10 Aralık 2018 Pazartesi

Mesleki ve Teknik Liseleri *


Bugün size başlıktan da anlaşılacağı üzere Mesleki ve Teknik Liselerinden bahsedeceğim. Daha doğrusu okulların içeriğinden, kalitesinden, Türkiye'nin bu okullara ihtiyacından bahsetmeyeceğim. Adı üzerinde bu okullara verilen isimleri konu edineceğim.

652 Sayılı KHK'ye göre MEB teşkilat yasasında değişikliğe gidilerek farklı genel müdürlüklere bağlı 22 çeşit meslek lisesi, Mesleki ve Teknik Genel Müdürlüğü çatısı altında birleştirildi. Bu birleştirme kararı isabetli olmuştur. Buna paralel olarak 2014-2015 öğretim yılından itibaren bu Genel Müdürlüğe bağlı meslek liselerine de Mesleki ve Teknik Lisesi adı verildi. Yani bizim daha önceleri endüstri meslek, ticaret meslek, kız meslek liseleri diye bildiğimiz tüm meslek liselerine tek isim verildi. Bugün öğrendiğime göre spor ve güzel sanatlar da bu isimlerle anılacakmış. 

22 çeşidi bulunan meslek liselerinin tek genel müdürlük çatısı altında birleştirilmesine evet, ama aynı ismin birbirinden farklı okul türlerine verilmesine ise hayır diyorum. Neden mi? Karışıklığa sebebiyet veriyor çünkü. Okul ismini görünce acaba bu mesleki ve teknik lise hangisi diyorsun. Örnek vermek gerekirse Konya'da Muhacir Pazarı ile aynı hizada yan yana üç tane lise var. Ortalarında Meram Anadolu Lisesi olan okulun Pazar tarafında eskiden beri Meram Ticaret Lisesi diye bilinen Meram Mesleki ve Teknik Lisesi, diğer tarafında ise eskiden beri Meram Endüstri Meslek Lisesi diye bilinen Konya Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi var. Her ikisi de meslek lisesi olan ama bölüm ve dal bakımından çok farklı olan, her ikisi de Meram ilçesine bağlı olan bu iki okul türünü şimdilerde görünürde ayırt etmenin tek farkı, birinin başında Meram, diğerinin başında Konya olması. Ayır ayırabilirsen. Özellikle merkezi sınavlarda karıştıran karıştırana! Meram Ticaret Lisesine gidecek olan Meram Meslek Lisesine, Meram Meslek Lisesine gidecek olan da Meram Ticaret Lisesinin kapısını aşındırıyor. 2014'ten bu yana 4 yıl geçmiş, maalesef okulları karıştırma ilk günkü gibi tüm hızıyla devam ediyor. İşin garibi karıştıran üç-beş kişi değil, epey bir yekûn teşkil ediyor. Sınava girecek öğrenci de karıştırıyor, sınavda görevli öğretmenler de. Her yanlış gelene yol/okul tarifi yapılırken "Burası değil, siz eski Ticaret Lisesine veya eski Endüstri Meslek Lisesine gideceksiniz” açıklaması yapılıyor. Sınava girecek öğrenci, yanlış okulun salonuna kadar gidiyor, aynı sırada iki öğrenci çakışınca yanlış ortaya çıkıyor çoğu zaman. Ondan sonra sınav yerime yetişeceğim diye koş dur. Belki de sınav saatinde sınav yerinde olamadığı için kaç öğrenci veya öğretmen sınava alınmamıştır bugüne kadar? Bereket bu iki okul birbirine yakın. Koşmayla hallediliyor, ya bir de uzak olsaydı işte o zaman gel de çık bu işin içinden.

Okulların ismi değişeli 4 yılı geçmiş, hala karıştırılıyor. Bunda bir gariplik yok mu? Bence bal gibi var! Keşke okul isimlerini başına koyacağımız ilçe veya tek isim farkıyla aynı yapacağımıza, bu konuda birlik sağlayacağımıza bu meslek liseleri eski isimleriyle kalsaydı da esas biz bu okulların kalitesini artırsaydık, bugün bunu konuşabilseydik. Kalitesi yerlerde sürünen bu okulların isimlerini değiştirmekle elimize ne geçecek? Ne zararı vardı Meram Ticaret'in veya Meram Endüstri Meslek Lisenin adlarında? Bu değişikliğin tek faydası kafa karışıklığına sebebiyet vermesi ve bir diğer faydası da tabelacılara katkı sunması. Çünkü her isim değişikliği Tabelâ Yönetmeliğine göre eski tabelanın sökülüp yerine yeni tabelanın yazılıp asılması demektir. Bu açıdan tabela işi ile uğraşanlar bu isimlere sebebiyet verenlere her daim minnettardırlar.

Hâsılı isimlerle uğraşmayalım, isimler halkın bildiğiyle kalsın, önemli olan bu okulların içeriğiyle uğraşmamızdır. Bakanlık yetkililerinin görevi şekilden ziyade "Biz bu okulları eskisi gibi nasıl cazip hale getirebiliriz, içini nasıl doldurabiliriz" olmalıdır. İsim koymaktan maksat herkesçe tanınır olmaktır. Bugün bu okullar bu isimleriyle tanınmıyor. İsmiyle müsemma değil anlayacağınız. Olan sadece kafa karışıklığı maalesef! Bu da insanımıza ve ilgililerine eziyetten başka bir şey değildir. 

* 14/12/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


9 Aralık 2018 Pazar

"Sakarya'yı Alan Stat Ne Hale Getirildi?" ***

Cumartesi günü MEB tarafından yapılan Açık Lise sınavlarında gözetmen olarak görevlendirildim. Sınav yerim Konya Mesleki ve Teknik Lisesi idi. Görev yerime sınavın başlamasından bir saat önce vardım, imzamı attım, sınavla ilgili yapılacak olan toplantıyı beklemeye koyuldum. 

Bildik-gerekli açıklamaların yapıldığı toplantının ardından görevlendirildiğim salona çıktım. Sınava girecek adayı beklerken (aday diyorum. Çünkü sınava girecek öğrenci engelli olduğu için bu tür engellilerin sınavı bir salon başkanı, bir de gözetmen olmak üzere iki kişi nezaretinde yapılıyor.) pencereden dışarıyı seyre koyuldum. Ne güzel bir manzara vardı karşımda. Çünkü okulun önü açılıvermişti. Daha önce sadece eski stadın arka beton duvarını ve caddede geçen araçları görebiliyorduk. Şimdi ise Anıt'tan, Gar'a doğru giden cadde yani eski stadın ön yüzü gözümün önündeydi. Ne de büyük bir alanmış eski stadın kapladığı alan dedim. Dile kolay 100 bin m²'lik bir alan yıkılan yer.

Şehrin merkezinde kalan ve geçmişte büyük bir işlevi yerine getiren bu stadın az önce önünde inmiştim. Ne zamandır geçmediğim bu yerde inince bir an için yanlış yerde mi indim diye düşündüm. Dikkatlice bakınca yıkılacak diye belirtilen stadın yıkıldığını anladım. Hem önünden hem de arkasından temaşa ettiğim eski stat yıkılınca yüksek katlı beton evlerden iyice bunalan şehrin büyük bir nefes aldığını gördüm. Hah şöyle, dünya varmış dedim okulun son katından bakarken. Bu kadar büyük bir alan, yeşil alan yapıldığı zaman insan seyretmeye doyamaz dedim içimden.

Ben sınava gelecek öğrenciyi beklerken okulun arka tarafındaki salonda görevli bir öğretmen yanıma geldi. Benim baktığım gibi pencereden yıkılan stada baktı. Çekip giderken yüzüme baktı: "Sakarya'yı alan stadı ne hale getirdiler" dedi. Benimle konuşan, tanımadığım bu meslektaşımın bir yüzüne baktım, bir de dediğine kulak verdim. Gayri ihtiyari "öyle" dedim. 

Az sonra salon başkanı, ardından sınav olacak öğrenci geldi. İki saatten fazla sınav devam etti. Sınav boyunca meslektaşımın dediğini düşündüm. Acaba Konya'nın bu eski stadının Sakarya ile ilgisi neydi? Acaba Sakarya Meydan Savaşı kararı bu statta mı alındı ya da savaşı yapacak düzenli ordu burada toplandıktan sonra mı yola çıktı? 

Okulda iken tarihim iyiydi. Okul bittikten sonra da tarihe merakım hep devam etti. Bir tarihçi kadar ayrıntıları bilmesem de yakın ve uzak tarihimiz hakkında yüzeysel de olsa bilgi kırıntılarım var. Ama nedense  belleğimde Konya Stadı ile Sakarya arasında bağ kuracak hiçbir bilgi kırıntısı yoktu. 

Ne bekliyorum? Hemen telefona bakmak için elimi cebime attım. Hay Allah! Telefon ne arardı? Sınav esnasında telefonu bırak sınav salonuna, binaya girdirmek bile yasaktı. İyi de ben kimden öğrenecektim cahili olduğum stadımız hakkındaki bilgiyi? Salonlarda görevli tanıdığım bir meslektaşıma sorayım dedim. Salonu terk etmek de yasaktı. Çaresiz sınav saatinin bitmesini ya da tek kişiden oluşan öğrencinin çıkıp gitmesini bekleyecektim. Kızımız da çıkmadı bir türlü. Üç sınavlık bir dersi çözmek için çözdüğünü tekrar  tekrar çözdü. Garantici birisiydi anlaşılan. Okumakta ve görmekte zorlanan biriydi aynı zamanda. Kafasını kitapçığa iyice yaklaştırıyordu. Çünkü gözünün biri 10, diğeri 11 numaraymış. Ara ara "Gözüm yoruldu, ben biraz dinleneyim" dedi durdu. O dinlenirken biz kodlamayı yapıverdik. Zira zor da olsa okuyor ama kodlayamıyordu. Zaten bizim görevimiz de onun kodlamasına yardımcı olmaktı. Bize büyük görünen yuvarlak kutucuklar kızımıza nokta gibi görünüyordu belki de. Allah yardımcısı olsun!

Nihayet sınav bitti, salondan çıkar çıkmaz ilk işim telefonumu alıp eski Konya Stadının tarihçesine baktım. Hem de kaç kaynağa birden. Hayret! hiçbirinde stadın Sakarya Savaşı ile bir bağını bulamadım. Anlaşılan baktığım siteler de bu konuda benim gibi cahil. Ne de umutlanmıştım bilmediğim bir konuda bilgilenecektim. Yeni bir bilgiye ulaşamadım maalesef!

Eski stadımız 1950 yılında hizmete girmiş. Bu durumda stadın Sakarya Meydan Savaşı ile yakından uzağa bir alakası yok. Olsa olsa futbol maçlarına ev sahipliği yapan bu statta Konyaspor ile Sakaryaspor arasında maçlar yapılmıştır. Bir centilmenlik ve seyir zevki olan futbol veya spor bir rekabet mücadelesi olsa da zaman zaman bu centilmenlik oyununu savaş gibi gören fanatikler de yok değil. Belki "Sakarya'yı alan stat ne hale getirildi" diyen meslektaşımız da sporu savaş olarak görenlerden. Şu an yanımda yok, hangi okulda görev yapıyor bilmiyorum. Nerede çalıştığını bilsem onu okulunda ziyaret etmek ve Konya eski stadının Sakarya Savaşı ile ilgisini öğrenmek isterdim. Görüyorsunuz bilgiye ulaşmanın iyice kolaylaştığı günümüzde bazı bilgilere ulaşmak hala zor!

Kısa bir araştırmamdan eski stadımızın Sakarya ile bir ilgisi yok. Pekiyi bu arkadaş aslı astarı olmayan bu bilgiyi işkembeyi kübradan niçin attı? Bu soru da çözüm bekleyen bir soru. Aklıma tek şey geliyor: Bu arkadaş ön yargılı biri. Ön yargılı olduğu kadar muhalif biri anlaşılan. Yapılan bir şey iyi de olsa, kötü de olsa görevi karşı çıkmak ve niçin karşı çıktığına gerekçe uydurmak. 

Merak ettiğim Konya statsız kalmamış, yerine daha modern ve daha büyük bir stat yapılmış. Üstelik birçok milli ve önemli maçlara ev sahipliği yapıyor. Şehrin merkezinde kalan, maçlar olduğu zaman trafiği kilitleyen bu stadın yıkılmasından doğal ne olabilir. Üstelik yıkılmış haliyle şimdiden şehir merkezini rahatlatan bu görüntünün yerine, bahçe yapıldığı zaman ne güzel olacak burası! Oksijen soluyacağız. Kötü mü? Seyir zevki verecek tıpkı futbol seyreder gibi!

*** 18/12/2018 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

8 Aralık 2018 Cumartesi

Büst Atatürkçülüğü mü Yaptığımız?

Atatürk bu ülkede yeterince tanınamayan kişilerden biri. Seveni çok, sevmeyip nefret edeni de. Kimi taparcasına sever, anlata anlata bitiremez, kimi de her kötülüğün altında Atatürk'ü arar. Aşırı uçlardayız anlayacağınız.

Mezarından kalkıp gelse üzerinde tartışma yapan insanları görse "Bu anlattığınız kişi ben miyim? Gidin işinize! Üzerimden ellerinizi çekin. Yaptığınız işlere beni alet etmeyin" der.

Nefretinden Atatürk'e lanet okuyan aşırı uçları bir tarafa bırakırsak Atatürk'ü anladığını sanan, her vesileyle onu çok sevdiğini söyleyen ve kendilerini Atatürkçü olarak lanse eden birkısım zevata gelince bunlar da evlere şenlik durumda. Çünkü bunlardaki Atatürk sevgisini ben büst Atatürkçülüğüne benzetiyorum. İşleri güçleri nerede Atatürk'ün büstü var, nerede yok, nereden kaldırıldı, kaldırılan büstler nerede, ne şekilde muhafaza ediliyor araştırması yapmak. Bir cadde açılsa, bir havaalanı yapılsa, bir okul bina edilse oraya niçin Atatürk'ün ismi verilmedi. Her geçen gün Atatürk unutturulmaya çalışılıyor derler. Milli bayramları iple çekerler. Acaba hangi il, ilçe ve beldede milli bayram gününde kutlandı, kutlarken Atatürk'ün ismi zikredildi mi, törenler sönük mü geçti, çelenk töreninde nizami davranıldı mı hesabı yaparlar. Cuma ve bayram hutbelerinde niçin Atatürk'e yer verilmez derler.

Atatürk'ü çok sevdiğini söyleyen bu zevat gerçekten seviyor mu? İşte bunda bir tereddüt yaşıyorum. Seviyorlarsa da sevgileri onun anlaşılmasını sağlamaktan ziyade şekil Atatürkçülüğü veya kaporta Atatürkçülüğü sanki. Çünkü sevgileri büstle sınırlı sanki! Belki de Atatürk'ün yeterince anlaşılamamasında hatta nefret edenler ordusunun artmasında büst Atatürkçülüğü yapanların payı büyük diye düşünüyorum. Zira bu tipler kendi fikirlerine uymayan her tavrı Laiklik veya Atatürkçülüğe aykırı olarak gösterdiler hep. Aslında birçoğunun yaptığı Atatürk'ün yolundan gitmekten ziyade Atatürk'ü kendi emellerine alet ettiler. Bunun için hep Atatürk'ün arkasına saklandılar.

Sonuç, anlaşılamayan veya anlaşılması istenmeyen bir Atatürk var karşımızda. 

Bu Kur'an Nasıl Bir Kitap Böyle!


Erkeklerin çoğu özellikle eskiler askerlik anılarını anlata anlata bitiremezler. Benim kayda değer bir anım yok. Olanı da pek anlatmam. Başımdan geçen ilginç bir hatıratım var ki paylaşmak istiyorum.

93 yılında Burdur’da askerim. Botları ve asker elbisesini giyerek asker oldum. Niyetim “Mantığın bittiği yerde askerlik başlar” şeklinde ifade edilen kışla yasaklarından bahsetmek değil. Son yıllarda askerlik yapmak ne kadar kolaylaşsa da bazı yasaklar kalksa da askerlikteki yasaklar hac ve umredeki ihram yasaklarına benzer. Normal hayattaki serbestlik burada yasaktır. İhram yasakları bizim için Allah’ın koyduğu birer sınav. Askeriyenin yasaklarında ise çoğu zaman mantık aranmaz. “Namazdan önce askerlik gelir, gerekirse namaz geriye bırakılır… arazide namaz kılmayalım. Çavuşlar söyleyin bunlara burada namaz kılmasınlar…” şeklinde garip uygulamalara şahit oldum. Yine yemek duası yaparken bir askerin “Tanrımıza hamd olsun” yerine “Allah’ımıza hamd olsun” demesi üzerine bir üst rütbelinin duayı yenileterek ardından “Arkadaşlar içimizde Hristiyan olanlar da var, bunu yapmayalım” şeklinde bir açıklama yapması olaylara ne kadar basit yaklaştığının bir göstergesiydi bana göre. Sanki Hristiyan’ın Allah’ı başkaymış gibi!

Askerlik anılarına değinmeyeceğim demiş olmama rağmen konu askerlik olunca ister istemez giriyorsun gördüğünüz gibi. Neyse biz gelelim esas anımıza.

Askerlik sürem boyunca fırsat buldukça mescitte Kur’an okurdum. Cebimde de küçük Kur’an’ı hiç eksik etmedim. Mescit içinde veya dışında uygun zaman buldukça okudum. Hatta bu vesileyle yıllardır tekrarlamadığım hıfzımı askerde sağlamış oldum. Koğuşumda Afyonlu bir asker vardı. Sivil hayatta esnaflık yapıyormuş. Beni camide Kur’an okurken gören bu Afyonlu arkadaş bana bir gün “Kur’an okumayı bilmiyorum. Bana yardımcı olur musun” dedi. Olur dedim. Günlük fırsat buldukça elif-ba cüzünü okuduk birlikte. Kabiliyetli bir arkadaştı. Kısa zamanda Kur’an’a geçti. Bir ara bugün-yarın derken birkaç gün Kur’an okuyamadık birlikte. Daha doğrusu kendisini dinleyemedim. “Hocam kaç gündür bir türlü okuyamadık” şeklinde serzenişte bulundu. En üst katta koğuş nöbetçisiyim. İstersen oraya gel dedim. “Olur” dedi. Bir sayfa kadar o okudu, ben dinledim. Zaman zaman yanlışlarını düzelttim. Ardından arkadaş yatmaya gitti, ben ise nöbetime devam ettim.

Nöbet bitimi bir alt katta tıpkı benim gibi koğuş nöbetçisi olan aynı koğuştaki asker arkadaşım yanıma geldi. “Olmaz böyle şey, sizin yerinize benim adımı aldı komutan” dedi. Hayırdır ne ismi, ne oldu dedim. Başladı anlatmaya: “Siz yukarıda Kur’an okurken ben de lavaboda çoraplarımı yıkıyordum. Sesiniz de aşağıya kadar geliyordu. (Biz ne kadar kısık kısık okusak da betonarme bina yankı yapmış demek ki)  Giriş katın kapısında üst teğmen yanındaki çavuşa ‘Yukarıda Kur’an okuyanlar var. Git onların isimlerini al gel” dedi. Ben bunu duydum. Az sonra çavuş benim yanıma geldi. İsmimi sordu. Niye alıyorsun dedim. Komutan istedi dedi. İyi de ben bir şey yapmadım. Üstelik komutanın dediğini ben buradan duydum. Komutan yukarıdaki Kur’an okuyanların adını al-gel dedi. Sen benim adımı alıyorsun dedim. Çavuş, ‘Hayır senin adını istedi’ dedi. Baktım ikna olmayacak. İsmimi vermek zorunda kaldım, bu ne iş” dedi. Asker arkadaşım anlattı, ben ise güldüm bu duruma. Hem güldüm, hem de düşündüm. Çavuşa yanlış isim aldırtan vardı mutlaka! Kur’an bizi ele vermedi dedim.

Benim için vazgeçilmez askerlik anım bu işte. Sizinle paylaşmak istedim. Gerçekten bu Kur’an nasıl bir kitap böyle, be dostlar!


Belediye Başkanı Olanlara Açık Mektup ***

Sayın belediye başkanım! Halkın teveccühünü kazanarak eskilerin tabiriyle şehrimizin şehrul-emini, yani şehrin en güvenilir kişisi yani belediye başkanı seçildin. Öncelikle tebrik ediyorum. Bir beş yıl boyunca ifa edeceğin görev, sana emanet olarak verilmiştir. Zor bir göreve talip oldun biliyorum. Ama bu göreve silah zoruyla getirilmedin. Sen istedin, halk seçti. Talip olduğuna göre ne yapacağını bildiğini sanıyorum. Yine de ben bir seçmen olarak neler yapman gerektiğini burada hatırlatmak istiyorum. Maksadım yapacağın belediye hizmetlerini saymak değil. Zaten bunlar kanunda yazılı. Ben belediye başkanlığın süresince nasıl davranman gerektiğinin bir kısmını madde madde burada sıralamak istiyorum:

1. Bil ki bulunmaz Hint kumaşı değilsin. Sen tercih edenler arasında yarışı önde tamamlayan birisin. Oturduğun koltuğa başka layık olanlar da var diye düşün. Asla kibirlenme. Gücünü koltuktan değil, koltuğa güç veresin ve değer katasın.
2. Tasarruflarında daima şeffaf ol, yaptıkların izah edilebilir olsun. Unutma ki anlatamadığın doğru, doğru değildir.
3. Harcamalarda kamu malını yetim malı bil. Gelirleri yandaşlarına peşkeş çekme. Parayı harcanacak en uygun yere ve kişiye harca. İhalelerde ahbap-çavuş ilişkisine girme. Harcarken yoğurdu üfleyerek ye. Devletin malını deniz görüp har vurup harman savurma.
4. Yardımcıların başta olmak üzere ekibini en uygun kişilerden seç. Alt birimlere eleman alımında ehliyet ve liyakati esas al. Bu konuda ve ihalelerde partinle arana mesafe koy. Alacağın kişi, fikrine ve zikrine düşman olduğun biri bile olsa ehil ise onu baş tacı yap.
5. Çalışma ofisin ve makamın, velinimetin olan halka daima açık olsun. Onlarla arana duvar örme. Halk, istediği zaman sana ulaşabilsin. Onları dinle. Sürekli protokol takılma. Üstüne gösterdiğin azami gayret ve saygının aynısını altına da göster. Bil ki seni üstün veya protokol seçmiyor. Yediğin kaba pisleme. 
6. Bir işe kalkışmadan önce o işi ölç, biç, bin düşün, bir defa yap. Yaptıkların birbirini nakzedecek şekilde yap-boz tahtasına dönmesin. Günü kurtaracak, vaziyeti idare edecek iş yerine seni hayırla yâd edecek evladiyelik işler yap. Şehrine kalıcı eserler bırak. Hatta halkın önceliği nedir anlamında sık sık seçmeninin önüne sandık koy. Halka rağmen bir iş yapma.
7. İşe koyulduğunda enkaz devraldım edebiyatı yapma. Senden önceki başkanı kötüleme. İş ve yatırım yapacağın zaman ayağını yorganına göre uzat. Kendinden sonraki halefine borçlu bir belediye bırakma. Borç bırakacaksan anlaşılabilir olsun. Mümkünse borcunu döneminle sınırlı tut.
8. Sana oy versin veya vermesin seçmenine eşit ve adil davran. Yatırımlarda hakkaniyeti gözet. Birilerine para kazandırma. Kazanacaksa halkın, şehrin ve devletin kazansın. Partili rozetini seçildiğin gün masanın gözüne koy.
9. Yaptığın her işte kendi adın belediyenin önüne geçmesin. Afiş bastırarak şehrin meydanlarında adının reklamını yapma. Yapacaksan belediyenin reklamını yap. Yaptıklarından dolayı herkes sana teşekkür etmek için sıraya girmesin. İcraatın kabul gördüğü için sen onlara teşekkür et.
10. İşinde, yaptıklarında, davranışlarında samimi ve dürüst ol. Belediyenin nimetlerinden faydalanacak en son kişi sen ol.
11. Sana sunulan imkanları hor kullanma. Makam aracını yerinde ve zamanında kullan. Zaman zaman uhdende olan toplu ulaşım araçlarına bin, halkın içine gir. Gerekirse ayakta yolculuk yap. Bu, tevazuunu gösterir. Aynı zamanda yerinden denetimdir bunun adı.
12. Belediye çalışanlarını toplu ulaşım araçlarından ücretsiz faydalandırma. Unutma ki onlar belediye çalışanın olarak meccanen iş yapmıyorlar. Yaptıkları hizmetin karşılığı olarak maaşlarını alıyorlar. Belediye dışında çalışanlar nasıl ki ücret ödüyorlarsa senin işçin ve memurun da bu hizmetten parasını ödeyerek faydalansın. Belediyede görev yapan üst yöneticilerine makam aracı tahsisi yaparken dikkatli ol. Bu kişiler makam aracını sadece iş gereği kullanabilsin. Emrine şoför vererek tıpkı sana yapıldığı gibi evinden alıp evine teslim işi yapılmasın. Diğer vatandaş gibi ya özel aracıyla veya toplu taşıma araçlarıyla işine gelip gitsin. Yani belediye halkın içinde olsun, halktan biri olsun.
13. Belediye olarak yaptığın işlerde kar amacı gütme. Aynı zamanda oportünist davranarak bazı şeyleri bedava yapma. Hizmet gereği yapılan işlerden mutlaka belli bir ücret al. Bu ücret en azından maliyetleri karşılayacak şekilde olsun. Hiçbir işi bedava yapma. Yaptığın hizmetin karşılığını mutlaka al.
14. Belediye olarak yapacağın iş çeşitlidir. Hepsini yapacaksın ama ben her şeyim, istediğim her şeyi kılıfına uydurur yaparım diyerek her şeye burnunu sokma. Mesela okulların ve özel kurs merkezlerinin yapmakta olduğu etüt veya kurs işlerine girme. Değişik adlar altında adına proje diyerek halka, çocuklara hediye dağıtmaya kalkma, değişik kurum ve kuruluşlara sponsor olma. Ramazanlarda TV kiralayarak, sanatçı getirerek belediyenin parasını birilerine verme. 30 ramazan mahalle mahalle gezip iftar programları düzenleme. Bırak bunları kim yaparsa yapsın. Bunlar senin vazifen değil. Sen bir STK değilsin, dini bir cemaat hiç değilsin. Sen ilk önce borçlarını ödemeye bak.
15. Ara ara halkın arasına gir, koltuğa yapışıp kalma. Halkı sadece seçimden seçime ziyaret etme yolunu bırak.
16. Baktın ki başkanlığında kendini tekrarlamaya başladın, heyecanını kaybettin. Orada tutunmak için çabalama. İşi tadında bırak. Diğer seçimlerde tekrar tekrar aday olma yoluna girme. Bırak bir başkası geçsin. Cesedin illaki belediyeden kalkmasın. Gönül rahatlığı içerisinde koltuğu bir başkasına tadında bırak. 

***02/05/2019 tarihinde Pusula haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

Kadının Beyanı Meselesi ve Şiddet (3)

Ayette geçen “fadribû” fiiline evden çıkarma veya evi terk etme anlamı vermem bazılarınca zorlama bulunabilir. Bana göre zorlama falan değil. Bazıları da ayette geçen bu fiili dövme anlamında kabul etmekle beraber “Araplar olur olmaz eşlerini ilk etapta döverlerdi. Bu ayetle birlikte Allah dövmeyi, nasihat ve yatakları ayırmanın ardından üçüncü aşamaya kaydırmış veya ötelemiştir” açıklaması yapmaktadırlar. Bu açıklama da yabana atılır bir açıklama değil.

Gelin “fadribû” fiilini bir de müfessirlerin çoğunun anladığı şekilde dövme olarak ele alalım. Diyelim ki Allah burada açıkça dövmeden bahsetmiştir. Şayet bu şekilde mana verirsek bile ayeti anlamamız yine zor olmayacaktır. Çünkü iki ayeti bir anlam bütünlüğü içerisinde ele alırsak Allah’ın bu iki ayetle evlilik müessesesinin devamını sağlamak için alternatif yollar önerdiğini anlamamız zor olmayacaktır. Sanki Allah “Kullarım! Evlilik müessesini bozmadan önce sorunlarınızı aranızda çözmek için önce nasihat yolunu seçin. Olmadı mı? Ayrı yatın: Aynı evde iki yabancı gibi olun. Bu çözüm olmazsa gerekirse dövün, dövüşün. Ama evliliği mutlaka devam ettirin. Şayet bu da çözüm olmaz ise üçüncü şahıslar diyebileceğimiz aile büyüklerini hakem tayin edin, aranızdaki sorunu düzeltmeye çalışsınlar. Bu da olmazsa ‘Allah’ın hoşlanmadığı boşanma yolunu’ seçin” demek istiyor. (Tabi neyi kastettiğini Allah bilir.) 

Yazımı uzattım biliyorum. Ama şunları da ilave etmeden geçemeyeceğim. Dayağı savunan biri değilim. Sonra dayak için illaki onay verilmesi veya emredilmesi gerekmiyor. Allah her şeyi yapın ama asla dövmeyin deseydi bu Müslüman toplumda aile ilişkilerinde dayak yasak deyip şiddet olmayacak mıydı? Yasak olmasına rağmen dayak maalesef yine olacaktı. Dün, bugün ve yarın eşine şiddet uygulayanlar da Allah emretti veya ruhsat verdi. Bu yüzden eşimi dövüyorum” diye eşine şiddet uygulamıyor. Beğensek de beğenmesek de şiddet insanın olduğu yerde maalesef var. Bir başka husus anne ve babalarımız veya dede ve ninelerimiz arasında hiç şiddet olmamış mıdır? Bence olmuştur, hem de fazlasıyla. Ama hiçbir anne veya ninemiz eşim bana şiddet uyguladı diye kocasına tedbir aldırma yoluna gitmedi ve aleme ilan etmedi. Belki küs durdular, belki küs gittiler, içlerine attılar ama evliliklerini devam ettirdiler. Her biri alıp başını gitseydi, mahkemeye başvursaydı bugün için parçalanmamış aile kalmazdı. Dünün kavgayla başlayan evlilikleri mutlu bir şekilde devam etmiş ve geçmişte yaptıkları hatayla “Keşke elim kalkmasaydı” diyerek yüzleşilmektedir. Yazımdan şiddeti savunduğum anlamı çıkmasın. İstediğim bir durum tespitidir.

Gönül ister ki evliliklerde asla şiddet olmasın, evlilikler başladığı gibi mutlu sürsün. Sorunlar iletişim yoluyla çözülsün, kimsenin kimseye eli kalkmasın. Temennileri uzatabiliriz. Ama şunu söylemeden geçemeyeceğim: Allah hiçbir çocuğa parçalanmış aile nasip etmesin. Belki de en zoru bu. Bu işlere biraz da arada kaynayıp giden çocuklarımızın gözüyle bakalım derim.

Ezcümle Nisa 34.ayetini dayak ayeti olarak değil de ailenin korunması için tüm çabanın gösterilmesi olarak ele alalım istiyorum. Kimse kusura bakmasın ama bu ayeti salt dayak ayeti olarak ele alan ve bu şekilde anlamak isteyen kimseleri ben, parmakla hedef gösterilen yere değil de parmağa bakmaya benzetiyorum. Çünkü amaç parmak değil, parmağın gösterdiği yere bakabilmektir.

Kadının Beyanı Meselesi ve Şiddet (2)

Bu konuda konunun bir başka yönüne işaret etmek istiyorum. Aileyi korumak için çıkarılan bu Kanun, hazırında ailenin temeline dinamit koyuyor. Birçok kadın dernekleri bu Kanuna dayanarak yangına körükle gidiyor. Zamana yayarak aile içinde çözülmesi gereken bir sorun savcılığa suç duyurusunda bulunmak suretiyle ailevi bir mesele umuma mal oluyor. Her kafadan bir ses çıkıyor. Akıl veren verene. Çoğu zaman inisiyatif ailenin elinden çıkıyor. Kocayı uzaklaştırma anlamında verilen tedbir kararı daha büyük kavgalara, ailelerin parçalanmasına, hatta yaralama ve öldürmeye kadar gidebiliyor. Bu konuda önerim, taraflar ilk önce kol kırılır, yen içerisinde kalır babından Nisa süresinin 34 ve 35.ayetlerini uygulamalarıdır. “…(Evlilik yükümlülüklerini reddederek) başkaldırdıklarını gördüğünüz kadınlara öğüt verin, onları yataklarında yalnız bırakın. (Bunlar fayda vermez de mecbur kalırsanız) onları (hafifçe) dövün. Eğer itaat ederlerse, artık onların aleyhine başka bir yol aramayın. Şüphesiz Allah, çok yücedir, çok büyüktür. Eğer karı-kocanın arasının açılmasından endişe ederseniz, erkeğin ailesinden bir hakem, kadının ailesinden bir hakem gönderin. İki taraf (arayı) düzeltmek isterlerse, Allah da onları uzlaştırır. Şüphesiz Allah, hakkıyla bilendir, hakkıyla haberdardır.(Diyanet meali)

Nisa 34 ve 35. ayetlerde Allah ailenin devamı için dört tane yol gösteriyor. Bunlar: 1-öğüt vermek, 2-yatakları ayırmak, 3-dövmek(evi terk etmek), 4-kadın ve erkek tarafından arayı düzeltmesi için sözü dinlenir birer hakem tayin edilmesidir. Benim bu ayetten anladığım iş boşanmaya gitmeden önce iç hukuk yollarının tüketilmesi gerekmektedir. Birbirinin devamı olan bu iki ayet, aileyi bir arada tutmak için adeta dokuz doğuruyor. Bu ayetleri burada zikredince bazılarımız biz şiddeti reddederken, şiddete nasıl çözüm yolu buluruz derken ayetin üçüncü seçeneğinde dövmeye işaret ediliyor. Yağmurdan kaçarken doluya tutulduk diyebilir. Böyle düşünenlerin sayısı da az değil. Hatta bu ayeti çoğu Müslüman yumuşak karnımız olarak görür, kolay kolay bu ayeti dillendirmemek için çırpınır. Maalesef bu ayet başta Müslümanlar olmak üzere çoğu insanımız tarafından hakkıyla anlaşılamamıştır. Çünkü ayetleri bir bütün olarak ele almaktan ziyade “ dövme” anlamı verdiğimiz “fadribû” ile ifade edilen kelimede takılıp kalıyoruz. Ondan sonra “Efendim! Hafifçe vurmak lazım, Peygamberimiz eşine bir fiske bile vurmamıştır…“ şeklinde tevil yapacağız diye uğraşıp duruyoruz. Ayette geçen “fadribû” fiilini dövme yerine “evi terk etme veya evden çıkarma” anlamında kullansak dediğimiz zaman “Efendim! Tefsircilerin ekserisi bu fiile geçmişten günümüze hep dövme manası vermişlerdir. Ayette dövmeden bahsedilmektedir. Siz eski müfessirlerden daha iyi mi anlıyorsunuz? Onlar sizin düşündüğünüzü düşünememişler mi? Sizin bu verdiğiniz anlam birilerine şirin görünmek ve ayetin içini boşaltmak anlamına gelir” şeklinde bir eleştiriye muhatap oluyorsunuz.

Niyetim ayete istediğim anlamı vermek falan değil. Ayetin siyak ve sibakını göz önünde bulundurursak yatakları ayırmanın ardından evi terk etme, evden çıkarma anlamı ayet bütünlüğüne uygun gelmektedir. Aslında bu tercih ettiğim anlam çoğu kimse tarafından tasvip edilmese de Anadolu kadınlarının çoğu, bilmeden 34.ayetteki üçüncü tasarrufu eşiyle bir sorun yaşadığı zaman annesinin evine küs gitme şeklinde uygulamaktadır. Yani evi terk ediyor. Kadın bir müddet baba ocağında küs durduktan sonra ya kocası gider; eşinin gönlünü alır, evine getirir ya kadın kendisi gelir veya kadının anne veya babası tekrar geri gönderir/getirir ya da aile büyükleri araya girerek kadının terk ettiği evine geri dönmesi sağlanır. Aile büyüklerinin araya girmesi de 35.ayette iki taraftan birer hakem gönderilmesine uygundur.