16 Aralık 2018 Pazar

Adana'nın Fellahı Bana Güvendi ama Bir Konyalı Güvenmedi (2)


Aybaşı, komşu mezralardaki asil öğretmenler maaşlarını almak için Konya'ya giderlerken bana da gidelim dediler. Maaşımızı yapan mutemedin yanına gittik. Mutemet bana "Senin maaşın çalıştıktan sonra yatar, birinden sonra gel" dedi.

Çıktım dışarıya. Ne yapmalıyım? Eve erzak götürmeliyim. Çünkü çoluk-çocuk aş bekler benden. Cep yine delik her zamanki gibi! Orta-lise ve üniversite hayatım Konya'da geçmesine rağmen alışveriş yapıp yazdırabileceğim bir esnaf da yok. En iyisi fakülteli günlerimde sık sık gittiğim Ulusan İş Hanındaki çay ocağının girişindeki yiyecek malzemesi satan esnafa gideyim dedim. Ne de olsa tanışıyoruz. Çünkü bir ay öncesine kadar çay ocağına girip çıkarken tost vb. alışveriş yapıyor, hal-hatır soruyor, selam veriyordum. Küçücük dükkanı baba ve oğul birlikte çalıştırıyorlardı. Selam verdikçe ellerini göğüslerine götürerek derinden ve içten selamlarımı alırlardı hep. Birbirimizi isimcek bilmesek de simamızı, kim olduğumuzu, nereye girip çıktığımızı adımız gibi biliyorduk.(adım hocaydı onların nezdinde)

İçeride baba vardı. Selam verdim, ilavesiyle aldı selamımı hacı amcam. Nereden alışveriş yapacağımı tespit etmiştim ama amca, yazar mısın diye nasıl diyecektim. Ama mecburdum. Çünkü 75 km gideceğim mezrada bakkal yoktu. Ayın birine kadar ne yiyip içecektim sonra? Utana sıkıla "Bey amca! Beni tanıyorsun, ben içerideki çay ocağına sık sık gelir giderdim. Sizden de zaman zaman ufak tefek bir şeyler alırdım. Ben maaş almaya geldim ama maaşım birinde yatıyormuş. Alışveriş yapmam lazım. Acaba birine kadar bana veresiye verir misin" dedim. Demez olaydım! Çünkü az önce meramımı anlatırken “tamam” diyen bey amca, beni tepeden tırnağa önce bir süzdü ve bana "Olurdu ama seni tanımıyorum" dedi. Başımdan kaynar sular döküldü sanki o an. Ne diyeceğimi şaşırdım. Zaten kırmızıyım. İyice kıpkırmızı oldum. Amca nasıl tanımazsın dedim. Tekrar "tanımıyorum" dedi. 

Bu esnada oğlu girdi içeriye. Oğluna dönerek "Sen bu arkadaşı tanıyor musun, bizden birkaç kalem veresiye alacakmış" dedi. Bakma sırası oğlundaydı. O da bir güzel süzdü beni. Ardından "Verelim ben tanıyorum" dedi. Tüm umutlar tükenmişken yeniden bir umut belirdi. Ama çok sevinemedim. Kalsın, istemiyorum da diyemedim. Mecburen alışverişimi yaptım. İsmimi yazdırıp uzaklaştım. 

Ayın birinde ücretimi alır almaz gelip borçlarını ödedim. Bir daha da param varken bile alışveriş yapmadım buradan. Şimdi yapmak istesem de o işyerinin yerinde yeller esiyor zaten. Sanırım baba-oğul işletemedi, kimseye de devredemedi, kapatıp gittiler.

Nereden estiyse tanımadığım ama tanımadığı halde yazmaya bile gerek görmeden alışveriş yapmama imkân sağlayan Adanalı küçük esnaf geldi aklıma. Adam  bir görüşte bana güvendi deyip yazımı bitirirken tanıdığım ama beni tanımazlıktan gelen Konyalı esnaf geldi aklıma. (Adil olmalıydım. Adanalıyı yazmışsam, Konyalıyı da yazmalıydım.) 18 yıl önceki olay beni yeniden mutlu ederken 27 yıl önceki olay ise yeniden üzdü. Şu anda güven ve güvensizlikte bir bir berabereyim anlayacağınız.

Şimdi gitsem yerini bile bulamayacağım bana güvenen esnaf öyle zannediyorum, işini daha da büyütmüştür. Büyütmediyse de hala ticari hayata devam ediyordur. Konya'daki ise sırra kadem bastı, görünmüyor.


15 Aralık 2018 Cumartesi

Bu Kanepeler Yeni mi?


—Hanım! Bu kanepeler ne böyle? Yeni mi aldın? Bir de benden habersiz! Kaşla-göz arasında ne zaman alıverdin? Renkleri de güzelmiş! Oda açılıvermiş... 
—Ne kanepesi, ne rengi, ne açılması? 
—Şu oturduğum?
—Beş yıl önce aldığımız...
—Deme ya! Hani almak için günlerce şu mobilyacı senin, bu mobilyacı benim; şu renk, şu model olacak diye dolaşıp  durduğumuz ve sonunda aldığımız kanepeler mi? Onların rengi böyle miydi?
—Evet, ta kendisi! Bilemedin mi?
—Bilmez olur muyum? Dolaşmaktan ayaklarıma kara sular inmişti. Fiyatları da biraz tuzluydu. Aylarca taksit taksit ödeyeceğim diye didinip durmuştum. 
—Hele ki hatırladın!
—Hatırlamaz olur muyum? Hatta daha borcunu ödemeden, kanepenin üzerine doğru dürüst oturmadan tekrar çarşı pazar dolaşmıştık.
—Niçin çıkmıştık tekrar?
—Niçin olacak? Kirlenir, yıkaması zor olur diye beğenerek aldığımız kanepelerin üzerine yüz beğenmek için.
—Almayacak mıydık?
—Aldık zaten. Almayıp da ne yapacaktık?  Ben aklımı yolda bulmadım. Neymiş efendim! Kanepe açık renkmiş, kir götürmezmiş, üzerine yüz almalıymışız dedin durdun.
—Evet, kir götürmezdi.
—Tamam, kir götürmez biliyorum. Garibime giden, madem kanepenin üzerine yüz alıp rengini görmeyecektik. O zaman ne diye şu renk olsun, yok bu desen olsun deyip dükkân dükkân dolaşıp durduk? Nasılsa üzerini örtüp bir daha görmeyecektik, rastgele bir rengi alsaydık olmaz mıydı? Üstelik yorulmazdık da.
—Ama kanepelerimizin rengi güzel!
—Güzel de görmüyoruz ki! Rengi görse görse üzerine geçirilmiş yüz görüyor.
—Âlemsin valla!
—Valla ben mi âlemim, yoksa siz kadınlar mı önce bunu konuşmak lazım. Niye çıkardın kanepedeki yüzü?
—Biraz da böyle oturalım istedim.
—Sen, uçan kuştan esirgediğin rengi biraz da böyle oturalım diye çıkarmazsın. Çıkar ağzındaki baklayı!
—Değiştirelim artık!
—Neyi?
—Neyi olacak kanepeleri!
—Şu yüzüne bak! Hiç pörsümemiş, daha yepyeni duruyor.
—Ama alalı yıllar oldu. Daha mı oturalım?
—Ne yapalım yani? Aradan yıllar geçti diye bunları atalım mı?
—Yok atmayalım. Bir ihtiyaç sahibine veririz, hayrımız olur. Kimseyi bulamazsak çöpün oraya koyarız biri alır.
—Sen ciddi misin?
—Evet ciddiyim. Bizden sonra alanlar üzerimize kanepelerini değiştirdi.
—Sana hiçbir şey demiyorum. Sadece aklıma mukayyet olayım yeter!

14 Aralık 2018 Cuma

Soğan *


Hani şu doğrarken gözlerimizi yaşartan, yerken ağzımıza acı veren, acısından burnumuzu akıtan, verdiği acıdan dolayı iştahımızı açan, ardından hıncımızı daha fazla yemek yiyerek yemekten aldıran, sayesinde midemize eziyet ettiren, salataların içinde yer alan, pişirilen yemeklerin çoğu onsuz olmayan, mutfağın vazgeçilmez yiyeceği olan, yerin bitirdiği bir nimet var: Bunca özelliğini söyledim. Sanırım anladınız. Soğandan bahsediyorum. 

Fiyat yönünden zirvede. Piyasa ve pazarlarda yok satıyor.  Kışın zam şampiyonu. Tadı ağzımızı acıtırken fiyatı da cebimizi yakmaya devam ediyor. 

Hükümet, soğanın ateşini düşürmek için stokçuluk yapılıyor açıklamasını yaptı. Ardından birçok yerlere baskın yaptı. Stok yapılan tonlarca soğanı buldu ve piyasaya sürdü. TV ekranlarında saklanan soğanları  haber olarak gördükçe bundan sonra soğanın fiyatı düşer dedik. Günler, haftalar geçti. Nedense soğanın ateşi sönmedi, hâlâ zirvedeki saltanatını sürdürüyor, zirveyi de kimseye bırakmıyor. Semt pazarlarında doğru dürüst soğan yok. Tek tük varsa da tohumluk soğan diyebileceğimiz küçücük soğanın kilosu 3.5, orta büyüklükte biraz irisi 4 lira. Pazardaki diğer ürünlere farklı farklı fiyatlar çekilirken soğanın fiyatı tekel maddesi gibi standart. Farklı kuyumculardan altının gramına çeşitli fiyatlar verilirken soğanın fiyatı tek fiyat. (Bu benim gördüğüm pazardaki fiyatı. Bir de market veya manavlara soğan almak için gitsem göreceğim fiyat herhalde dudaklarımı uçuklatırdı.)

Fiyatların yükselmesinden üretici kazansa hiç gam yemeyeceğim. Alın terlerleridir, helâli-hoş olsun derim. Ama üretici kazanmıyor maalesef. 

Ne iş, nasıl iş, neler dönüyor anlayabilene aşk olsun. Hangi ürün olursa olsun, bir bakmışsın ki silah olarak kullanılıyor. Bir zaman pirinçte, sonra kırmızı mercimekte, ardından kırmızı ette aynı oyun oynandı. Fiyatlar uçuverdi birden. Kolay kolay da inmedi uzun süre.

Artık serbest piyasa diye bir şeye inanmıyorum. İpimiz paraya doymaz  birkaç kodamanın elinde. Onlar işini biliyor. Hasat zamanı borçlu üreticinin elindeki  ürünü burun kıvırarak yok pahasına satın alıyorlar, bir güzel stokluyorlar, tüm ürün ellerine geçince piyasaya yeterince ürün sevk etmiyorlar. Bir bakmışsın ki istedikleri ürün tavan yapmış. Vatandaşın cebi yanarken onlar keyif çatıyor hep. Zaten istedikleri de bu idi. Ne diyelim? Bunların gözlerini toprak doyursun.

Bazı ürünlerde fiyatlar bu şekil suni olarak yükseltildiğinde devlet hemen ithalat silahına sarılır. "Şu ürüne ithalat izni verilecek" açıklaması yapar yapmaz ürünün fiyatı gözle görülür bir şekilde düşmeye başlar. Devlet elindeki bu kozu niçin soğanda kullanmıyor, ne bekliyor?  Anlamış değilim.

* 19/12/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.





"Diş kirası" ve "Borç silme" Geleneklerimiz Varmış Bir Zamanlar ***


Ortaokul beşinci sınıflar için hazırlanmış ramazan ayı ve oruç başlıklı ünitenin konuları arasında "Kültürümüzde Ramazan Geleneği" konu edinilmiş. Ders kitabında bahsedilen bazı gelenekler bugün aynen yaşanıyor. Bazılarını ise -cehaletime verin- ilk defa duydum. Çünkü günümüze kadar maalesef gelmemiş. Dikkatimi çeken geleneklerimiz arasında "diş kirası" ve "borç silme" gelenekleri var. Bu iki geleneğimizden bahsetmek istiyorum. (Bu gelenekleri bilenler için yazım tekrar, bilmeyenler için yeni bir bilgi olsun.)

Osmanlı döneminde ramazan ayına mahsus sarayda iftar davetleri meşhurmuş. Saray, zengin-fakir herkese açıkmış. İftara davetli-davetsiz herkes gidebilirmiş. Bu tür iftar programını sadece saray değil, zenginler de yaparmış. Hazırlanan sofraya iftarını açmak için gelen misafirler karınlarını doyurup giderlerken ev sahipleri "Allah'ın lütfuyla soframıza konuk oldunuz, bizi bahtiyar ettiniz, sizi buraya kadar yorduk,  yemeğimizi yerken dişlerinizi yordunuz, bu da bizden dişinizin kirası olsun, lütfen şu hediyeyi bizden kabul buyurunuz" anlamında misafirlerine çeşitli hediyeler verirlermiş. 

Gelenin karnını doyurmakla kalmamışlar, üzerine bir de hediye vererek gönül almışlar, kimseyi kırmadan yolcu etmişler. Bu iftar ve diş kirası geleneğini kim düşündü, kim devam ettirdi ise çok ince düşünmüş. Helal olsun!

Şimdi tarihin tozlu raflarında diş kirası olarak yerini alan bu gelenek bildiğim kadarıyla devam etmiyor. (Siz en iyisi mi beni iftara çağırın, dişim kırılsa bile sizden asla diş kirası beklentisi içerisine girmem. Bunu da antrparantez burada söylemiş olayım.)
***
Unutulmuş Osmanlı geleneğinden bahsettik. Yine bugün bilinmeyen bir başka geleneğinden bahsedelim. Ramazan ayı gelince zenginler rastgele mahallelere dağılır; gördükleri bakkal veya manava girer, dükkân sahibinden veresiye defterini isterlermiş. Zengin, borç defterinin rastgele bir sayfasını açar, dükkân sahibine borcun toplamını hesaplattırır, borcu ödedikten sonra çeker gidermiş. İşte bu uygulamaya "borç silme" geleneği deniyor. 

Gördüğünüz gibi sağ elin verdiğini sol el görmeyecek misali, ne zengin borçluyu tanıyor ne de borçlu, borcunun kim tarafından ödendiğini biliyor. Zerre kadar riya yok, gösteriş yok bu uygulamada. Fakirin onurunun zedelenme durumu yok. Herhalde bu borç silme geleneğinin dünyada benzer örneği yoktur. Bakmayın şimdilerde birçok dükkân ve işyerinde "Veresiyemiz yoktur" yazdığına.  Biz böyle bir medeniyetin güzel gelenekleri üzerinde oturuyoruz da maalesef birçok güzelliğin farkında değiliz.  

Ezcümle şimdilerde veresiye yazma kalmadı. Bunun yerine kredi kartı borçları var. (Eğer ödemek isterseniz bir telefonunuz yeter. Zira telefonum 7/24 açık.)

Hem diş kirası, hem de borç silme geleneğini görünce bu kadar ince düşünen bu medeniyet nasıl yıkıldı, nasıl yok olup gitti? Biz bugün bu mirasın neresindeyiz? Beni üzen de bu!

Hazır Diyanet bu senenin temasını “Ramazan ve İnfak” olarak belirlemiş ve ülke bir ekonomik darboğazdan geçiyor iken fakir fukaraya karşı imkanlarımızı biraz daha zorlayalım derim.



***14/05/2019 tarihinde Barbaros ULU adıyla Pusula Haber gazetesinde yayımlanmıştır.


Her Yaşın Ayrı Bir Güzelliği mi Var? **

Biri karşına çıkıp saçların dökülmüş ve ağarmış dediğinde yaşlandık artık diyorsun. Hemen "Her yaşın ayrı bir güzelliği var" cevabı alıyorsun. Sahi öyle mi, her yaşın ayrı bir güzelliği var mı? 

Çocukluğu anladım, gençlik o biçim zaten, olgunluk çağı diyebileceğimiz 35-50 yaş arasına da eyvallah diyelim. Ya sonrası? Sonrası malum yaşlılık! Yaşlılığın neresinde güzellik var?

Şikayet değil elbet yazacaklarım. Fani bir varlık olarak Rab Teala müsaade ederse bebeklik, çocukluk, gençlik, olgunluk ve yaşlılık dönemlerini göreceğiz. 

Yaşlılık, istenecek ve temenni edilecek bir durum değil. Hoş istemesen de o gelip seni bulacak zaten.

Nedir yaşlılık? Ölümü gördüğün, iliklerine kadar her daim hissettiğin ölüm kapında. Belirtileri; yüzün kırışması, saçların ağarması, dişlerin çürüyüp dökülmesi,  yeni suni dişlerin takılması, eskisi gibi koşamaman, yürürken bile nefes nefese kalman, ayakları katlayamaman, gözlerinin yakını görmemeye başlaması, kulağın az işitmesi, prostatının belirtileri, toplu ulaşımlarda küçük ve gençlerin "Bey baba, gel buraya otur demesi", çoluk-çocuğunun bakışlarından seni angarya gibi gördüklerini hissetmen, alınganlıklarının artması, vücudunun değişik yerlerinde ağrı ve sızıların artması, kireçlenmenin çoğalması, doğal dişleri kaybetmen dolayısıyla yediğin ve içtiğinden zevk almamaya başlaman, yediğinin-içtiğinin dokunması, ilaç veya ilaçlara bağlı olarak yaşamaya başlaman, akranlarının veya senden büyüklerin bir bir sırayla gitmesi, seni görenlerin yaşına göre iyisin demeleri, kapını zorunlu çalanların dışında açan olmaması, eskisi gibi yük ve eşya taşıyamaman vs yaşlılığın belirtileri olarak sayılabilir. İşte yaşlılık deyince bunlar aklıma geldi hemen. 

Merak ediyorum bu saydıklarımın hangisi istenen bir durum? Neresi güzeldir bunun? Hz Ömer'in "Bana her gün ölümü hatırlatacaksın" diye parayla tuttuğu adamın "Saçların ağardı, bana ihtiyacın kalmadı, o saçların her gün sana ölümü hatırlatacak, artık bana müsaade demesi" gibi saçların ağarmasının ötesinde bize ölümü hatırlatacak bin bir yönümüz “ben pert oldum artık” diye ayan beyan kendini gösteriyor. Çünkü vücut dökülüyor. Bu durumda gezip dolaşsan, yiyip içsen pek tadı olmuyor artık. Çünkü her günün, her yeni yaşın ölüme biraz daha yaklaştırıyor seni. 

Düşünüyorsun durmadan. Buradan geriye dönüş de yok. Her gün yol alıyorsun öbür dünyaya doğru. Geldim, doyamadan gidiyorum diyorsun. Çünkü seni ebedi âlem çağırıyor her gün. Gideceksin oraya! Zira kurtuluş yok. 

Peki, seni hala düşündüren nedir o zaman? Ameller. Hep bu dünyaya çalıştım. Hepsi burada kalacak, ben öbür dünyaya ne götüreceğim, yeterince hazır mıyım diyorsun. Kim bu konuda yaptıklarını ve kazandıklarını yeterli görebilir ki? İşte insanı kara kara düşündüren de burası. Rabbül âleminin yüzüne nasıl bakacağım, beni neyim kurtaracak diye düşünüyorsun hep.

Hoş ben böyle diyor, yaşlılığı böyle görüyorum. Ama çoğu zaman ölüm de bir kurtuluş oluyor. Allah herkese hayırlı ömür ve ölümler nasip etsin. 

**16/12/2018 tarihinde kahtasoz.com'da yayımlanmıştır.

MEB'in Merkez ve Taşra Teşkilatlarının Önceliğini Bilen Var mı?


Baştan söyleyeyim MEB'in önceliğinin eğitim ve öğretim değil. MEB'in önceliği seminer ve kurs düzenlemek. Bu tespitimin doğruluğunu araştırmak bedava. Üstelik fazla çaba göstermenize gerek yok. Bunun için okula gitmeye de gerek yok. Okulda okuyan çocuğunuz varsa günde kaç saat dersinin boş geçip geçmediğini sormanız yeterli.

Nerede bu öğretmenler? Raporlu mu? Bir mazereti mi var? Çok az sayıda bir manisi çıkan veya hasta olup dersine gelemeyen öğretmen olabilir. Dersine giremeyen öğretmenlerin çoğunluğu işgüzar yetkili kişiler tarafından ya seminere ya konferansa ya kursa alınır. Boş geçen dersler bu şekilde oluşmaktadır. Sadece bu örnek bile MEB'in derdinin eğitim ve öğretim olmadığını göstermektedir.

Yazık değil mi dersi boş geçen bu çocuklara! Bir öğrenci için dersten daha önemli ne olabilir? Eğitim ve öğretimin içinde öğretmeni girmekle yükümlü olduğu dersten alıp ona kurs vermenin izahı ne olabilir? Veliler, dersleri boş geçsin diye mi çocuklarını okullara gönderiyor? Güya MEB öğretmenleri hizmet içi eğitime alıyor. Bu işi yaparken diğer bir şeyi yıkıyor. MEB yola çıktıktan sonra yolda kervan düzmekten ne zaman vazgeçecek? MEB'in bu yaptığı işe ancak çiş yapma denir.

Anladığım kadarıyla MEB'de işler tepeden aşağıya emir-komuta şeklinde işliyor. Ankara şu şu konularda seminer, kurs, toplantı vs düzenlenecek diye karar veriyor. Taşra, zaman müsait mi deme ihtiyacı duymadan emir demiri keser misali hazır ol vaziyetine geçiyor ve Bakanlığın istediği etkinliği sırf yerine gelsin diye açıyor. İstenilen aktivite dersi etkileyecekmiş, verimli olmayacakmış hiç önemli değil.

MEB'in sayın yetkilileri! Ne yaparsanız yapın ama önceliğiniz eğitim ve öğretim olsun. Bunu dert edinin. Doğruluğuna kendinizin bile inanmadığı boş işlerle uğraşmaktan vazgeçin. Ne olur, kafanızı kumdan çıkarıp etrafınıza bir bakın!

Partiler İttifak Yerine Birleşmeyi Deneseler! ***


Sayısı 90'dan fazla siyasi partimiz var. Adı-sanı duyulmayan irili-ufaklı partilerimizin çoğu tabela partisidir. Seçimlere giren parti sayısı genellikle iki elin parmakları kadar. Diğerleri ne yapar, ne eder, niçin varlar, pek bilinmez. Daha doğrusu ben bilmiyorum. Bazıları da ederinden yani aldığı oydan fazla ses çıkarır, her seçime girer, pusulalarda yer işgal eder. Kayıtlı üyeleri kadar bile oy almamalarına ve her seçim sonucunda "diğer" olarak isimlendirilmelerine rağmen siyasi hayatlarına hala devam ediyorlar. Bu iş olmayacak deyip partilerini kapatmadıklarına göre durum ve vaziyetten memnun olsalar gerek. Hasılı bu ülkede kurulmuş ve siyasi hayatına devam eden partilerin ne yapmak istediğini bir bilirsek bu ülkenin birçok sorunu halledilir gibi geliyor bana.

24 Haziran 2018 genel seçimleriyle birlikte siyasi hayatımıza ittifaklar resmen girdi. Cumhur ittifakı ve Millet ittifakı siyasi tarihimizdeki yerini aldı. Şimdi 31 Mart 2019 mahalli seçimlerine giderken yine ittifaklar gündemde. Ama bu sefer resmen değil, birinin aday çıkardığı yerde diğeri aday çıkarmayacak, aday çıkarmışsa geri çekecek, diğer partiyi destekleyecek. Neredeyse 81 il; şu ilde sen, bu ilde ben aday çıkarayım şeklinde parsellendi. Partiler bu yol ile birbirini örtülü olarak destekleyecek. Sonuçta hangi ili, hangi partinin belediye başkanı kazanır, evdeki hesap ne kadar seçmene uyar, bunu 31 Mart gecesi anlayacağız.

Merak ettiğim madem partiler seçim kazanmak için asgari müştereklerde bir araya gelip nasıl kazanırız hesabı yapabiliyorsa, ortak bir hedef etrafında birleşebiliyorsa, günlerce bir araya gelip toplantı üzerine toplantı yapabiliyorsa ve aralarında çıkar ilişkisine dayalı bir hukuk oluşabiliyorsa niçin tek çatı altında birleşme yolunu denemezler? İttifak için bir araya gelen partiler, partilerini birleştirme için çaba sarf etseler bence daha mantıklı bir iş yapmış olurlar. Hem kendileri yorulmaz, hem günlerce aralarında anlaşabilecekler mi konusu gündeme gelmez. Üstelik partilerini birleştirerek tek parti etrafında teşkilâtlanmaları ülkenin, kendilerinin ve seçmenin yararınadır. En azından ülkede bir sinerji meydana getirmiş olurlar ve kazanmak için seçmenlerine daha güven vermiş olurlar. Bu yol izlendiği takdirde partiler maddi açıdan da rahata kavuşurlar. Her parti her ilde teşkilâtlanacağım, il-ilçe binası bulacağım, buraların kirasını vereceğim külfetine de katlanmak durumunda kalmaz. Kiraya verecekleri parayı seçim propagandasında harcamış olurlar. 

İlk başta ittifak çerçevesinde bir araya gelip birlikte seçime girebilenler bence ittifaktan ziyade tek parti çatısı altında birleşmeyi düşünmeliler bundan sonra. Bu iş zor; biri Hanya, diğeri Konya demeyin. Denemekte fayda var. Nasıl ki küçük çıkarlarda bir araya gelebilenler niçin daha büyük çıkarda bir araya gelemesin. Eğer bu önerim kabul görmezse daha biz birçok seçimde seçim öncesi durmadan ittifaklar konuşmaya devam ederiz.

*** 20/12/2018 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.