10 Ağustos 2018 Cuma

"Doların Durumu Malum" *

İki terlik almak için bir ayakkabıcıya girdim. 17,50 TL dedi bir çiftine. On beş olmaz mı dedim. "Olmaz, doların durumu malum" dedi. Sağ olsun 50 kuruş indirim yaparak çiftine 34 lira verip çıktım.

Evimin yolunu tutarken satıcının "Doların durumu malum" sözüne kafam takıldı.  Takmamak mümkün değil zaten bugünlerde. Kime gitsen, nereye uğrasan, ne alsan herkesin gözü dolarda. Herkes satışını dolara endekslemiş durumda. Tv izleyenlerin gözü ekranların sağında sürekli değişen dolarda. Çay içmek için bir araya gelmiş iki kişinin olmazsa olmaz konusu yine döviz. Piyasadaki dolar muhabbetinden sosyal medya da nasibini alanlardan. Kimi doların geçmişten günümüze yıllık bazda seyrini paylaşıyor, kimi dolar beş değil, on lira da olsa teslim olmayacağız, teslim etmeyeceğiz diye yazıyor, kimi yaptırım uygulayan ABD'ye meydan okuyor, kimi de dolar yükseldikçe neredeyse zil takıp oynayacak bir görüntü veriyor. Kimi de doların nasıl ineceğine dair yorum yazıyor, görüş bildiriyor. Hatta nasıl TL basıyorsak dolar da basarız diyen yıldızımız bile var. Büyük bir çoğunluk ise ne olacak bu ekonominin hali, gidişat hayra alâmet değil dercesine kara kara düşünüyor.

Hasılı millet olarak dolarla yatıp dolarla kalkıyoruz. Ne o bizi bırakıyor, ne biz onu. Onunla da olmuyor, onsuz da. Bizden bir parça olmuş sanki! Yediğimiz, içtiğimiz, kullandığımız dolara endeksli. Bu ülkenin yüzde yüz yerli ürününün alım ve satımında bile dolar etkili. Hele şu günlerde aldı başını gidiyor. Eskiden kur gündüz değişir, mesai bittikten ertesi sabaha kadar yerinde dururdu. Hafta sonu ve resmi tatillerde yerinde sayardı. Hatta Ecevit'in başbakan olduğu dönemde Anayasa Mahkemesi bir karar açıklayacağında piyasalar olumsuz etkilenmesin diye cuma 17.00'den sonra açıklama yapardı. Şimdi resmi tatil, hafta sonu tatili, mesai bitimi falan dinlemiyor. Gece bile alıp başını gidiyor. Aslında alıp başını giden dolar değil, bizim paramız. Yani paramız dolar karşısında pul oluyor, eriyor. Daha doğrusu gece-gündüz demeden paramızın alım gücü düşüyor, yani çalınıyor. Bunun adı resmi soygun. İşin garibi TL, dolar karşısında değer kaybetmeyip yerinde saysa ekonomistler, Türk Lirası aşırı değerlendi diye dert yanıyor. Hasılı şu günlerde durmadan değer kaybeden paramız dolar karşısında erise de sorun, değerlense de.

Şimdi gelelim tekrar "Doların durumu malum" sözüne. İçimiz, dışımız, her şeyimiz karşılığı olmayan dolara endeksli ise göbeğimizden bağlı isek milli paramız TL hep dolar karşısında değer kaybedecek ve biz onu koruyamayacak isek ithalat ve ihracatımız dolarla olacaksa yerli ürünlerin piyasasını bile dolar belirleyecekse biz bu Türk Lirasını niçin basar, niçin cebimizde taşır, niçin alışverişte kullanır, niçin altı sıfır atar, niçin korumaya çalışırız? "Para dediğin insanın elinin kiri" deyip kendi milli paramızı kaldırıp dolar kullanalım. Hiç olmazsa dolar indi-çıktı, doların durumu malum demez, dolar almaya-satmaya kalkmayız.

Biliyorum içinizden "Sen kendinde misin, böyle absürt teklif mi olur? Bir milletin bağımsızlığının simgesidir milli para" deyip bana kızacaksınız. Umarım serzenişim böyle anlaşılmamıştır. Farz edelim ki kızdınız. Kızmakta haklısınız. Bana kızarken çağımızın belası dolara bizi zamanında göbekten bağlayanlara da  bir güzel kızalım. Unutmayalım ki ekonomide bağımsızlık elde edilmeden tam bağımsızlıktan söz edilemez. Ayrıca kızmak çözüm mü? Paramızın hali pürmelali ortada değil mi? Allah "dost ülke, müttefik ülke, stratejik ortak" denilen (ne demekse) ABD ve onun kirli parası dolardan bizi kurtarsın. İnşallah bir gün dış etkenlerden etkilenmeyen, kendi kendine yeten, ihracat ve ithalât dengesi olan, kendi kendine yeten, üretime dayalı, kırılgan olmayan milli ve bağımsız bir ekonomiye kavuşur ve tam bağımsız bir ülke oluruz.



* 11/08/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.




9 Ağustos 2018 Perşembe

Ne Sakalım Vardı, Ne de Bıyığım

1984-1985 yılı olsa gerek. Lise üçüncü sınıf talebesiyim. ABD'nin her şeyimize karıştığı dönemdi yine. Gerçi karışmadığı, bizi bize bıraktığı bir dönemi hatırlamıyorum ya, neyse. ABD'nin başında da baba Bush vardı yanlış hatırlamıyorsam. Bizim ülkenin başında ise 6 Ocak 1980 kararlarının mimarı rahmetli Özal vardı. (Baba Bush ile Özal'ın arasından su sızmazdı. Özal dostum derdi. Sık sık ABD'ye gidip geldiği gibi Bush ile çokça telefon görüşmesi yapardı.) 12 Eylül Harekatının üzerinden 4-5 yıl geçmesine rağmen ihtilalin izleri etkisini fazlasıyla sürdürüyordu hala. Gerçi bugün bile hala ABD'nin "Endişeye mahal yok, bizim çocuklar Türkiye'de ihtilal yaptı" dediği 12 Eylül hala etkisini devam ettiriyor. Daha o dönemin yamalı bohça Anayasası dimdik ayakta duruyor. 12 Eylül öyle bir dönem ki FETÖ'nün, PKK'nın, Oktarların neşvünema bulduğu bir evredir. Bunu da geçelim. Zira konum 12 Eylül değil zaten.

Dersimiz Coğrafya, hocamız Akın Koçtekin idi. Dersimizle alakası yok ama konu döndü, dolaştı, Türk-Amerikan ilişkilerine geldi. Öğrenciler sordu, hocamız cevapladı. Parmak kaldırdım, söz verdi. Kendisine "Hocam! Ülke olarak ABD'nin bir eyaleti olsak nasıl olur, böylece onların dolarını kullanırız, döviz bulma derdimiz olmaz, paramızın değeri de düşmez, her şeye olur olmaz zam gelmez. Nasılsa her dediklerini yapıyoruz, zorluk da çekmeyiz. Zaten bağımsız bir devlet gibi durmuyoruz" demiştim. Sorum da hem bir ironi vardı, hem de muziplik. Zaten arkadaşlar da gülmüşlerdi. Böyle bir soru sorduğuma göre yine ya bir gerginlik vardı aramızda, ya her şeyimize karışan, bize direktifler veren, bize bir şeyleri dayatan bir ABD vardı yine karşımızda. Veya enflasyonun başını alıp gittiği, paramızın pul olduğu, dövizin yükselmesinden dolayı sık sık fiyat ayarlamasının yapıldığı bir dönemdi. Döviz büroları da yeni yeni açılmaya başlamıştı. Hocamız, "Biz Türkler, bir başka devletin egemenliği altına girmeyiz. Tarih boyunca böyle olmuştur, yine öyle olacağız" demişti.

17-25'den beri Türkiye'nin burnunu sürtmek için darbe dahil her yolu deneyen ABD, son kozunu ambargolar uygulamak suretiyle ekonomimizi batırmaya oynuyor. Hepimizin bildiği gibi döviz fırladı, paramız pul oldu, altından kalkabilirsek tek haneli rakamlara inmek için bizi yine kemer sıkma ve enflasyonla mücadele bekliyor. Dövizin ekonomimizi berbat etmesini görünce nedense 18 yıl önce Coğrafya dersinde geçen bu anekdot geldi aklıma. Bana kızacaksınız ama sahi ABD'nin bir eyaleti olsak nasıl olur? Böylece TL'nin değeri düştü diye bir derdimiz olmaz. Döviz alma, döviz bozdurma diye bir sorunumuz olmaz. O zamanlarda sakal ve bıyığım olmadığı için ne hocamızı, ne de sınıfı ikna edebilmiştim. Şimdi ne dersiniz?

İşin şakası bir tarafa. İnşallah Türkiye, kendisine biçilen rolü değiştirecek ve zincirlerini kıracaktır. Bugünkü sıkıntılarımız doğum öncesi sancıya benziyor. Bu karanlık gecelerin sabahı mutlaka olacaktır.

Bu ülkeyi göbekten bağlı olacak şekilde ABD'ye teslim eden siyasilerimizi bu millet ve tarih asla affetmeyecektir.





8 Ağustos 2018 Çarşamba

"...her istediğini yapıyorum...yeter ama"

Mutfak ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla bir markete giderken 3-4 yaşlarındaki çocuğunu arabasının kapağını açarak zorla bindirmeye çalışan bir anne gördüm. Çocuk ağlıyor, anne ise "Bugüne kadar her istediğini aldım ama...yeter ama" diyordu kızgın bir şekilde. Anne, "yeter ama" derken çocuk ağlamanın temposunu biraz daha yükseltiyordu. 

Sanırım anne yanındaki çocuğuyla beraber alışveriş yaptı. Çocuk, "Şunu isterim" diye dayattı. Anne ise ya "almayacağım" dedi, ya "Aynısından evde var" dedi, ya pahalı gördü, ya da çocuğuna zararlı diye almadı. Çocuk ağlamasına, anne kızmasına devam ederken geçip gittim.

Sizce anne ile çocuk arasındaki bu savaşı kim kazanmış olabilir? Kuvvetle muhtemel çocuk kazanmıştır. Günümüz anne babalarının çoğu bu savaşta hep kaybeden taraftır. Burada sorun zamanında çocuğun her istediğinin alınmasındadır. Yeter ki çocuk buna alışmış/alıştırılmış olsun. Bu aşamadan sonra anne-baba almasın da göreyim. Eli mahkum artık. Gücü ve kuvveti olmayan bu çocuğa hep zaferi getiren ağlamasıdır. Çocuğun en büyük silahı ağlamasıdır. Hangi anne ve babanın yüreği dayanır çocuğunun ağlamasına? Baba almak istemese anne alır, anne istemese baba alır. Ya da her ikisi birden "Yazık! Bir tek çocuğumuz var, bunun isteklerini yerine getirmeyip de ne yapacağız, bizi hayata bağlayan biricik çocuğumuz zaten" deyip alıverirler. Bazen de alırken "Bak bu istediğini de alıyoruz, bundan sonra bir şey istemek yok, ağlasan da almam" tehdidine çocuk kafasını sallayarak "tamam" der ve görürsünüz dercesine ağlamayı keser. Veya alışveriş merkezinde çocuk istediği alınmayınca basar ağlamayı. Sesi yükseldikçe etraftaki alışveriş yapanlar "ne oluyor" diye bakınca anne baba, "Herkes bize bakıyor, ele güne karşı daha fazla rezil olmayalım" deyip alıyorlar. Sonuç ne olursa olsun her defasında kazanan çocuk oluyor, anne baba pes ediyor. Belki de alışverişten sonra anne ve baba "Hep senden, sen yüzlüyorsun bunu" deyip birbirine giriyor. Hatta bazen dur durak bilmeyen çocuğuna tokat atan aile de çıkıyor. 

Çocuğun alınmasını istediği şeyle ilgili ailenin takınacağı tavırları yukarıda ele almaya çalıştım. Görüleceği üzere hepsini çocuk kazanıyor. Almayacağım diye direnen aile çocuğunun saatlerce ağlamasını, çocuğunun yemek yememesini göze alması gerekecek. Aslında çocuğunun ağlamasını göze alan aile çocuğunun ağlama silahını elinden almış ve çocuğunu terbiye etmiş olur. Ki olması gereken de budur. 

Unutmayalım ki çocuğunun her istediğini alan aile çocuğuna en büyük kötülüğü yapmış olur.

Eğitim ve Öğretimde Herkesi Memnun Etmek İstemenin Bedeli

Milli Eğitim Bakanlığından bir yetkili yeni ortaöğretim yerleştirilmesiyle ilgili tercihlerinden herhangi bir okul türüne yerleşemeyen öğrenci ve velilerine yönelik olarak "Hiçbir öğrenci, istemediği bir okul türünde okumayacak" açıklamasında bulundu. Öğrencilerin teveccüh gösterdiği Anadolu Liselerinin kontenjanlarını artırdıklarını, bunun için talep olmayan bazı meslek liselerini ve İHL'leri Anadolu Lisesine dönüştürdüklerini, kullanılmayan bazı ek binaların kullanımı için onay verdiklerini sözlerine ilave etti. Gerçi bu yeni sistemle birlikte Eski MEB Bakanı da tercih döneminden önce aynı minvalde açıklamalar yapmıştı. 

Sayın Genel Müdürün bu açıklaması kulağa hoş gelen bir açıklama. Veli ve öğrenci memnuniyeti esas alınmış bu kontenjan artırımında. Umarım veli ve öğrenci memnuniyetine dayalı Anadolu Liselerinin kontenjan artırımından bu okulları tercih eden öğrenci dört yıl sonra aynı memnuniyetini devam ettirir. 

Fen, Sosyal Bilimler, Anadolu ve İHL'leri tercih eden çocuklar "Ben yüzde yüz üniversite okumayı kafaya koydum, bu okullar vasıtasıyla başarılı olacağım, üniversiteyi bitirdikten sonra devlet sektöründe masabaşı iş yapacağım, bunun dışında meslek öğrenme gibi bir niyetim yok, gözüm de yok..." demek istemektedir. Niyet halis ve berrak. İnşallah akıbeti de hayır olur diyeceğim. Zorla güzellik olmaz. Veli ve çocuk meslek lisesinde okutmak/okumak istemiyorsa yapılacak bir şey yok şu aşamada. Bize hayırlı olsun demek düşer. Zira zevkler ve renkler tartışılmayacağı gibi tercihler de sorgulanmaz.

Şimdi gelelim madalyonun öbür yüzüne... Senede liselerden bir milyonun üzerinde bir öğrenci mezun oluyor, önceki yıllardan birikmişlerle birlikte her yıl üniversiteye girmek için iki milyondan fazla öğrenci sınava giriyor. Bu iki milyondan ilk iki yüz bine giren öğrencilerin tercih ettiği bölümlerden mezun olan öğrenciler devlet sektöründe görev almak için yıl/yıllar kaybetse de eninde sonunda girebiliyor. Başarıda belirttiğim sıralamayı yakalayamayan öğrenciler üniversitenin bir bölümünden mezun olsalar da iş bulmaları zor mu zor. Burada mevzubahis olan sayı, üç-beş değil; 1.800.000 öğrenci. 24-25 yaşında üniversiteyi bitirdikten sonra KPSS sınavında başarılı olmak için emsallerine iyi bir fark atması gerekiyor. Haydi başarılı oldular, devletin her yıl iki milyon insana masabaşı iş vermesi mümkün değil. Bunu bile bile aynı delikten veli ve öğrenci her yıl girmeye çalışıyor. İşin garibi bu aşamadan sonra öğrencinin bir meslek öğrenmesi, yeni bir işe yönelmesi de zor.

Sonu hüsran ve pişmanlık olan bu genel lise okuma sevdasını niçin sürdürürüz? Devlet, millet, öğrenci ve veli bu gerçekle niçin yüzleşmek istemiyoruz. 24-25 yaşından sonra her yıl umutsuz vaka olarak KPSS sınavına girip pişman olmaya devam mı edeceğiz? Bu halimizle görüntümüz "ya çıkarsa" deyip piyango oynayanların durumuna benziyor.

Bu ülkede öğrenci ve veli memnun olacak diye düz Anadolu açmak, talep yok diye meslek lisesini kapatmak çözüm değil. Zaten eğitim ve öğretimdeki en büyük sorun bu. Yani herkesi üniversite okuyacak diye düz liselerden mezun etmek. Bu çocukların kurtuluşu ve ülkemizin geleceği meslek liselerinde ve çıraklık eğitim merkezlerindedir. Biz meslek liselerini tercih etmedikçe, çırak ve kalfa olması için çocuklarımızı mesleğe yönlendirmedikçe son ustalarla birlikte birçok meslek mevta olacaktır. Merak ettiğim bu ülkede berberliği, kaynakçılığı, torna-tesviyeyi, kaportacılığı, tamirciliği, terziliği vs kim yapacaktır.

Biz, çocuklar istemediği okul türünde okumayacak diyerek talep var diye düz Anadolu açmaya devam edelim, anne ve babalar "Çocuğum meslek lisesi istemiyor, zaten istese de ben ona kıyamam" korumacılığını devam ettirerek çocukların dümen suyuna girmeye devam edelim. Bol bol vasıfsız diplomalı eleman yetiştirelim. Hep birlikte gönüllü olarak ülkenin geleceğine dinamit koymuş olacağız. Bu böyle biline...

Ha Sessiz Yığın Olmuşsun Ha Aymaz!

"Sizden biri bir kötülük yaptığında elinle düzelteceksin, buna gücün yetmiyorsa dilinle düzelteceksin, buna da gücün yetmiyorsa o kimsenin yaptığından hoşnut olmadığını göstermek için kalbinle buğz edeceksin. Bu da imanın en zayıf noktasıdır" hadisi şerifini bilmeyenimiz yoktur. Hatta bu hadisi işite işite büyüdük. Dine az meyyal kişiler bile bu hadisi ezbere bilir. 

Bildiğimiz ve doğruluğundan emin olduğumuz bu hadisi uyguluyor muyuz? Uyguluyorsak neresindeyiz? Yoksa bana ne deyip görmezden mi geliyoruz? "Bana dokunmayan yılan bin yaşasın" mı diyoruz. Bir yerde haklı-haksız gördüğümüz zaman sessizliğe bürünüyor; görmezliğe, bilmezliğe, anlamazlığa mı oynuyoruz? Kırsınlar birbirini deyip kör ve sağırlara oynuyor, "Ne yapabilirdim" mi diyoruz?

Hepimizin sular seller gibi ezbere bildiğimiz kötülükle mücadele hadisini uygulamıyoruz ki kötüler, zalimler, suçlular bolca kötülük yapmaya devam ediyor. Kötülüklerin devam etmesinin, güçlünün borusunu öttürmesinin en büyük destekçisi sessiz yığınlardır. Çünkü büyük çoğunluk sessiz kaldıkça seslerini yükseltmedikçe kötüler tam gaz yoluna devam edecektir. Sessiz yığınlar sesini çıkarmadıkça mağdurun sesini yükseltmesi, gücü elinde bulunduranlar için bir şey ifade etmiyor.

Dünyada adaletin hakim olması, kötülerin kötülük yapmaya devam edememesi, güçlünün zayıfı ezmemesi isteniyorsa yukarıdaki hadisi şerifin doğruluğuna inananların sesini yükseltmesi gerekiyor. Aman bana bir şey olmasın diyerek sinen insanların çokluğu, zalimin arayıp da bulamadığı bir şeydir. Pasif bir destektir bu, dilsiz şeytan olmaktır. Adam; yandım, battım, bittim, haksızlığa uğradım diye eşine dostuna dert yanıyor, can havliyle konuşuyor. Dinleyenler sadece dinliyor. Hatta çoğu haklısın bile demiyor, diyemiyor. Mağduru yıkan da bu sessizlik -hatta buna aymazlık da- diyebiliriz. İyilerin sessizliği/aymazlığı bu!

Kişisel mağduriyetlerin devamında, sessiz yığınların sessizliğinin payı büyük olduğu gibi devletler nezdinde de durum aynıdır. Bugün Türkiye’nin mağdur edilmesine sesini çıkarmayan devletler yarın sıranın kendilerine gelmeyeceğine dair bir garantileri mi var? Halbuki “Türkiye’ye bu yaptığınız doğru değil, haklı davasında biz Türkiye’nin yanındayız” şeklinde topyekûn seslerini yükseltse kim Türkiye’ye ne yapabilir? Çünkü kimse dünyayı karşısına alamaz. Bugün ABD’nin en büyük destekçisi, ABD’nin Türkiye’ye olur olmaz yaptırımlar uygularken dünyanın sessiz kalmasıdır. Bu sessizlikten dolayı ABD fütursuz davranıyor. Türkiye’ye yapılana “Ne olacak bu işin sonu” diye bekleyen sessiz devletlere bu ayıp yeter de artar bile!

Kişilerin ve devletlerin mağduriyetinde sessiz kalan yığınlar, “Susma! Sustukça sıra sana gelecek” deyip bir araya gelmedikçe yapılan kötülüklerde sessiz yığınların payı büyüktür.


7 Ağustos 2018 Salı

Adaletin Bu mu Dünya? *

Yedi kişiyi öldürüp sonra hapse giren ve ağırlaştırılmış müebbet alan Kayseri'deki bir seri katil 16 yıl yattıktan sonra Rahşan Affı ile salıverilmiş. Dışarıda bulunduğu sırada 8.kişiyi öldürmüş canimiz. 

Ağlar mısın güler misin bu habere? Adaletimizin geldiği nokta maalesef. "Kader mahkumları" deyip suçluları affetmenin bedelidir bu. Mağdur ve masum vatandaşı hesaba katmadan üç-beş oy daha devşirebilir miyim düşüncesiyle hareket eden siyasilerin adaletimizi getirdiği acınası hal. 

Bu ülke siyasilerin elinde bir oyuncak. Ki o siyasiler adaletimizin temeline kibrit suyu döke döke adalet denen şeyin suyunu çıkardılar. Çıkardıkları her kanun suçluyu korumaya yönelik hep. Bugün onların ceremesini toplum çekiyor. Kah af çıkardılar, kah şartlı salıverme dediler, pişmanlık yasası, iyi hal durumu, belli bir cezanın altındakilerin içeride yatmaması gibi adına ne dedilerse hep suçlular yararlandı.

Kayseri'deki seri katil güya müebbet almış. Müebbet benim bildiğim ebedi demektir. Müebbet alan birinin dışarıda ne işi var? 7 kişiyi öldüren birinin aftan yararlandırılması ve 16 yıl yattıktan sonra haydi güle güle denmesi adaletimizin gülünç duruma düşürüldüğünün göstergesidir. Dünyada bunun örneği yoktur herhalde. Madem sizin anlayışınızda müebbedin karşılığı azami 30-42 yıl. O zaman bunun adına müebbet demeyin. Ya da müebbedin anlamını bilmiyorsanız ilk önce TDK'nın sözlüğüne bir bakın. Bu ülkede adaleti tesis etmenin, hak yerini buldu demenin yolu adam öldürenin öldürülmesidir. Haydi diyelim ki idam cezası kaldırıldı, yeniden koyamayız. O zaman bir değil, iki değil, öldüre öldüre seri katil olan birini dışarı yüzü göremeyecek şekilde bir düzenleme yapmak çok mu zor. Nefes almaması gereken adama hayat veriyorsunuz çıkardığınız kanunla, afla. İllaki bir macera peşinde koşup af çıkaracaksanız kendi ailenizden birine zarar veren birini af edin. Ne hakla benim annemi, babamı, kardeşi öldüreni affetme yoluna gidiyorsunuz? Üzerinize vazife mi? Bunun adına da "Biz kanun koyucuyuz" diyorsunuz. Bu yaptığınız ayıp! Böyle bir af olamaz. Kanun koyucu iseniz adam gibi yapın görevinizi. Suçluyu korumaktan vazgeçin. Haydi çok merhametlisiniz. Yedi kişiyi öldüreni saldınız. Alışmış kudurmuştan beter bu seri katilin yeni cinayet işlemesinin tedbirini de alın çıkardığınız kanunla.

Seri katili dışarıya af yoluyla salan vekiller! Bu katilin işlediği 8.cinayetin ortağı ve hatta azmettiricisi sizsiniz. Bu katil sizin eseriniz. Bunun başka lamı cimi yok. Olur olmaz çıkardığınız suçluyu koruma kanunlarınız sayesinde adaletimiz yerden kalkamayacak şekilde yerlerde sürünüyor. Kimsenin adalete güveni yok. 

Sayenizde ne cinayetler bitiyor, ne de suç oranları azalıyor. Yaşanmaz bir ülke bıraktınız bize. Yakını öldürülen birinin katilini dışarıya salarken ateş düştüğü yeri yakarken sizin tuzunuz kuru. Kokmuş bir tuz sizdeki. Bari öyle bir kanun çıkarın ki korumak için masumlara cezaevinde bir yer açın, tüm suçluları dışarıya salın, katil sürüleriyle beraber siz kanun koyucular huzur ve mutluluk içerisinde dışarıda birlikte yaşayın. Biz de cezaevinin penceresinden sizi suçlularla birlikte kol kola gördüğümüzde size "Allah muhabbetinizi artırsın" diye dua ederiz.

* 10/08/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Öğrencilerin Kendini Kaybettiği Okul Kademesi


Türkiye'de her merkezi sınav öncesi ve sonrasında "Eğitim ve öğretimin hali içler acısı! Ne olacak bu eğitimin, bu okulların hali" denir. Fakat problemlerin özüne genelde girilmez. Eğitim ve öğretimimiz her kademede içler acısı. Neresinden tutarsak elimizde kalıyor. 

Ben burada ortaokul kademesini ele almaya çalışacağım. Zira öğrencinin kendini kaybettiği, bir daha kolay kolay toparlayamadığı dönem, ilköğretimin ikinci evresi ortaokulda başlamaktadır. Kimi çocuklar lise döneminde kendini toparlasa da çoğu ortaokulda kaybolmaktadır. Aile lise döneminde farkına varsa da iş işten geçmiş oluyor.

İlkokulda dört yıl boyunca tek öğretmenin tedrisinden geçen, onun kurallarıyla büyüyen, onun bir sözüyle çiçek olan, bir dediğini ikiletmeyen çocuk, ortaokullu olunca birden kendini boşlukta buluyor. Çünkü ilkokuldayken tek öğretmen; çocuğun hem annesi, hem de babasıydı. Ortaokulda ise çocuk aynı anda karşısında 8-10 öğretmen buluyor. Hepsi birbirinden farklı, hepsi ayrı bir şey söylüyor. Bir gördüğünü bir hafta boyunca tekrar görmüyor. Teneffüste başına bir şey geldi mi hangisine gidecek, ilgilenecekler mi? Çünkü bir anne, bir babası varken 8-10 anne veya babası oluverdi birden. Sonra  dur bakalım... Branş öğretmeni kendisini tanıyacak mı? Ya "Sen hangi sınıftaydın...müdür yardımcısına git..."derse. Çünkü branş öğretmeni ilkokul öğretmeni gibi değil, sene sonuna kadar çocuğun ismini belki de öğrenemeyecek. Halbuki ilkokul öğretmeni her gün dersine gire gire çocuğun hem adını, hem soyadını, hem numarasını, anasını, babasını, kaç kardeş olduğunu, maddi durumunun ne olduğunu, huyunu-suyunu, başarısını-başarısızlığını, neyi-ne kadar bildiğini öğrenir ve bilir. Ona göre davranır, sürekli ailesiyle irtibat halindedir. Aynı zamanda ilkokul öğretmeni sınıfının öğrencisini diğer öğrencilere karşı korur da. Ya ortaokul da? Branş öğretmeni kendini doğru-dürüst ne tanır, ne bilir, ne de ilgilenir. Çocuk kendini boşlukta hisseder. Bu durumu önce garipsese de çocuk, bir müddet sonra kendi başına kalmanın keyfini sürmeye başlıyor. Yeri geldiğinde yaramazlık yapmaya, okuldan kaçmaya, ödevini yapmamaya, söz ve ders dinlememeye, yalan söylemeye, sırasını karalamaya vs başlıyor. Aile "Ödevin yok mu senin" dediğinde ya "Okulda yaptım" ya da "Ödevim yok, öğretmen vermedi" demeye başlıyor. Çünkü kontrolsüz güç elindedir artık. Ergenlikle birlikte isyanlara oynamaya, “ben bir bireyim, büyüdüm” demeye başlıyor hal ve hareketleriyle. Her yaptığının haklılığına çevresini/anne babasını ikna etmek için mazeret, gerekçe ve bahane de bu süreçte çocuğu buluyor.

Ortaokul öğretmeni çocuğu tanımıyor da aile tanıyor mu bu süreçte? Aile de tanıyamıyor bu süreçte çocuğunu. Dün tanıdığı, “Ben onun her şeyini bilirim” diyen anne çocuğunu tanıyamaz hale geliyor. Bu durumu geçici bir süreç sanıyor. Halbuki çocuk kişiliğini buluyor bu süreçte. Aşırı koruma halimiz bizi çocuğumuzu tanımanın önüne geçiyor. Kolay kolay toz kondurmuyoruz. Ne de olsa saçımızı süpürge ettiğimiz, geleceğimizin teminatıdır. Gerçekle yüzleşmek istemiyor Branş öğretmeninin verdiği notu beğenmiyoruz. Çünkü çocuk ilkokul dördüncü sınıftan itibaren hep iyi-pekiyi getirmiştir. Üstelik dün TEOG’da okul puanının etkisi yüzde otuz iken şimdiki adrese dayalı sistemde çocuğun yerleşeceği okul türünde okul puanı önemli. Çocuğu biraz düşük not alsa hemen öğretmenin kapısını aşındırıyor: “Özel okuldakilerin tüm derslerden puanları yüz iken bizim çocuklarımız bu puanlarla nasıl yarışacak” demeye başlıyor. Veliden gelen baskıyı gören öğretmen “öyle mi al öyleyse” diyerek döşüyor yüksek puanı. Verilen bu puandan veli memnun, öğrenci de memnun. “Çocuğum doğru dürüst çalışmadan teşekkür/takdirle geliyor, bir de çalışsa önünde hiçbir ders duramaz, aslında çocuğum çok zeki” demeye başlıyor veli.

Ne öğretmen, ne de veli tanımadan 8.sınıftan mezun ediyor çocuğu. Karşımızda yüksek dereceli ortaokulu bitirmiş bir çocuk var. Ama yeteneğini, kapasitesinin ne olduğunu kimse bilmiyor. Notlarının şişirildiğini herkes biliyor, bu notlar çocuğa başarıyı getirmez ama “ya bir gün lazım olursa” deniyor hep beraber. Ve çocuk LGS’de kendi başına kalıyor. Kazandığı veya kazanamadığı okul ile lisede yüz yüze geliyor. Burada ortaokulun esemesi yok. Çocuk derslerde zorlanmaya başlıyor. Aile yine burnundan kıl aldırmıyor: “Hocam bu çocuğun Matematiği, Feni, İngilizcesi, Türkçesi ortaokulda 90’dan aşağı değildi, bu çocuk başarılı bir çocuk, siz ne yapıyorsunuz” demeye başlıyor.

Lisede başlayan karşıt cins arkadaşlığı, derslerin biraz daha zorlaşması, ders çeşitliliğinin artması, ailenin çocuğunu sayısal seçmeli derslere yönlendirmesi çocuğa zor gelse de kakalamaca veya zorlamayla lise bitiyor. Çocuk YKS’de dökülüyor. Veli hala, “Çocuğum lisede bozuldu” sanıyor. Halbuki çocuğun bozulma, kendini dağıtma süreci ortaokulda başladı ama aile farkına varmadı, ya da varmak istemedi.

Büyük bir çoğunluğun çocuklarının kendini kaybetme süreci ortaokulda başlıyor benim kanaatime göre. Çünkü ilkokul Hanya ise ortaokul Konya’dır. Birbirinden çok farklıdır. Bu iki okul kademesi arasında tatlı bir geçiş ve çocuğun ortaokula hazırlanması gerekiyor. Yoksa biz çocuklarımızı ortaokul sıralarındayken kaybetmeye yine devam edeceğiz. Lisede farkına vardığımız zaman iş işten çoktan geçmiş oluyor. (Ki mevcut ortaokul öğrencileri daha ortaokul öğrencisi bile sayılmazlar. Daha anasının kuzusu onlar.)