12 Aralık 2018 Çarşamba

Bahtsızlığım Adımın Ramazan Olması mı ki?


Hangi makam olursa olsun bir makama gelme konusunda ne kadar uğraşsam, ne kadar istesem, ne kadar beklenti içerisine girsem de olmadı bir türlü. Küçük de olsa zaman zaman bir koltuğa sahip  olsam da uzun süreli olmadı. Hep altımdan kayıp gitti. Bahtım kapalı anlayacağınız.

Bazen ismimden mi kaynaklanıyor bu bahtsızlığım diyorum. Ramazan orucu tutulurken doğduğum için babam adımı Ramazan koymuş. Ramazan "yanmak" demekmiş: “Ramaz” kelimesi güneşin sıcaklığının şiddetinden gayet kızmasıdır ki böyle pek kızgın yere 'ramda' denir. 'Ramazan' 'ramda' mastarından 'yanmak' manasına gelir. Yani kızgın yerde yalın ayak yürümekle yanmak demektir. Bu aya 'Ramazan' denmesinin bir sebebi; bu ayın günahları yaktığıdır. Bu ayda açlık, susuzluk hararetinden ıstırap çekilir. Veyahut oruç hararetinden günahlar yakılır. (Elmalılı Hamdi Yazır)

Gördüğünüz gibi adımdan hareketle ben; yanmak, kızgın yer, açlık ve susuzluktan dolayı ıstırap çekmek gibi anlamlara geliyorum. Ramazan günahları yakıyor ama benim günahlarım yanıyor mu, yanmıyor mu bilmiyorum ama görünen benim yanmaya devam ettiğim.

Acaba diyorum adım Ramazan değil de Ali olsaydı, sanki Alilerin bahtı açık gibi sanki. Gerçi piyasada adı Ali olan birçok kişi var. Kimi bir yerlere gelmiş, kimi gelememiş. O zaman tek başına Ali de pek işe yaramıyor. Mesela adımın başına bir bin eklenseydi de adım Binali olsaydı bin Ali’nin yaptığı işe talip olsaydım işte o zaman binde bir şansım olurdu diye düşünüyorum. Şahsen ben Binali Bey’in ulaştığı makamlara bir göz atıyorum da mübareğin gelmediği makam yok. Yeter ki kendisi istesin. Allah yürü ya kulum demiş. Sen yeter ki işini yap, bütün makamlar altına bir bir gelecek demiş sanki! Gerçi hiçbir makama talip olmadı bugüne kadar. Hepsi ayağının altına bir bir geldi. İTÜ’nün Gemicilik bölümünü bitirdikten sonra adını ilk kez İDO müdürü olarak duyurdu. 2002 yılında vekil seçildi. Hemen Ulaştırma Bakanı oldu. Yıllar yılı hem vekilliği devam etti, hem de bakanlığı. Başbakanlar değişti, onun bakanlığı hiç değişmedi. Hâlihazırda TC’nin en uzun Ulaştırma Bakanlığı yapma rekorunu elinde bulunduruyor. Başbakan oldu, kendi eliyle başbakanlığı kaldırdı. Ardından TBMM başkanı seçildi. Şimdi de İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı adaylığına adı geçiyor. Adı bugün yarın açıklanır. Küçüklü büyüklü koltukları saymıyorum bile.

Geç mi oldu bilmiyorum. Acaba adımı Binali diye değiştirsem bahtım açılır mı diye düşünüyorum. Ama tek başına adımın Binali olması belki yeterli gelmeyebilir. Bir de gemicilik bölümünü okumak lazım sanırım. Çünkü denizlere hâkim olan karaya da hakim olur. Geçmişten beri denizlere hakim olan, donanması olan devletler dünyaya hakim olmuşlardır. Bu yaştan sonra adımı değiştirsem kimse bana Binali diye hitap etmez. Yine Ramazan diyecekler. Haydi adım Binali, lütfen beni bundan sonra Ramazan diye hitap etmeyin. Zira o sizin tanıdığınız Ramazan öldü derim. Hatta gazete ve televizyonlara düzeltme yazısı gönderirim. Burası kolay! Ama gemiciliği nasıl okuyacağım. Daha yüzmeyi bilmiyorum. Bir gemi görsem mertek sanırım. Sonra sınıfları nasıl geçip mezun olabileceğim? Haydi bunu da yaptım, azmin zaferi olarak başardım diyelim. Bürokraside göz doldurabilecek miyim? Haydi bunu da başardım diyelim. Bana kim destek olacak? Tayyip Bey beni keşfedebilecek mi?

Gördüğünüz gibi işim zor!

"Ben ne yaptığımı biliyor muyum?" ***


11/12/2018 günü Rize'den gelen haber yüreğimizi dağladı. Çünkü üniversite okumak için tayin talebinde bulunan bir polis tarafından makamında Rize Emniyet Müdürü şehit edildi. Yine o esnada makamda bulunan personel şube müdürü de sırtına ve göğsüne aldığı kurşunlar nedeniyle yoğun bakımda hayat-memat mücadelesi veriyor. Kurşun sesine koşup gelen Emniyet Müdürünün koruması da bu cinnet olayında yine aynı kişi tarafından yaralanıyor ve ayağından yaralanan zanlı silahını bırakarak teslim oluyor.

Sosyal medyada Rize Emniyet Müdürü şehit oldu başlığını görünce ilk aklıma gelen terör Rize'ye de mi sıçradı oldu. Haberin detayına bakınca bereket bir terör saldırısı değilmiş dedim.  Bu menfur olayın faili maalesef bir emniyet mensubu. Yani meslektaşları. Memuru, amirlerini hedeflemiş.  Üzücü bir durum tabi. İçerideki görüşmede aralarında ne geçti bilmiyoruz ama ne geçerse geçsin bizim emniyetimizden sorumlu bir polisin bunu yapmaması gerekirdi.

Zanlının 38 yaşında olduğu göz önüne alınırsa polis memuru, memuriyete yeni başlamış acemi biri değil. Kendisine emanet edilen silahını meslektaşlarına doğrultmasının savunulacak bir tarafı yok. Haydi polis kendince haklı gerekçelerle silahını kullandı diyelim. Niçin ayak ya da topuklarına sıkmadı? Çünkü dur ihtarına uymayan suçluyu yakalamak için bile polis mecbur kalırsa suçlunun ayaklarına sıkar. Ki karşısındakiler suçlu değil. Silahları da bellerindeydi muhakkak. Polisin o anki haleti ruhiyesini bilmiyoruz ama yaptığı, aldığı polislik eğitimine hiç yakışmamıştır. Diyelim ki tayin isteğimize olumsuz cevap verildi, illaki öldürmemiz mi gerekirdi?

Alınan ilk ifadesinde zanlı "Ben ne yaptığımı, neden yaptığımı bilmiyorum. Nasıl yaptım ben bunu" demiş. Yazımda bu konuya yer vermemin nedeni de işte bu ifade. Ne yaptığımızı bilmemek. Zaten tüm başımıza gelenlerin müsebbibi bu neden yaptığımızı bilmemek değil mi? Sinirlenince aklımız başımızdan gidiyor, aklıselim davranamıyor, bir saniye sonrasını düşünemiyoruz. Biz ne zaman olaylar karşısında soğukkanlı olmayı becereceğiz? Bir polisin görevi her şartta soğukkanlılığını korumak değil mi?

Polisimiz ne kadar haklı gerekçesi olursa olsun asla silahına davranmamalıydı. Maalesef hem kendisine hem meslektaşlarına yazık etmiştir. Bu nahoş durumdan emniyet camiası da büyük yara almıştır. 

Şehit olan Emniyet Müdürümüze Allah'tan rahmet, yakınlarına başsağlığı, yaralı Şube Müdürümüze ve yaralı korumamıza acil şifalar diliyorum. İnşallah bu tür menfur vakalarla bir daha karşılaşmayız.

*** 15/12/2018 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.


Cuma Vakti Ezan Okunurken Devam Eden Vaazlar Üzerine *

Muhterem Müslümanlar! Ezan okunurken ona saygı göstermemiz, yaptığımız işi bırakmamız, işimize ara vermemiz, mümkünse camiye gitmemiz, okunan ezanı tekrar etmemiz, söz-müzik vb. şeyleri kapatmamız, konuşmayı terk etmemiz, ezanı can kulağıyla dinlememiz gerekiyor. Hasılı günde beş defa namaza çağrı olan ezan bizden saygı bekler. Hatta ezan okunurken selam bile verilmez, verilen selam da alınmaz.
—Hocam burada size bir soru sorabilir miyim?
—Buyur evladım sor?
—Ezan okunurken vaaza devam edilebilir mi? Tıpkı şu anda sizin yaptığınız gibi!
—Ama ben Allah, peygamber, din, iman diyorum.
—Hocam iyisin, hoşsun. Ama senin vaazını mı dinleyeceğim yoksa şu an okunmakta olan ezanı mı? Karar veremedim de...
—Biz burada önemli bir şeylerden bahsediyoruz de mi? Konuşmayalım mı?
—Eyvallah hocam! Ondan ne şüphe! Konuşacaksınız elbet! Hatta iyi de oluyor. Ama konuşmayı ezan okunmaya başlarken bitirseniz, biz de vaazın ardından huşu içerisinde ezanı dinlesek olmaz mı?
—Ama vaaz dinlemeye kimse gelmiyor. Birkaç kişiye vaaz veriyoruz. Herkes ezan okunurken camiye doluşuyor. Mecburen devam ediyoruz. Çünkü önemli hatırlatmalar yapmamız gerekiyor. Diyanet'in, müftülüğün yardım kampanyası var. Hac başvuruları var.
—Hocam erken gelmek ve vaaz dinlemek istemeyene yapılacak bir şey yok. Onları silah zoruyla camiye getirme durumumuz yok. Haydi getirdik diyelim. Adam dinlemek istemezse kulağını tıkar, yine dinlemez. Çünkü marifet iltifata tabidir. Diyanetin, müftülüğün yardım kampanyasını, hac vb. duyurularını hutbe bitimi yapsanız hem herkes işitmiş ve bilgilenmiş olur hem de vakti tasarruflu kullanmış oluruz.
—Senin amacın ne? Camiye vaazımızı prokove etmek için mi geldin? Sonra ne tasarrufundan bahsediyorsun? Namazın, caminin, vaazın hesabı mı yapılır?
—Hayır hocam, ne münasebet! Camiye üzerime farz olan Cuma namazımı kılmak için geldim. İki işe birden kendimi veremiyorum. Ya ezan dinleyelim ya da vaazı diyorum. Ayrıca ezandan önce konuşma bağlanmayınca söz uzayıp gidiyor, ezan sonrasına kadar sarkıyor. Bu durumda vaaz devam ederken kafama üçüncü bir iş daha takılıyor.
—Neymiş o?
—İşim. Ben işe gideceğim hocam. İşim var benim. Vaaz uzadıkça gecikirsem amirim ne diyecek endişesini taşıyorum.
—Siz işe gideceksiniz diye biz konuşmayacak mıyız? Hem ne var üç-beş dakika uzayınca? Kıyametin sonu mu? Bir futbol maçına iki saatinizi ayırıyorsunuz. O zaman niye vaktim hesabını yapmıyorsunuz? Haftada bir camiye gelince mi vakit aklınıza geliyor.
—Konuşun hocam. Uzatınca kıyamet de kopmaz. Ama zamana riayet gerekmez mi? Siz uzatınca ben mesaiden çalmak zorunda kalacağım. Maç ile vaazı kıyaslamanız olmadı. Vaazın yeri ayrı, maçın yeri ayrı. Ayrıca ben hayatımda hiç maça gitmedim. Sonra maça gidenler mesai dışında özel vaktinden feragat ederek maça gidiyorlar. Üstelik maçın başlama ve bitiş süresi önceden belirlenmiş, kısaltma durumu söz konusu değil. 
—Üç-beş dakika mı gözüne batan ve başıma kaktığın?
—Mesele üç-beş dakika değil. Burada önemli olan zamana riayet. Ben size bir şey söyleyeyim mi?
—Hadi oldu olacak, onu da söyle!
—Sizin bu şekil vaaz verme yöntemi çok faydalı olmuyor. Çünkü topluluğa hitap edince kimse üzerine sorumluluk almıyor, dinleyip dinleyip gidiyor. Dışarıda "Hoca iyi konuştu" diyor. Ne konuştu deyince "Bilmem iyi konuştu" diyor. Yani kimsenin aklında bir şey kalmıyor. 
—Pekiyi ne yapmamız lazım?
—Siz daha iyisini bilirsiniz ama en güzeli adam adama markaj yani bire bir irşat daha iyi ve faydalı olur diye düşünüyorum. Onlar gelmiyorsa siz onların ayağına gideceksiniz.
—Ama benim onların ayaklarına gidecek zamanım yok. Ha buraya geliverseler, topluca bir şeyler söylesem olmaz mı? Biz burada peygamber mesleğini icra ediyoruz de mi?
—Sende olmayan zaman onlarda da olmayabilir. Yani herkesin kendine göre vakti önemli olabilir. Ayrıca peygamber herkesi ayağına beklemedi. Geçip Mescid-i Nebi'de oturup gelene tebliğ yapmadı. Dağ bağır demeden gelmeyenin ayağına gitti.
—Bu iş, bu şekil uzayıp gidecek. Sizinle bir ara konuşalım bu meseleyi.
—Memnuniyetle! Evime buyrun gelin, bir acı kahvemi için. Birebir irşadı benim evimde başlatın. Hatta ben birkaç komşumu da davet edeyim siz geleceğinizde.
—Eyvallah!
*Böyle bir konuşma geçmemiştir. Diyalog tamamen bir kurgudur. Zaten vaaz veren hatibe de vaaz usulü gereğince bu şekilde soru da sorulamaz. 

11 Aralık 2018 Salı

Dualarımız "Allah Kimsenin Elini Bankalara Kaptırmasın" Olmalı

Taksit imkanı sunuyor diye yıllar öncesinde bir bankanın kredi kartını talep etmiştim. İster istemez de geldi. Aylık ödemem gereken miktar ne ise ödeyecek şekilde zaman zaman kullandım. 

Kullanım süresi bittikçe "Kartımızı tekrar istiyor musun" diye sormadan yeniden gönderdi banka. Bir-iki derken artık bu kartı kullanmayayım, nasılsa çok kullanmıyorum, cebimde kalabalık etmesin, süresi bitince yeniletmeyeyim dedim. Maşallah öyle de bir süre veriyorlar ki bitecek gibi değil. Neyse kartın süresi bitti. Ödemem gereken az miktardaki tüm borcumu da ödedim. 

E posta adresimde ilgili bankanın hesap ekstresini görünce bu neyin nesi diyerek açtım. Bankamız son kullanma tarihi Eylül 2018 olan kartın 2018 Aralık ekstresinde 117 TL yıllık kart ücreti bindirmiş. Gönderdiğim paranın büyük bir kısmını da kart ücreti için kesmiş. Aradım bankanın 444 ile başlayan numarasını. Görevliden "Kart ücretini iptal etmede yardımcı olur musunuz" dedim. Her yıl önce yıllık kart ücreti yansıtıp arayınca iptal eden bankamız bu uygulamayı terk etmiş. Bunun yerine hesabımıza yıllık kart ücreti adı altında borç olarak yansıtılan 117 liranın 87,50 TL'ini kabul ettiğim takdirde iptal edebileceğini söyledi telefonun öbür ucundaki ses. Tabii konuşmasına başlarken yaptığımız görüşmenin kayıt altına alındığını hatırlatmayı da unutmadı eleman. Ardından güvenlik soruşturması ile ilgili anamın kızlık soyadının 2.ve 4.harfini sorarak devam etti ahiret sorularına. Kendisinden kartı iptal edin dedim. İptal ettirirsem 117 lirayı yine ödemem gerekeceğini söyledi bana. Ardından siz bana ne kart ücreti yansıtıyorsunuz? Çünkü halihazırda elimde kartınız yok. Sadece tarihi geçmiş bir kartınız var dedim kızımıza. Bana "Beyefendi! Yeni kartımız sizin elinizde gözüküyor. Kuryenin kartı size ne zaman, hangi tarih ve saatte teslim ettiği bilgisi bile var dedi. Hanımefendi! Siz kartımın güvenliğiyle ilgili az önce epey bir soru sordunuz. Siz en iyisimi önce kartı gönderdiğiniz kuryenin nasıl bir firma olduğunu araştırın. Çünkü bende kartınız yok. Hesaplarıma da bakın, Eylül 2018'den beri de harcamam yok dedim. Bana kartınız açık ve kullanımda, bizde böyle görünüyor, kartı alıp bir yere koymuş ve unutmuşsunuzdur dedi.

Elime ulaşmayan yeni kartı iptal ettirdiğim takdirde kart bedelini tümüyle ödrmem gerekeceği tehdidi karşısında bana önce ölümü gösterip sonra sıtmaya razı etti banka görevlisi. Mecburen yeni kartı gönderin dedim. İçimden de zararın neresinden dönersem kar, 117 nere, 30 lira nere diye geçirdim. Bakalım şimdilik kart bir müddet daha elimde tedavülde olacak. Bakalım ne zaman kendimi kurtarırım elini verdiğim bu bankadan. Bundan sonra birbirimize duamız, Allah bankalara elini kaptıranlardan eylemesin olsun inşallah!

Telefonu kapattım ama kullanmayacağım kart için 30 liraya yakın bir para ödeyeceğime mi yanayım yoksa kartınız size teslim edilmiş, siz unutmuşsunuz sözüne mi yanayım?  Ödeyeceğim paradan geçtim, unutmuşsun ithamına maruz kalmam zoruma gitti. Evet yaşlandım, bir ayağım çukurda, bazı şeyleri unutuyorum biliyorum ama bana birkaç ay önce teslim edildiği resmiyette görünen kartı unutacak kadar da beynim sulanmadı daha. Ben ki daha 1974 yılında küçük bir çocuk iken ablamı istemeye gelen eniştemin ailesinden ağabeyinin kız isterlerken ne şekilde su içtiğini bugün bile hatırlarım hala. Değil ki birkaç aylık kartı unutacağım. Bence benden kart bedeli almak için bana şantaj yapan bu kıza birileri bunu anlatmalı. Yine bu kız hangi kuryeyle çalıştığını bir güzel araştırmalı ki kuryenin bana teslim etmiş görünen kartı ne yaptığına ulaşabilsin.

Dinler Niçin Mutluluk Dağıtmıyor Bugün? ***

—Din nedir?

—Hangi dini soruyorsun?

—Kaç tane din var?

—İnsanların kendi süfli emellerine alet ettikleri din var. Bir de orijinali kitapta yazılı Allah'ın gönderdiği din. Hangisi?

—Allah'ın gönderdiği din tabii ki!

—İnsanların dünya ve ahiret mutluluğunu sağlamak amacıyla Allah tarafından gönderilen ilahi kurallar bütünüdür.

—Amaç insanları mutlu etmek öyle mi? Ama din mutlu etmiyor bugün.

—Kullanım kılavuzunu düzgün uygulayanları mutlu eder. Değilse rezil rüsva eder. Mutsuzlukta dinin suçu yoktur. Dört dörtlük bir arabayı kullanan şoför gider duvara toslarsa suç arabanın mı olur yoksa şoförün mü?

—Şoförün elbet!

—Ruhun gıdası diyebileceğimiz dini, hastalığı doğru teşhis koyan ve tedavisi için en uygun ilacı öneren bir doktora da benzetebiliriz.

—Ama ilaçların yan etkisi de var. Bu durumda dinin olumsuz yan etkileri var diyebilir miyiz?

—Bakış açına ve kullanımına göre dinin yan etkisi var denebilir. Tedavi için önerilen ilaç prospektüse ve doktorun reçetede yazdığı şekliyle belli bir dozda alınırsa ilaç hastayı iyileştirir. Verilen hap kullanılmazsa kişi iyileşmez, ilacın hepsi bir anda kullanılırsa kişiye zarar bile verir, hatta öldürebilir veya süründürebilir.

—Dini belli bir dozajda almak gerekiyor o zaman.

—Hem dozaj hem de kimden aldığın da önemli.

—Yani ehlinden alacaksın.

—Evet! Eğer ehlinden öğrenmezsen, öğrenirken sorgulamazsan afyon gibi uyuşturur da aynı zamanda. Beyin ve zihin zehirlenir. Bu durumda gözün hiçbir şeyi görmez. Bu durumda Allah'ın kulu değil, bir başkasının bendesi olursun. Günümüzde bunun örnekleri de çok maalesef.
—Bu devirde kime güveneceğimizi şaşırdık. Kime bel bağlamışsak bizi yanıltmıştır. Bakıyorsun ayet, hadis, din, diyanet vs bal damlıyor adamın ağzından. Tam güveniyorsun. Bir bakmışsın ki seni yarı yolda bırakıvermiş.

—O vakit badü harabil Basra oluyor tabi!

—Ta kendisi.

Sonuç?
Sonucu da bir fıkra ile bitirelim. Belki kıssadan hisse alırız:
Ateist birisi camii imamıyla karşılaşır.
Yahu hoca, İslam şöyle iyi, böyle iyi dersiniz ama insanlar yine birbirini öldürmeye devam ediyor. Bu din nasıl bir din böyle?
Hoca cevap vermeden yoluna devam eder. Hocayı alt ettiğini düşünen ateist de hocaya refakat eder. Yolda üstlerini batırmış, çamura belenmiş, eli-yüzü kirli çocukları görünce hoca ateiste:
Sen ne  iş yapıyordun?
Ben sabun imalatçısıyım.
Pekiyi senin bu sabunlar ne işe yarar?
İnsanları temiz tutmaya yarar.
Pekiyi bu çocuklar niye kirli, bu durumda senin sabun ne işe yarıyor? Söyle.
İnsanlar sabunu kullanmasını bilmezlerse sabun ne yapsın, sabunun suçu ne? Sonra ben ne yapabilirim ki bu durumda? Önemli olan temizlik için sabunu kullanmasını bilmek.
Hep iyiyi ve güzeli emreden İslam'ın dediğini insanlar yerine getirmezlerse İslam ne yapsın? Burada İslam'ın suçu ne o zaman? Sabunu yerli yerince kullanan tertemiz olduğu gibi İslam’ı da iyice anlayan ve onu hayatına tatbik eden kişiler de her şeyden önce güzel ahlaklı olurlar… Bilmem anlatabildim mi?
Bu durumda tüm iş kullanmayı bilmede. Eyvallah!

*** 25/12/2018 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

“İçimde Neden Namaz Sevgisi Yok?” *


“Bir okurum sormuş: "Namaz kılmak İslam'ın birinci şartı. Fakat içimde namaz sevgisi yok. Namaz kılmak neden bu kadar zor geliyor?"

İnsanları yönlendiren, zevkleri ve menfaatleridir. Evvela Müslüman kendisini gayrimeşru zevklerinden ve menfaatlerinden geri çekecek, ondan sonra helal daireye girecek ve diyecek ki: "Şimdiye kadar canımın istediğini yaptım, bundan sonra Allah'ın isteğine tâbi olacağım." Bu karar, insanın dünyasını ve ahiretini cennet etmeye yeter. Allah'ın isteğine tabi olmak güçlü bir iman ister. Bu iman da ancak tahkiki iman dersleri ve sohbetleriyle olabilir. Bana göre namaz kılabilmek için insanın evvela çevresini değiştirmesi lazım. Arkadaşların, dostların, vakit geçirilen muhitin insan üzerinde müspet veya menfi tesiri vardır. Bu o kadar da kolay değildir amma cennet ucuz değil. Mesela Erzincan'a gittiğimde akrabalarımdan evvel Rafet Kavukçu ağabeye gitmek istedim. Yeğenim dedi ki: "Randevu alalım da öyle gidelim." "Hayır" dedim, "gideyim, kapısını görüp döneyim. Bu bile bana yeter."

80 yaşındayım. Hâlâ manevi hayatıma faydalı olacak insanların yanına gidiyorum. Çünkü haramlar sel gibi akıyor. Haramları süslediler, haramları reklam ediyorlar. Bu müthiş zamanda mecburen iyilerin, âlimlerin yanına gitmek gerekiyor. Her zaman tefsir okuyamayabiliriz. Amma öyle insanlar var ki yaşayışıyla, hal ve hareketleriyle bize ilmihali anlatır. Onlardan faydalanmak aklın gereğidir.

Dikkat edilirse, namaz kılmayan, camiye gitmeyen kişi, evvela dünyada azap çeker. Camiler Nuh'un (as) gemisidir. Bilindiği gibi Nuh (as) gemisine hayvanları aldı amma oğlu o gemiye binmedi. Çeşitli sebeplerle namaz kılmayanlar da Nuh (as) gemisine binmemiş sayılır. Düşünmek lazım: O gemiye alınmayanlar kimlerdi? Bunu araştırmak, okumak lazım...

Namaz kılan kişi fiziken ilan eder ki: "Benim bir önemim yok. Benim önemim, Allah'ın emirlerine tâbi olduğum kadardır."

İmza günlerinde veya konferanslarımda soruyorlar: "Çocuklarımıza namaz sevgisini nasıl aşılarız? Onları namaza nasıl alıştırabiliriz?" Ben de diyorum ki, İslamiyet'i evvela kendimiz yaşayacağız. En iyi tebliğ, hal ile yapılan tebliğdir. Ben çocuklarıma ve torunlarıma namaz kılın demedim. Amma namazı, her türlü işimin önünde tuttum. Seyahatlere çıkacağım zaman hanım ve çocuklar hep beraber otururken hesaplardım, hangi arabaya bineyim, nerede ve saat kaçta mola verir ki namazı kaçırmayayım? Çocuklarım namaz konusundaki hassasiyetimi görerek büyüdüler. Belki namaz kılın desem, enaniyetlerine dokunurdu, darılırlardı.

Benim de canım bazen namaz kılmak istemeyebiliyor. Hastayım, yaşlıyım. Zorlanabiliyorum. Amma canım istemediği halde namaz kılıyorsam, bu Allah'ın bir lütfüdür. Çünkü canı istemediği halde namaz kılan kişi, Allah istediği için namaz kılmış olur ve daha ihlâslıdır. İhlâs, bir işi yalnız ve yalnız Allah rızası için yapmaktır. Bir arkadaş sordu: "İsteksiz namaz kılmak, namazın sıhhatine mani midir?" "İsteksiz namaz kılmak, sevabı artırır." dedim, arkadaş şaşırdı. "Olur mu öyle şey!" dedi. "Eğer şevkle, manevi lezzet için namaz kılsan, o şevk ve zevk için kılmış olursun. Amma canın istemediği halde kılsan, Allah için kılmış olursun." dedim.

Bazı geceler uyanıyorum. Saate bakıyorum, imsak girmiş. Hanımdan abdest almak için yardım istiyorum. "Hanım, yakında öleceğiz!" diyorum "İyisi mi ibadet edelim."

"Nereden biliyorsun yakında öleceğini?" diyor. "Biyolojik olarak ömrü bitirdim, takvimler bunu gösteriyor." dedim.

Her namazımızı son namazımızmış gibi kılsak, namaz bize usanç vermez. Öğleni kıldım, ikindiyi düşünmem. Çünkü ikindiye çıkıp çıkmayacağımı bilmiyorum.

Hem düşünmek lazım! Yaptığımız işler namazdan daha mı kıymetli? Namazdan daha kıymetli bir iş olamaz. Mezarlıklar diyor ki "Dünyada ebediyen kalmayacaksın..." Burada ne ibadet ettiysek ahirette onu bulacağız...” (Hekimoğlu İsmail)

Not:Namazla ilgili Hekimoğlu İsmail’e (Allah rahmet eylesin) ait bu enfes yazıyı 11/12/2011 tarihinde sosyal medyada paylaşmışım. Noktasına, virgülüne dokunmadan tozlu raflardan çıkarıp yazı konusu edinmek istedim. Faydalananlardan olmamız dileklerimle!

*01/03/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

                                                           


Babaları Kızdırmaya ve Gönül Koydurmaya Hiç Gelmez! *


Trabzon'un Şalpazarı ilçesinde bir baba, 1975 yılında sıfır olarak aldığı kamyoneti üç oğluyla birlikte dört yıl çalıştırdıktan sonra oğullarına kızarak kamyoneti garaja kilitler. Bir daha ne kendisine ne de oğullarına yar eder. Kamyoneti garaja kilitledikten dokuz yıl sonra her fani gibi  baba da vefat eder. 

Kamyonetin akıbetini sorarsanız, kamyonet babanın garaja koyduğu gibi 39 yıldır garajda bekliyor. O zamandan bu zamana oğulları da el sürmemiş ya da sürememiş. Her şeyi orijinal aracın kaportası ve lastikleri çürümüş. Bugün garajdan çıkarılamıyor. Çünkü garaj yolun epey üstünde kalmış.

Nice sonra garajda bir kamyonun olduğu evlatlarının aklına gelmiş olmalı ki şimdi evlatları, kamyonu antika fiyatına satmak istiyor. Bakalım alıcı bulabilecekler mi? Satın alan ne fiyat verecek? Haydi bir talipli çıktı diyelim, bu kamyonet bu garajdan nasıl çıkarılacak? Bekleyip göreceğiz.

Zaman zaman basında çıkan haberlerden ilginç bulduğumu bu şekilde yazı konusu edinirim. Bu haberi de aynı minvalde gördüğüm için ele aldım.

Şimdi gelelim baba ve oğulları arasında cereyan eden kamyon meselesine. Gerçi dört yıl boyunca birlikte çalıştırdıkları kamyonet ile ilgili ne sorun çıktı da baba kamyoneti garaja hapsetti, bunu bilmiyoruz. Belki de kamyoneti sen süreceksin, ben süreceğim diye kendi aralarında anlaşamadılar. Ama içeriğini bilmediğimiz bu konudan çıkardığım sonuç, baba kızdırmaya gelmez. Kızdırdığımız zaman ne olur? Kamyonet meselesinde olduğu gibi baba, kamyoneti oğulları da olsa kimseye yar etmez. Bu durum mantıklı bir şey mi? Değil elbet! Ama anladığım kadarıyla baba, evlatlarına sadece kızmakla kalmamış, aynı zamanda gönül de koymuş. Tabir yerindeyse pireye kızıp yorganını yani kamyonetini yakmış. Sıfır arabayı ne satmış ne de oğullarına verip alın sizin olsun demiş.

Kamyoneti garaja hapsederek hem kamyoneti, hem kendisini, hem de oğullarını cezalandıran bu babanın yaptığı, günümüz baba-evlat ilişkilerine ibret olması lazım. Çünkü bugün ilişkiler kamyonetin alındığı 1975 yıllarına oranla çoğunlukla menfaate dayanıyor. Aralarında çıkar devam ettiği müddetçe akrabalık ve aile ilişkisi devam ediyor, yoksa herkes başını alıp çekip gidiyor. Gerçi günümüz ilişkilerinin devamı için genelde anne ve babalar taviz verir, gönül koymuşsa içine atarlar. Kırgın da olsa hiçbir şey olmamış gibi davranırlar. Kamyonetin sahibi baba gibi kimse inadım inat, dediğim dedik demiyor. Burada tipik bir Karadenizli inadı var gördüğünüz gibi. Ama baba ne düşündü, taşındı da bu yola başvurdu bilmesek de baba böyle yaparak sanki “Baba parasıyla sağda-solda çaka satmayacaksınız; benim paramla, benim kamyonumla birbirinizle kozunuzu paylaşmayacaksınız. Gidin adam gibi sıfırdan başlayın, işinizi kurun, evinizi-barkınızı alın, ben yaşadığım müddetçe hazır yiyici olamayacaksınız, kendi ayaklarınız üzere duracaksınız” demiş olmalı ki çocukları, başlarının çaresine bakmışlar. Bugün her birinin arabası varmış, bu kamyonete de ihtiyaçları yokmuş. En iyisini yapmış sanki bu baba. Çocukları, hayata nasıl tutunmaları gerektiğini bu vesileyle öğrenmiş oldular. Bugün baba ve oğulları kamyon meselesiyle anılmış olsa da bu babanın evlatlarına bıraktığı en güzel miras, antika kamyonetten ziyade evlatlarının kendi ayakları üzerine durmalarını sağlamak olmuş sanırım. Yani onlara hayatı öğretmiş.

Hâsılı anne ve babalar hatalı bile olsalar evlatların ebeveynlerini anlamaya çalışmaları çok iyi olacaktır. Çünkü bugün sana, yarın bana demek lazım. Zira hepimiz yarının anne ve babası olacağız.

* 12/12/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.