Ana içeriğe atla

Ne Sakalım Vardı, Ne de Bıyığım

1984-1985 yılı olsa gerek. Lise üçüncü sınıf talebesiyim. ABD'nin her şeyimize karıştığı dönemdi yine. Gerçi karışmadığı, bizi bize bıraktığı bir dönemi hatırlamıyorum ya, neyse. ABD'nin başında da baba Bush vardı yanlış hatırlamıyorsam. Bizim ülkenin başında ise 6 Ocak 1980 kararlarının mimarı rahmetli Özal vardı. (Baba Bush ile Özal'ın arasından su sızmazdı. Özal dostum derdi. Sık sık ABD'ye gidip geldiği gibi Bush ile çokça telefon görüşmesi yapardı.) 12 Eylül Harekatının üzerinden 4-5 yıl geçmesine rağmen ihtilalin izleri etkisini fazlasıyla sürdürüyordu hala. Gerçi bugün bile hala ABD'nin "Endişeye mahal yok, bizim çocuklar Türkiye'de ihtilal yaptı" dediği 12 Eylül hala etkisini devam ettiriyor. Daha o dönemin yamalı bohça Anayasası dimdik ayakta duruyor. 12 Eylül öyle bir dönem ki FETÖ'nün, PKK'nın, Oktarların neşvünema bulduğu bir evredir. Bunu da geçelim. Zira konum 12 Eylül değil zaten.

Dersimiz Coğrafya, hocamız Akın Koçtekin idi. Dersimizle alakası yok ama konu döndü, dolaştı, Türk-Amerikan ilişkilerine geldi. Öğrenciler sordu, hocamız cevapladı. Parmak kaldırdım, söz verdi. Kendisine "Hocam! Ülke olarak ABD'nin bir eyaleti olsak nasıl olur, böylece onların dolarını kullanırız, döviz bulma derdimiz olmaz, paramızın değeri de düşmez, her şeye olur olmaz zam gelmez. Nasılsa her dediklerini yapıyoruz, zorluk da çekmeyiz. Zaten bağımsız bir devlet gibi durmuyoruz" demiştim. Sorum da hem bir ironi vardı, hem de muziplik. Zaten arkadaşlar da gülmüşlerdi. Böyle bir soru sorduğuma göre yine ya bir gerginlik vardı aramızda, ya her şeyimize karışan, bize direktifler veren, bize bir şeyleri dayatan bir ABD vardı yine karşımızda. Veya enflasyonun başını alıp gittiği, paramızın pul olduğu, dövizin yükselmesinden dolayı sık sık fiyat ayarlamasının yapıldığı bir dönemdi. Döviz büroları da yeni yeni açılmaya başlamıştı. Hocamız, "Biz Türkler, bir başka devletin egemenliği altına girmeyiz. Tarih boyunca böyle olmuştur, yine öyle olacağız" demişti.

17-25'den beri Türkiye'nin burnunu sürtmek için darbe dahil her yolu deneyen ABD, son kozunu ambargolar uygulamak suretiyle ekonomimizi batırmaya oynuyor. Hepimizin bildiği gibi döviz fırladı, paramız pul oldu, altından kalkabilirsek tek haneli rakamlara inmek için bizi yine kemer sıkma ve enflasyonla mücadele bekliyor. Dövizin ekonomimizi berbat etmesini görünce nedense 18 yıl önce Coğrafya dersinde geçen bu anekdot geldi aklıma. Bana kızacaksınız ama sahi ABD'nin bir eyaleti olsak nasıl olur? Böylece TL'nin değeri düştü diye bir derdimiz olmaz. Döviz alma, döviz bozdurma diye bir sorunumuz olmaz. O zamanlarda sakal ve bıyığım olmadığı için ne hocamızı, ne de sınıfı ikna edebilmiştim. Şimdi ne dersiniz?

İşin şakası bir tarafa. İnşallah Türkiye, kendisine biçilen rolü değiştirecek ve zincirlerini kıracaktır. Bugünkü sıkıntılarımız doğum öncesi sancıya benziyor. Bu karanlık gecelerin sabahı mutlaka olacaktır.

Bu ülkeyi göbekten bağlı olacak şekilde ABD'ye teslim eden siyasilerimizi bu millet ve tarih asla affetmeyecektir.





Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde