, Adnan Menderes, Turgut Özal, Necmettin Erbakan, Süleyman Demirel ve benzerlerinin üzerinden devam ettiriyoruz. Kimimize göre bunlar birer hain, kimimize göre birer kahraman.  Aşırı nefret edenlerle, göklere çıkaranlar yüzünden bunları ve kimseyi olduğu gibi tanımıyoruz. Çünkü taraflar hep kendi penceresinden anlattı bunları. Kendilerinin tanıdığı veya tanımak istedikleri şekliyle tanıttılar bizlere. Bunlardan biri de Celalettin Rumi. 

Selçuklular döneminde yaşamış, bugün Konya ile özdeşleşmiş, bu şahsiyet kimimize göre Moğallarla anlaşmış bir işbirlikçi, meşhur eseri Mesnevi'sinde  ağza alınmayacak müstehcen hikayelere yer vermiş, eserini Kur'an'dan daha üstün gören, oğlu Alaaddin'i ve Nasrettin Tusi'yi Moğallar'a öldürten vs biri; kimine göre Anadolu'nın manevi mimarlarından, dine hizmet etmiş, çevresini aydınlatmış, ülkemize önemli eserler kazandırmış, hoşgörü sahibi bir Allah dostu. Eserlerinde yer verdiği müstehcen hikayeler hikmetlerle dolu, yazdığı her beytte derin manalar var. Mutasavvıf, postnişin ve Mevleviliğin kurucusu önemli bir şahsiyet.

Bu iki zıt anlayışa göre Celalettin Rumi'yi tanı da göreyim. Ne mümkün? Birinin ak dediğine, diğeri kara diyor. İşin ehli olduğunu söyleyenlerden bir kesim Celalettin Rumi'yi yerin dibine batırırken diğer kesim göklere çıkarıyor. İş bununla kalsa iyi. Durum bu olunca halk arasında öyle inanışlar dolaşmaya başlıyor ki dudağın uçuklar: "Mevlana türbesini ziyaret eden yarım hac sevabı alır", "Mevlana sayesinde Konya'ya bir şey olmaz. Zira Mevlana koruyor bu beldeyi", "Hz Pir'in huzuruna gidiyorum", "Bir savaş olduğunda türbedeki yatırlar mezarlarından kalkıyor, yerin altından geçip Alaaddin Tepesinden çıkarak savaşmaya gidiyorlar" gibi efsaneler de yok değil.

Gerçekten kimdir bu Celalettin Rumi? Ne kadar tanıyoruz? Bu kişiyi olduğu gibi tanıyamayacak mıyız? Tanımıyoruz gayri belli. İki zıt kutup, arasında anlaşmadan yakın zamanda çok tanınacak gibi görünmüyor. Çok bekleriz daha.

Aramızdaki bu zıtlıklar devam ettiği müddetçe oluşturduğumuz dezenformasyon sayesinde ölüler üzerinden kavgaya devam edeceğiz. Ne diyelim? Allah bizim hayrımızı versin.

16 Aralık 2018 Pazar

Mevlana Müzesi Ziyaretlerinde Gördüğüm Üç Yanlış *

Konya deyince herkesin aklına Mevlana Müzesi gelir.  Konya, Mevlana ile Mevlana da Konya ile özdeşlemiş durumda. Konya'ya gelip de bu müzeyi ziyaret etmeyen yok gibidir. Yine Konya dışında tanışma esnasında Konyalıyım dediğin zaman "Mevlana diyarındansın" diyen de eksik değil.

Her yıl 7-17 Aralık arasında Mevlana'nın vuslat yıldönümü anma programı (Şeb-i Arûs) düzenlenir. Bu programa katılmak için Türkiye'nin her bir yerinden ve dünyanın birçok ülkeden katılım olur, özellikle son gün akşam yapılan kapanış  törenine devlet erkânı da katılmaktadır. 

Yıl boyunca yapılan Mevlana müzesi vb. tarihi yerlere yapılan ziyaretler ve aralık ayında yapılan sema törenleri dolayısıyla Konya piyasası canlanır. Başta turistik eşya satan esnafın, otel ve lokanta sahiplerinin yüzü güler.

Burada niyetim Mevlana müzesini ve törenlerini anlatmak değil. Olaya bir başka açıdan yaklaşmak istiyorum. Daha doğrusu ziyaret esnasında gördüğüm bazı yanlış uygulamalara işaret edeceğim.

Müzeye girdikten sonra hemen dikkatimi bahçesindeki şadırvanın ortasına yapılmış havuzun içine atılan bozuk paralar çeker. Havuza para atarken kimseyi görmedim. Niçin atarlar bilmiyorum. Zaten para atan birini görsem yanına varıp niçin attığını sorarım. Eğer bunu yapan sevap olsun, dileklerim kabul olsun diye yapıyorsa havasını alır. Bu gidişle daha çok para atar böyleleri. Üstelik bu yaptıkları sevap olmadığı gibi dine sonradan sokuşturulmuş ve dinen caiz olmayan bidat bir harekettir. Yani günahtır. Böylelerinin amacı sevap kazanmak ise müze yetkililerine giderek müze giderleri için makbuz karşılığı bağışta bulunurlarsa daha iyi bir iş yapmış olurlar.

Müzede gördüğüm ikinci bir yanlış uygulama, müzenin içerisinde kadınların namaz kılmalarıdır. Gel de çık bu işin içerisinden şimdi. Namaz kılınan bu yere müze dense de burası düpedüz bir türbedir. Yine bildiğim kadarıyla türbe, kabir vb. yerlerde namaz kılınmaz. Burada namaz kılan kadınlar ne namazı kılarlar bilmiyorum. Ben orada iken namazını bitirip çıkan birini görsem "Hanımefendi, siz ne namazı kılarsınız burada? Benim bilmediğim bir durum varsa -ne olur- söyleyin, ben de kılayım" diyeceğim. Merak ediyorum burada namaz kılanlar namaz kılacak bir yer bulamadılar mı? Hâlbuki müzenin hemen yanında tarihi Sultan Selim Camii var. Namazlarını niçin burada değil de türbenin içinde kılarlar? Acaba birileri onların kulağına eğilip bu türbede namaz kılmak çok sevaptır mı dedi? Burada namaz kılanlar da daha çok sevap beklerler. Günah kazanmasınlar yeter.

Müzede gördüğüm bir diğer husus türbede metfun bulunanlar için eller açılarak yapılan dualardır. Dua etmeyi de mi sorun olarak görüyorsun diyebilirsiniz. Dua etmekte sorun yok. Hatta yapmamız gereken bir vecibe olarak görürüm dua etmeyi. Çünkü türbe, mezar görsek veya bir kabristanın yanından geçerken Fatiha okur, dua ederiz. Burada dikkat çektiğim, dua eden bazıları orada metfun bulunanlar için dua edeceği yerde onlardan yardım istiyorlar. İçinizden herkes sessizce elini açıp içinden okuyor, metfunlardan yardım istediğini nereden biliyorsun diyebilirsiniz. Havuza para atana niçin para attığını, türbenin içinde namaz kılanlara niçin namaz kıldıklarını sormadım ama oradaki yatırlar için yanımda dua eden birine ne dedin diye sordum. Bilin bakalım, ne cevap aldım. Bana "Mevlana'dan yardım istedim" dedi. Vallahi böyle dedi, billahi böyle dedi. Yani ölmüş birinden yardım istediğini söyledi bundan tam otuz yıl önce ellerini açmış dua eden biri. Yine bildiğime göre -ölen kim olursa olsun- ölmüş, gitmiş birinden yardım istenmez. İslam buna da cevap vermez. 

Affınıza sığınarak Mevlana müzesinde gördüğüm havuza para atma, içerisinde namaz kılma ve ölenlerden yardım isteme yanlışlarına işaret etmeye çalıştım. Bu değindiğim hususlara dikkat eden duyarlı ziyaretçi sayısı çok olsa da sayısı az da olsa sevap kazanacağım diye günaha giren ve bir çuval inciri berbat edenler de var. 

Ezcümle türbede havuza para atmak, türbenin içinde namaz kılmak ve ölmüşlerden yardım istemek dinen yasaktır! Aman dikkat! Pirince giderken evdeki bulgurdan olmayalım. (Sevap kazanacağız derken hazırında günaha girmeyelim.) 

* 28/12/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Vatandaşa Bir Dokun, Bin Ah İşit!

İşinden gücünden fırsat bulup çarşı-pazara bir dolaşmaya çıkarsan, bir tanıdığa rastlayıp bir kenar ve köşede laflarsan, insanların dert küpü olduğunu görürsün. Tek suçun ne var, ne yok demek. Hal-hatırdan sonra başlıyor konuşmaya. Yeter ki dokun, bin ah işitirsin. Çözüm mercii olmadığını bile bile vatandaş içini sana boşaltıyor.

Herkesin de derdi farklı farklı. Anlatılanlara göre kiminin çocuğu işe girememiş, kiminin çocuğu kazandığı halde torpili yeterli olmadığı için işe yerleşememiş, kiminin çocuğu mülakatta elenmiş, kimi borç batağı içerisine saplanmış, kimi ekonomik darboğaz içerisinde. Kiminin çocuğu işten çıkarılmış, kimininki içeride.

Kimi siyasetin gidişatını, ekonomik durumu, kimi açıklanan belediye başkanı adaylarını beğenmiyor. Kimi adaylık beklentisi içerisinde. Kimi oğluna kız, kimi de kızına damat arıyor. Kimi çocuklarının okumadığından dem vuruyor.

Önce anlatıyor anlatıyor, ardından sözü haksızlıklar yapıldığına getiriyor.

Gördüğüm kadarıyla herkes kendince bir problemin içerisine belenmiş, debelenip duruyor, çıkamıyor bir türlü. Yine herkes problemi karşıda görüyor, kendisini işin içerisine katmıyor. İşin olmayacak, bir de kafan götürecek dinleyip duracaksın. Sadece dinleyeceksin. Çünkü kimse senden çözüm önermeni beklemiyor. Senden tek istediği kendisini dinlemen. Dinlemenin dışında bir şey beklenmiyorsa iyiymiş falan demeyin. Dinleyen burada dinleye dinleye dert küpü olup çıkıyor. Çünkü senden istenen derdine ortak olman.

Dertsiz insan olmaz. Dert olacak ki insan çözmek için uğraşacak. Gözlemlerine göre 3-yıl öncesine göre insanlar daha bir karamsar. Geriye doğru gittiğimizi düşünüyorlar.

Konuşup içini döken ve bu yol ile rahatlayanların yanında bir de gördüğün zaman fellik fellik kaçan, kaçmıyorsa bile susan ama yüz hattından çok dertli olduğu belli olan içine kapanmış insanlar vardır. Ya sana selam verip uzaklaşıyor, ya görmezden gelerek geçip gidiyor, ya da seninle oturmak zorunda olursa hep susuyor, konuşmuyor. Hal hatır veya bir şey sorsan bana fazla soru sorma dercesine kısa cevaplar veriyor, gözlerini de kaçırıyor. Sen konuştuğun zaman hiç sohbete katılmıyor, sözlerine katılıyorum veya katılmıyorum da demiyor. Bu konu bunu açmadı, başka konu açayım diyorsun. Ona da bir şey demiyor. Böylelerini bedenen yanında ama ruhen uzaklarda olduğunu anlıyorsun hemen. Ruh gibiler anlayacağınız.

Konuşup derdini anlatan ve kafanı ağrıtanları öpüp başına koyasın geliyor içine kapananları görünce. Dertli oldukları ayan-beyan belli olmasına rağmen susmaları hayra alamet değil. Kendilerine de zarar verebilirler, çevresine de.

Adana'nın Fellahı Bana Güvendi ama Bir Konyalı Güvenmedi (2)

Aybaşı, komşu mezralardaki asil öğretmenler maaşlarını almak için Konya'ya giderlerken bana da gidelim dediler. Maaşımızı yapan mutemedin yanına gittik. Mutemet bana "Senin maaşın çalıştıktan sonra yatar, birinden sonra gel" dedi.

Çıktım dışarıya. Ne yapmalıyım? Eve erzak götürmeliyim. Çünkü çoluk-çocuk aş bekler benden. Cep yine delik her zamanki gibi! Orta-lise ve üniversite hayatım Konya'da geçmesine rağmen alışveriş yapıp yazdırabileceğim bir esnaf da yok. En iyisi fakülteli günlerimde sık sık gittiğim Ulusan İş Hanındaki çay ocağının girişindeki yiyecek malzemesi satan esnafa gideyim dedim. Ne de olsa tanışıyoruz. Çünkü bir ay öncesine kadar çay ocağına girip çıkarken tost vb. alışveriş yapıyor, hal-hatır soruyor, selam veriyordum. Küçücük dükkanı baba ve oğul birlikte çalıştırıyorlardı. Selam verdikçe ellerini göğüslerine götürerek derinden ve içten selamlarımı alırlardı hep. Birbirimizi isimcek bilmesek de simamızı, kim olduğumuzu, nereye girip çıktığımızı adımız gibi biliyorduk.(adım hocaydı onların nezdinde)

İçeride baba vardı. Selam verdim, ilavesiyle aldı selamımı hacı amcam. Nereden alışveriş yapacağımı tespit etmiştim ama amca, yazar mısın diye nasıl diyecektim. Ama mecburdum. Çünkü 75 km gideceğim mezrada bakkal yoktu. Ayın birine kadar ne yiyip içecektim sonra? Utana sıkıla "Bey amca! Beni tanıyorsun, ben içerideki çay ocağına sık sık gelir giderdim. Sizden de zaman zaman ufak tefek bir şeyler alırdım. Ben maaş almaya geldim ama maaşım birinde yatıyormuş. Alışveriş yapmam lazım. Acaba birine kadar bana veresiye verir misin" dedim. Demez olaydım! Çünkü az önce meramımı anlatırken “tamam” diyen bey amca, beni tepeden tırnağa önce bir süzdü ve bana "Olurdu ama seni tanımıyorum" dedi. Başımdan kaynar sular döküldü sanki o an. Ne diyeceğimi şaşırdım. Zaten kırmızıyım. İyice kıpkırmızı oldum. Amca nasıl tanımazsın dedim. Tekrar "tanımıyorum" dedi. 

Bu esnada oğlu girdi içeriye. Oğluna dönerek "Sen bu arkadaşı tanıyor musun, bizden birkaç kalem veresiye alacakmış" dedi. Bakma sırası oğlundaydı. O da bir güzel süzdü beni. Ardından "Verelim ben tanıyorum" dedi. Tüm umutlar tükenmişken yeniden bir umut belirdi. Ama çok sevinemedim. Kalsın, istemiyorum da diyemedim. Mecburen alışverişimi yaptım. İsmimi yazdırıp uzaklaştım. 

Ayın birinde ücretimi alır almaz gelip borçlarını ödedim. Bir daha da param varken bile alışveriş yapmadım buradan. Şimdi yapmak istesem de o işyerinin yerinde yeller esiyor zaten. Sanırım baba-oğul işletemedi, kimseye de devredemedi, kapatıp gittiler.

Nereden estiyse tanımadığım ama tanımadığı halde yazmaya bile gerek görmeden alışveriş yapmama imkân sağlayan Adanalı küçük esnaf geldi aklıma. Adam  bir görüşte bana güvendi deyip yazımı bitirirken tanıdığım ama beni tanımazlıktan gelen Konyalı esnaf geldi aklıma. (Adil olmalıydım. Adanalıyı yazmışsam, Konyalıyı da yazmalıydım.) 18 yıl önceki olay beni yeniden mutlu ederken 27 yıl önceki olay ise yeniden üzdü. Şu anda güven ve güvensizlikte bir bir berabereyim anlayacağınız.

Şimdi gitsem yerini bile bulamayacağım bana güvenen esnaf öyle zannediyorum, işini daha da büyütmüştür. Büyütmediyse de hala ticari hayata devam ediyordur. Konya'daki ise sırra kadem bastı, görünmüyor.

15 Aralık 2018 Cumartesi

Bu Kanepeler Yeni mi?


—Hanım! Bu kanepeler ne böyle? Yeni mi aldın? Bir de benden habersiz! Kaşla-göz arasında ne zaman alıverdin? Renkleri de güzelmiş! Oda açılıvermiş... 
—Ne kanepesi, ne rengi, ne açılması? 
—Şu oturduğum?
—Beş yıl önce aldığımız...
—Deme ya! Hani almak için günlerce şu mobilyacı senin, bu mobilyacı benim; şu renk, şu model olacak diye dolaşıp  durduğumuz ve sonunda aldığımız kanepeler mi? Onların rengi böyle miydi?
—Evet, ta kendisi! Bilemedin mi?
—Bilmez olur muyum? Dolaşmaktan ayaklarıma kara sular inmişti. Fiyatları da biraz tuzluydu. Aylarca taksit taksit ödeyeceğim diye didinip durmuştum. 
—Hele ki hatırladın!
—Hatırlamaz olur muyum? Hatta daha borcunu ödemeden, kanepenin üzerine doğru dürüst oturmadan tekrar çarşı pazar dolaşmıştık.
—Niçin çıkmıştık tekrar?
—Niçin olacak? Kirlenir, yıkaması zor olur diye beğenerek aldığımız kanepelerin üzerine yüz beğenmek için.
—Almayacak mıydık?
—Aldık zaten. Almayıp da ne yapacaktık?  Ben aklımı yolda bulmadım. Neymiş efendim! Kanepe açık renkmiş, kir götürmezmiş, üzerine yüz almalıymışız dedin durdun.
—Evet, kir götürmezdi.
—Tamam, kir götürmez biliyorum. Garibime giden, madem kanepenin üzerine yüz alıp rengini görmeyecektik. O zaman ne diye şu renk olsun, yok bu desen olsun deyip dükkân dükkân dolaşıp durduk? Nasılsa üzerini örtüp bir daha görmeyecektik, rastgele bir rengi alsaydık olmaz mıydı? Üstelik yorulmazdık da.
—Ama kanepelerimizin rengi güzel!
—Güzel de görmüyoruz ki! Rengi görse görse üzerine geçirilmiş yüz görüyor.
—Âlemsin valla!
—Valla ben mi âlemim, yoksa siz kadınlar mı önce bunu konuşmak lazım. Niye çıkardın kanepedeki yüzü?
—Biraz da böyle oturalım istedim.
—Sen, uçan kuştan esirgediğin rengi biraz da böyle oturalım diye çıkarmazsın. Çıkar ağzındaki baklayı!
—Değiştirelim artık!
—Neyi?
—Neyi olacak kanepeleri!
—Şu yüzüne bak! Hiç pörsümemiş, daha yepyeni duruyor.
—Ama alalı yıllar oldu. Daha mı oturalım?
—Ne yapalım yani? Aradan yıllar geçti diye bunları atalım mı?
—Yok atmayalım. Bir ihtiyaç sahibine veririz, hayrımız olur. Kimseyi bulamazsak çöpün oraya koyarız biri alır.
—Sen ciddi misin?
—Evet ciddiyim. Bizden sonra alanlar üzerimize kanepelerini değiştirdi.
—Sana hiçbir şey demiyorum. Sadece aklıma mukayyet olayım yeter!

14 Aralık 2018 Cuma

Soğan *


Hani şu doğrarken gözlerimizi yaşartan, yerken ağzımıza acı veren, acısından burnumuzu akıtan, verdiği acıdan dolayı iştahımızı açan, ardından hıncımızı daha fazla yemek yiyerek yemekten aldıran, sayesinde midemize eziyet ettiren, salataların içinde yer alan, pişirilen yemeklerin çoğu onsuz olmayan, mutfağın vazgeçilmez yiyeceği olan, yerin bitirdiği bir nimet var: Bunca özelliğini söyledim. Sanırım anladınız. Soğandan bahsediyorum. 

Fiyat yönünden zirvede. Piyasa ve pazarlarda yok satıyor.  Kışın zam şampiyonu. Tadı ağzımızı acıtırken fiyatı da cebimizi yakmaya devam ediyor. 

Hükümet, soğanın ateşini düşürmek için stokçuluk yapılıyor açıklamasını yaptı. Ardından birçok yerlere baskın yaptı. Stok yapılan tonlarca soğanı buldu ve piyasaya sürdü. TV ekranlarında saklanan soğanları  haber olarak gördükçe bundan sonra soğanın fiyatı düşer dedik. Günler, haftalar geçti. Nedense soğanın ateşi sönmedi, hâlâ zirvedeki saltanatını sürdürüyor, zirveyi de kimseye bırakmıyor. Semt pazarlarında doğru dürüst soğan yok. Tek tük varsa da tohumluk soğan diyebileceğimiz küçücük soğanın kilosu 3.5, orta büyüklükte biraz irisi 4 lira. Pazardaki diğer ürünlere farklı farklı fiyatlar çekilirken soğanın fiyatı tekel maddesi gibi standart. Farklı kuyumculardan altının gramına çeşitli fiyatlar verilirken soğanın fiyatı tek fiyat. (Bu benim gördüğüm pazardaki fiyatı. Bir de market veya manavlara soğan almak için gitsem göreceğim fiyat herhalde dudaklarımı uçuklatırdı.)

Fiyatların yükselmesinden üretici kazansa hiç gam yemeyeceğim. Alın terlerleridir, helâli-hoş olsun derim. Ama üretici kazanmıyor maalesef. 

Ne iş, nasıl iş, neler dönüyor anlayabilene aşk olsun. Hangi ürün olursa olsun, bir bakmışsın ki silah olarak kullanılıyor. Bir zaman pirinçte, sonra kırmızı mercimekte, ardından kırmızı ette aynı oyun oynandı. Fiyatlar uçuverdi birden. Kolay kolay da inmedi uzun süre.

Artık serbest piyasa diye bir şeye inanmıyorum. İpimiz paraya doymaz  birkaç kodamanın elinde. Onlar işini biliyor. Hasat zamanı borçlu üreticinin elindeki  ürünü burun kıvırarak yok pahasına satın alıyorlar, bir güzel stokluyorlar, tüm ürün ellerine geçince piyasaya yeterince ürün sevk etmiyorlar. Bir bakmışsın ki istedikleri ürün tavan yapmış. Vatandaşın cebi yanarken onlar keyif çatıyor hep. Zaten istedikleri de bu idi. Ne diyelim? Bunların gözlerini toprak doyursun.

Bazı ürünlerde fiyatlar bu şekil suni olarak yükseltildiğinde devlet hemen ithalat silahına sarılır. "Şu ürüne ithalat izni verilecek" açıklaması yapar yapmaz ürünün fiyatı gözle görülür bir şekilde düşmeye başlar. Devlet elindeki bu kozu niçin soğanda kullanmıyor, ne bekliyor?  Anlamış değilim.

* 19/12/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.





"Diş kirası" ve "Borç silme" Geleneklerimiz Varmış Bir Zamanlar ***

Ortaokul beşinci sınıflar için hazırlanmış ramazan ayı ve oruç başlıklı ünitenin konuları arasında "Kültürümüzde Ramazan Geleneği" konu edinilmiş. Ders kitabında bahsedilen bazı gelenekler bugün aynen yaşanıyor. Bazılarını ise -cehaletime verin- ilk defa duydum. Çünkü günümüze kadar maalesef gelmemiş. Dikkatimi çeken geleneklerimiz arasında "diş kirası" ve "borç silme" gelenekleri var. Bu iki geleneğimizden bahsetmek istiyorum. (Bu gelenekleri bilenler için yazım tekrar, bilmeyenler için yeni bir bilgi olsun.)

Osmanlı döneminde ramazan ayına mahsus sarayda iftar davetleri meşhurmuş. Saray, zengin-fakir herkese açıkmış. İftara davetli-davetsiz herkes gidebilirmiş. Bu tür iftar programını sadece saray değil, zenginler de yaparmış. Hazırlanan sofraya iftarını açmak için gelen misafirler karınlarını doyurup giderlerken ev sahipleri "Allah'ın lütfuyla soframıza konuk oldunuz, bizi bahtiyar ettiniz, sizi buraya kadar yorduk,  yemeğimizi yerken dişlerinizi yordunuz, bu da bizden dişinizin kirası olsun, lütfen şu hediyeyi bizden kabul buyurunuz" anlamında misafirlerine çeşitli hediyeler verirlermiş. 

Gelenin karnını doyurmakla kalmamışlar, üzerine bir de hediye vererek gönül almışlar, kimseyi kırmadan yolcu etmişler. Bu iftar ve diş kirası geleneğini kim düşündü, kim devam ettirdi ise çok ince düşünmüş. Helal olsun!

Şimdi tarihin tozlu raflarında diş kirası olarak yerini alan bu gelenek bildiğim kadarıyla devam etmiyor. (Siz en iyisi mi beni iftara çağırın, dişim kırılsa bile sizden asla diş kirası beklentisi içerisine girmem. Bunu da antrparantez burada söylemiş olayım.)
***
Unutulmuş Osmanlı geleneğinden bahsettik. Yine bugün bilinmeyen bir başka geleneğinden bahsedelim. Ramazan ayı gelince zenginler rastgele mahallelere dağılır; gördükleri bakkal veya manava girer, dükkân sahibinden veresiye defterini isterlermiş. Zengin, borç defterinin rastgele bir sayfasını açar, dükkân sahibine borcun toplamını hesaplattırır, borcu ödedikten sonra çeker gidermiş. İşte bu uygulamaya "borç silme" geleneği deniyor. 

Gördüğünüz gibi sağ elin verdiğini sol el görmeyecek misali, ne zengin borçluyu tanıyor ne de borçlu, borcunun kim tarafından ödendiğini biliyor. Zerre kadar riya yok, gösteriş yok bu uygulamada. Fakirin onurunun zedelenme durumu yok. Herhalde bu borç silme geleneğinin dünyada benzer örneği yoktur. Bakmayın şimdilerde birçok dükkân ve işyerinde "Veresiyemiz yoktur" yazdığına.  Biz böyle bir medeniyetin güzel gelenekleri üzerinde oturuyoruz da maalesef birçok güzelliğin farkında değiliz.  

Ezcümle şimdilerde veresiye yazma kalmadı. Bunun yerine kredi kartı borçları var. (Eğer ödemek isterseniz bir telefonunuz yeter. Zira telefonum 7/24 açık.)

Hem diş kirası, hem de borç silme geleneğini görünce bu kadar ince düşünen bu medeniyet nasıl yıkıldı, nasıl yok olup gitti? Biz bugün bu mirasın neresindeyiz? Beni üzen de bu!

Hazır Diyanet bu senenin temasını “Ramazan ve İnfak” olarak belirlemiş ve ülke bir ekonomik darboğazdan geçiyor iken fakir fukaraya karşı imkanlarımızı biraz daha zorlayalım derim.

***14/05/2019 tarihinde Barbaros ULU adıyla Pusula Haber gazetesinde yayımlanmıştır.