17 Temmuz 2018 Salı

15 Temmuz Darbe Gecesinde Sala Veren Müezzinleri Darp Edenlere Ne Yapıldı?

15 Temmuz darbe gecesi Diyanet İşleri Başkanlığının direktifi gereğince tüm Türkiye’de camilerimizin minarelerinden sala okunmaya başlanmıştı hatırlarsınız. 120 bin camide aynı anda okunmaya başlanan salalar toplum nezdinde hüsnü kabul gördü. 

Kanlı darbe teşebbüsünün ikinci seneyi devriyesinde Habertürk kanalına telefonla bağlanan ve 15 Temmuz gecesi ile ilgili sorulara cevap veren eski(eskimez) Diyanet İşleri Başkanına gazeteciler, “Basın ve medyada darp edilen din görevlilerin bilgileri yer aldı. Bu sayı tüm Türkiye’de kaç din görevlisinin başına geldi” şeklinde bir soru sordu. Sayın Görmez, “60 camide sala veren müezzine fiili saldırı olduğunu” söyledi. Yine gazeteciler, “Darp eyleminin kaç tanesi darbeci askerler tarafından işlendiğini” sordu. “Yarıdan fazlasını” cevabını verdi Sayın Görmez. “İmamlara yapılan bu fiili saldırı ile ilgili ne yapıldığı” sorusuna, “Haklarında suç duyurusunda bulunuldu” dedi Görmez. Gazetecilerden “Suç duyurusu yapılanlar hakkında hangi fiili tecavüzcüye ne cezası verildi” sorusunu sormalarını beklerdim. Ama böyle bir soru sorulmadı.

Sayın Görmez o geceye dair önemli açıklamalarda bulundu. Burada sala veren müezzinlere uygulanan darbı konu edinmek istiyorum. Görmez’in verdiği bilgiye göre fiili tecavüzün yarıdan fazlası darbeciler tarafından işlenmiş.  Sala okuyan müezzinlere darbeci askerler tarafından yapılan saldırıyı kendi içinde tutarlı görürüm. Ha cami duvarına işemiş, ha minareye, fark etmez. Çünkü milletin ve Meclisin üzerine bomba atan, gözlerini kırpmadan sivillerin üzerine kurşun yağdıran canilerin müezzini darp etmesi normal. Öldürmediklerine şükretmez lazım. Zira onlara göre darbenin karşısına çıkan herkes çoktan ölmeyi hak etmişti. Umarım bu darbe teşebbüsüyle birlikte sala verirken görevliye dipçik vurup yere yıkan bu caniler şimdi içeridedir ve hak ettikleri cezayı fazlasıyla almışlardır.

Sayın Görmez’in yaptığı açıklamadan anladığım imamlara fiili tecavüzde bulunan kişilerin yarıya yakını sivil darbe severler tarafından işlenmiş. Bunlara ne yapıldı, haklarında sadece dava mı açıldı, bunlar hakkında tutuklama kararı verildi mi? Yoksa ellerini ve kollarını sallayarak toplum içerisinde geziniyorlar mı? Umarım darbeye teşebbüs edenler gibi işlem görmüşlerdir bunlar. Verilen emir çerçevesinde kamusal bir görev ifa eden bu görevlilere saldıranlar şayet ifadeleri alındıktan sonra “Adli Kontrol Şartı” ile hiçbir şey yokmuş gibi salıverildiyse vay halimize! Çünkü son yıllarda ölüm ve yaralama dışında darp eyleminde bulunanlar ifadelerinden sonra salıveriliyor. İnşallah bu darbe severlere aynı muamele yapılmamıştır. Bence sala veren görevliye vazife başındayken yapılan bu saldırı diğer darplara benzemez. Yapılan bu eylem darbeye teşebbüs eylemidir; milletin üzerine bomba yağdıranlardan, silah çekenlerden farkı yoktur. Aynı amaca hizmet etmiştir. Darbede suçüstü yakalanan gözü dönmüşlerle aynı cezayı çekmeleri için yargılanmaları gerekiyor.

Sala veren görevlilere darbeci askerlerin dışında fiili saldırıda bulunan sivil darbe severlere, “Ceza verildi mi? Ceza verildiyse ne kadar ceza verildi? Yoksa ifadelerinin ardından salıverildiler mi” sorularına cevap verilmesini etkili ve yetkili makamlardan istiyorum.

16 Temmuz 2018 Pazartesi

"Çöp Sepeti gibi Karıştırıp Durma!" ***

Orta üçüncü sınıf olsa gerek, Recai Gümüş isimli bir hocamız sosyal bilgiler dersimize gelmişti. Yerine pek oturmaz, yazı tahtasının önünde dersini anlatır dururdu. 45 kişilik sınıf onu pürdikkat dinlerken bazen sesini yükseltirdi. Ses tonunun yükselmesi demek birine kızıyor demekti. Kızmasıyla birlikte herkes bana mı diyor diye sağına-soluna, önüne ve arkasına bakardı. "Bir şey yok, herkes önüne dönsün" derdi. Kime kızdığını da bilemezdik. Çünkü kimsenin onuru zedelenmesin derdindeydi. Derdi kiminle idi. Biz hiç öğrenemedik. Çünkü uyarırken kafasını yukarı doğru kaldırır ve gözlerini yumar, öyle kızardı.

"Be adam! Kime, niçin kızardı? Söyleyiver" dediğinizi duyar gibiyim. Baştan söyleyeyim, söyleyeceğim pek hoşunuza gitmeyecek. Ayrıca fazla merak iyi değildir. Mademki istediniz o zaman söyleyeyim: "Çöp sepeti gibi karıştırıp durma oğlum, bırakıver artık!" derdi. Buradaki çöp sepeti, her sınıfta çöpün atıldığı çöp sepeti değildi. Ne zaman böyle demişse "Biri yine burnunu karıştırıyor" anlardık. Kulakları çınlasın! Sosyal Bilgiler dersinde dersin yanında hayatı öğretiyormuş bize. 

Okuldan sonra bir daha görüşmedim ama aynı hassasiyetini emeklilikten sonra da devam ettirdiğini düşünüyorum. Ama ne kadar başarılı olduğu meçhul! Çünkü toplumda arabanın vitesiyle oynar ya da çöp toplayıcıların çöpün içini deşelediği gibi burnuyla o kadar oynayan var ki! Ne zaman böyle birini iş üzerinde görmüşsem Recai Gümüş hocamı hayırla yâd ederim. 

Derslerde de zaman zaman aynı icraatı deruhte eden bazı öğrenciler dikkatimi çeker. Tıpkı hocamızın yaptığı gibi "Yavrum, bırakıver artık şu burnunla oynamayı" derim öğrenciye bakmadan. Ama nerede o eski öğrenciler? Hocamızın uyardığı öğrenci, işini yarım bırakır; kendisinin kastedildiğini belli etmezdi. O da herkes gibi sağına-soluna bakardı. Şimdiki bu işi yapanlar ise öz güveni yüksek kişiler; eli suç mahallinde, elinde suç aletiyle yakalandığı halde "Ben burnumla oynamıyorum... Ben burnumu karıştırmıyorum" cevabını veriyor hemen. Bazen de "Yavrum! Lavaboya gitmek  ister misin? Haydi git gel" derim. "Benim lavabo ihtiyacım yok" cevabını alırım. Sanki lavabo ihtiyacı sadece çiş yapmaktan ibaret!

Çöp sepeti misali burnuyla o kadar oynayanı görüyorum ki say say bitmez. Çoğu boş durmaktan sıkılmış, kendisine iş arayan cinsten. Gördüğüm zaman hemen gözümü indirir, yönümü değiştiririm. Hatta bazen aklıma şu adamın iki elini zincire vursak o zaman ne yapacak diyorum. Bu tiplerin bazısı ne yaptığını bilmiyor, bu durum kendisinde tik haline gelmiş; kimi bu işi meslek edinmiş, yerin altından maden çıkarır gibi didiniyor. Kimi de bir arkeolog inceliğiyle yapıyor bu işi. Az sonra da hiçbir şey olmamış gibi elini uzatıyor sana.

Toplumda benim dikkatimi çeken bu durumdan nasıl kurtuluruz bilmiyorum. Allah uzun ömür versin, bir ömür boyunca burnuyla oynayanlarla mücadele eden Recai Hocam başarılı olamamış ki ben başa çıkayım. Maalesef söylenmiyor da bu durum. Bu konuda toplumsal bir seferberlik başlatılsa fena olmaz: Televizyonlar bu konuyu işlese, camilerde hutbe ve vaaz konusu olarak ele alınsa, belediyeler o bildik afişlerinde bu konuya el atsa, okullarda yılın ilk dersinde öğrencilerle tanışmayı bir tarafa bırakıp bu konu işlense en azından toplumsal bir duyarlılık oluşmuş olur. Baktık adam hala icraatına devam ediyor, Allah'ın bildiğini kulundan niye saklayayım diyor. O zaman bu işe kalkışan kimselerin karşısına aynayla dikilip "Buyurun! Aynaya bakarak işinizi daha kolay yapabilirsiniz" desek belki aynada ne yaptığını görmek suretiyle biraz tiksinti duyar. 

Bu konuda acizliğimi itiraf ediyorum. Sizin varsa bir öneriniz lütfen kendinizle öbür dünyaya gitmesin. Biliyorum bana kızdınız, ele alacak başka konu bulamadın mı, bırak şu b.ktan işi dediniz. Ama ne edersiniz ki herkesin gördüğü, ama bir şey yapamadığı bu konuyu bu kadar akıllı içerisinde bir deli ele almalıydı. 

*** 28/12/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

15 Temmuz 2016’da Cumhurbaşkanı, Erdoğan Olmasaydı…***

15 Temmuz menfur darbe girişiminin ikinci yılını bir dizi etkinliklerle milyonlar meydanlarda hem andı, hem kutladı, hem de tel’in etti. Andı. Çünkü 251 şehidimiz, 2196 da gazimiz vardı o geceye ait. Coşkuyla kutladı. Çünkü kötü emellerine ulaşmak için her yolu mubah gören bir kanlı bir darbe kalkışması; Cumhurbaşkanının öncülüğü, halkın desteği, harbiye ve mülkiyedeki vatanseverler sayesinde akim kaldı, o gece bir destan yazıldı dense yanlış olmaz. Bu yüzden kutlandı sözü de doğrudur. Tel’in edildi. Çünkü yediği çanağa pisleyen, beslenip beslenip gözümüzü oymaya kalkan, cami duvarına işeyen, yabancı devletlerin maşası ve son yılların kendini gizlemiş en sinsi örgütünün yabancı destekli kanlı kalkışması püskürtüldü. Millete silah doğrultan, bomba yağdıran, tankla insanların üzerinden geçen gözü dönmüş ne menem mahluklara lanet okumak ve o yedikleri herzeyi tel’in etmek kadar doğal bir şey olamaz.

İkinci yılını andığımız 15 Temmuz’un gecesinde meydanları dolduran halk “Bize karşı kötü emelleri olan ülkeler, derin güçler! Bakın biz bir ve beraberiz. İkinci yılında da biz aynı duyguları, heyecanı yaşıyoruz. Kadını-erkeği, genci-yaşlısı, sağcısı-solcusu yine meydanlardayız. Bize karşı hala o bitmez tükenmez melanetlerinize devam edecekseniz daha çok avucunuzu yalarsınız. Görün; biz iki yıl önce 15 Temmuz’da kenetlendiğimiz gibi aynı durumdayız. Bize karşı yeniden bir halt yemeye kalkarsanız tekrar boşa kürek çekeceksiniz. Eğer hala bizi anlamadıysanız bilin ki bizim bundan sonra parolamız: ‘Girmeden tefrika bir millete düşman giremez./Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez’ dizelerinde saklıdır. Biz bir ve beraber oldukça ister topunuzu gönderin, ister topunuz gelin; biz böyle oldukça hiçbir halt yiyemezsiniz. Gram aklınız varsa üzerimize değişik şekillerde gelmek suretiyle gücünüzü heba etmeyin. Biz normal şartlarda aramızda fikir ayrılığı yaşarız. Ama siz veya maşalarınız ne zaman ki bu ülkeye karşı hin oğlu hinliğini, hain oğlu hainliğini göstermeye kalkarsa gördüğünüz gibi tüm farklılıklarımızı bir tarafa bırakarak bir araya gelebiliyoruz” mesajını verdi tüm dünyaya.

15 Temmuz’un ikinci seneyi devriyesini bugün zafer olarak kutlamamızda daha doğrusu 15 Temmuz’da hainler güruhunun başarılı olamamasında en büyük pay, devlet ve millet bütünleşmesidir. Hayatımızda keşke, olsaydı/olmasaydı gibi sözlere yer olmaz. Ama bir an için soralım: 15 Temmuz’da devletin başında Cumhurbaşkanı olarak Erdoğan değil de bir başkası cumhurbaşkanı olsaydı bu cunta hareketi öyle zannediyorum başarılı olurdu. Halkımız Erdoğan’da kendisini gördü ve ölümüne destek verdi. TC’de bugüne kadar cumhurbaşkanlığı makamına oturanları gözümüzün önüne bir getirelim. Hangisi “Meydanlara, havaalanlarına çıkın” derdi? Haydi “Halka çıkın” dedi diyelim. Kaç kişi meydanlara akın ederdi? Geçmiş darbe tarihimize bakarsak içine sinmese de halk evinden dışarıya çıkmamıştır. Gönüllü veya gönülsüz olanı kabullenmiştir: 27 Mayıs, ordunun içerisinden bir cunta marifetiyle yapılmış olmasına rağmen başarılı olmuştur. 12 Mart Muhtırası, 12 Eylül İhtilali ve 28 Şubat Post Modern Darbesi komuta kademesi eliyle yapılmış ve darbeciler hedeflerine ulaşmıştır.

Sonuç olarak 15 Temmuz ülkede iç savaş çıkarmayı, istikrarı yok etmeyi hedefleyen menfur bir hareketti. Bizim için kötü bir gece idi. Ama “Her şerde bir hayır” olabileceği gibi 15 Temmuz darbesinin bize en büyük hayrı bir ve beraber olabileceğimizi gösterdi, birbirimize kenetledi. O yüzden de bu gecenin adı “15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü” oldu. Milli birlik günümüz daim olsun.

*** 17/07/2018 günü Yeni Haber gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.

15 Temmuz 2018 Pazar

MEB'den Beklediklerim *

Cumhurbaşkanlığı sistemiyle birlikte üçüncü cumhuriyet adı verilen döneme girmiş olduk. Devlet yeniden yapılanıyor. Buna rektifiye oluyor da diyebiliriz. Yeni sisteme göre bakanlarımızın ataması yapıldı. Gözlemlerime göre atanan bakanlar hakkında kamuoyunda müspet bir bakış söz konusu. Ama bir bakanlık var ki oraya atanan bakanla ilgili gerek sosyal medyada, gerek sokakta olumsuz bir kanaate sahip olanı görmediğim gibi herkes onu bakanlığa yakıştırdı ve üzerinde anlaştı. Adını duyan heyecana kapıldı. Eğitim ve öğretimle ilgili büyük beklentiler içerisine girdi. Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk’tan bahsediyorum.

Normal şartlarda yıllardır kronikleşmiş ve bitkisel hayat yaşayan eğitim ve öğretim sorunumuzu bugünden yarına Ziya Selçuk’un da çözebilmesi mümkün değil. Çünkü kimsenin elinde sihirli bir değnek yok, Ziya Selçuk’un da. Şimdi herkes Sayın Selçuk’tan sistem değiştirmesini bekleyecek, belki de değiştirecek. Çünkü bu alandaki sorunu hep sistemlerde gördük hep. Sorun sistemde mi? Belki de en az suçlu olanı sistemdir.

Eğitim ver öğretimin bugün can çekişmesinin nedeni önce iyi tespit edilmeli, sonra çözüm yolları bulunmalı. Bana göre eğitim ve öğretimin bu duruma düşmesinin en büyük nedeni öğrenci, veli, öğretmen, ast ve üst yöneticiler ve devlet yetkililerinin beklentileridir. Herkesin doktor, mühendis, hukukçu olmak istediği bir eğitim sisteminde herkes istediğini alamayınca elbette bir hoşnutsuzluk olacaktır. Beklentilerimizi gözden geçirmediğimiz, ayaklarımız yere basmadığı, kapasite ve imkanlarımızı tartmadığımız müddetçe en iyi sistemi getirsek yine verim alacağımızı düşünmüyorum. Sayın bakanın getireceği sistem değişikliği beklentilerimize cevap vermezse hayal kırıklığı yaşayacağımızı şimdiden söyleyebilirim. Çünkü bizde hangi sistem uygulanırsa uygulansın amaç paydaşların hepsini memnun etmeye yöneliktir. Bu mümkün mü? Asla mümkün değil. Herkese mavi boncuk dağıtmak üzerine kurulu bir sistem bir müddet sonra kimseyi memnun edemez hale gelir. Eğitim ve öğretimde bugün geldiğimiz nokta, geçmiş denediklerimizin acı bir sonucudur.

Sayın Bakan sistem değişikliğine gider mi, mevcut durum üzerine iyileştirme mi yapar bunu zaman gösterecek. Ama kamuoyunda oluşan olumlu havayı görünce Sayın Selçuk’un yükü bir kat daha artmış oldu. Çünkü Ziya Selçuk ile birlikte beklentiler arttı, herkes umutlandı. Toplum açık çek verince her icraatında insanımız “Bakanın bir bildiği var” diyecek. İnşallah bu olumlu hava uzun süre devam eder. Bakan da MEB’in gediklisi olur.

Çiçeği burnunda Bakanımız icraata başlamadan acizane eğitim ve öğretimle ilgili önerilerimi sayfam el verdiğince kısaca değinmek istiyorum:

1.     Haftalık ders yükü 25-30 saate indirilmelidir. Bunun için aynı branşın okuttuğu dersler birleştirilmeli, bu mümkün değilse dersin haftalık ders saati dengeyi bozmayacak şekilde düşürülmeli. Bu da mümkün değilse her ders her yıl okutulacak anlayışı, bazı yıllarda okutulacak şekilde düzenlenmelidir.

2.     Tam gün eğitime geçilmelidir: 09.00-13.00 arası; ders, 14.00-16.00 arası; etüt, sosyal faaliyet, pratik eğitim, ek ders vb yapılacak şekilde haftalık, aylık planlama…

3.     Tam gün eğitim ve öğretim için bina yeterli değil eleştirisi getirilebilir. Bunun için okulların -ilkokul hariç- her bir kademesine eleme usulü, yani sınıfta kalma uygulaması getirilmelidir. “Ben okumak istemiyorum, beni zorlamayın, zorla güzellik olmaz…” şeklinde notları, hal ve hareketleriyle bas bas bağıranları hedefi olan öğrencilerin içinden çekip almak gerekiyor.

4.     8.sınıfın sonunda lise, 12.sınıfın sonunda üniversite tercihi için yapılan merkezi sınav kaldırılmalıdır. 5.ve 9.sınıf dışında öğretmenin dersinden sınav yapması uygulamasından vazgeçilmelidir. Bunun yerine 6,7 ve 8.sınıfın, 10,11 ve 12. sınıfın her bir döneminde merkezi sınav yapılmalıdır. Sınavlarda sorulacak konular TEOG’da olduğu gibi önceden herkes tarafından bilinmelidir. Öğrencinin üç yıl ortalaması lise/üniversite seçiminde kullanacağı puan olmalıdır.  Belli bir puanın altında kalan öğrenci lise/üniversite tercihinde bulunamamalı, örgün öğretim yerine açıktan okuma zorunluluğu getirilmelidir. Açıktan okumak zorunda kalan öğrencilerin bir zanaat öğrenecek şekilde yönlendirilmesi yapılmalıdır.

5.      Öğretmene ölçülebilir ve objektif performans sistemi getirilmelidir: Bunun için öğretmen aldığı öğrencinin sınıf seviyesini bilmelidir. Bakanlığın öğretmene, öğretmenin öğrenciye yaptırımı olmalıdır. Sorumluluk+yetki gibi. MEB’in üzerinde çalıştığı performans uygulaması hiç yürürlüğe konmamalıdır.
6.     Öğretmen alımında, idareci görevlendirmesinde mülakatın her türlüsü kaldırılmalıdır. Bunun yerine yazılı sınav kriteri tek şart olarak konmalıdır. Sınav puanına göre atanan kişi objektif kriterlere göre belirli periyotlarla denetime tabi tutulmalıdır. Görevini ihmal eden veya yapmayan/yapamayan kişi asli görevi olan öğretmenliğe döndürülmelidir.

7.     Okullar öz/üvey evlat şeklinde bir ayırıma tabi tutulmamalıdır. Tüm okullar devletin öz evladı olduğu hissettirilmelidir.

8.     Derslere önemli/önemsiz muamelesi yapılmamalı: Fen Bilimleri, Türkçe-Matematik ve Sözel dersler arasında bir denge kurulmalıdır. Sayısal derslere önemin önemini atfedip diğerlerini es geçmek veya etkisiz eleman muamelesi yapmak doğru değildir. Bu ülkede sayısal zekaya olduğu kadar diğer alanlarda da yetişmiş elemana ihtiyaç vardır.

9.     Öğretmenin atama ve tayin işleri dört yıldan yıla yapılmalıdır. Eş durumu gibi mazeret tayinleri bir eşin diğerinin yanına gitmesinden ziyade devletin ihtiyacı olan yerde eşleri birleştirecek şekilde düzenlenmelidir. Her türlü atama ve görevlendirmeler eğitim ve öğretim açılmadan yaz döneminde yapılmalıdır.

10. Eğitim ve öğretimde öğrencinin, velinin, öğretmenin, okul müdürünün, il-ilçe yöneticilerinin ve milli eğitim yöneticilerinin görev ve sorumlulukları açıkça belirlenmeli, herkes yetki ve sorumluluk alanını bilmelidir.

11. Ek ders, özel ders, ilave ders, takviye ders, etüt, kurs vb ad altında okulda veya dışarıda öğrencinin ders almasının önüne geçilmelidir. Her öğrenci okuldan öğrendiği haliyle eşit bir şekilde sınavlara girmelidir.

12. MEB’in iç ve dış paydaşları aşağıdan yukarıya, yukarıdan aşağıya sorumluluk ve yetkilerine göre hesap sorabilir ve hesap verebilir olmalıdır.
13. Haziran ve eylül dönemlerinde öğretmenlerin ikişer haftalık yaptığı mesleki çalışma kaldırılmalıdır. Seminer dönemi devam edecekse haziranda bir yılın değerlendirilmesi, iyi bir analizinin yapılması, eylül de ise yeni öğretim yılının planlanması gibi işlerliğe büründürülmelidir.
14.  Okullarda eğitim ve öğretim eylül ilk hafta başlatılmalı, haziran son hafta sona ermelidir…

15. Öğretmenin gelişmesine dönük yapılan her türlü seminer, kurs, konferans, panel vb etkinlikler eğitim ve öğretimin devam ettiği günler içerisinde yapılmamalıdır. Öğretmen dersinden alınarak kursa tabi tutulmamalıdır.
16.  Öğretmenin gelişmesine bağlı olarak açılacak kurs, seminer ve yapılacak toplantılar il ve ilçe milli eğitim müdürlükleri bünyesinde tahsis edilmiş çok amaçlı salonlarda yapılmalıdır. Müdürlük binasında salon tahsisi mümkün değilse öğretmenin kolayca ulaşabileceği bir yer belirlenmelidir. Mahalli seminer veya zümreler için öğretmen okul okul gezdirilmemelidir.
17.  Merkezi seminerler yapılacaksa seminer yeri olarak beş yıldızlı otel yerine devlete ait olan hizmet içi enstitüleri tercih edilmelidir.
* 18 ve 21 Temmuz tarihlerinde  1-2 şeklinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

14 Temmuz 2018 Cumartesi

15 Temmuzları Bir Daha Yaşamamak için *


15 Temmuz 2016 akşamı sabaha kadar süren bu ülkenin var olma mücadelesi Cumhurbaşkanının dirayeti, cesareti ve milletimizin birlik ve beraberliğiyle atlatıldı. Bu milletin verilmiş sadakası varmış ki şer odakları emellerine ulaşamadı. Ama pes etmeyecekler. Her an farklı bir yerden yine deneyecekler, yine deneyecekler. Yeter ki girilebilecek ve vurulabilecek bir açık yer bulabilsinler. Su uyur, bunlar yine uyumayacak ve tekrar tekrar gelecekler. Hem de hiç ummadığımız koldan.

15 Temmuz göstermiştir ki şer odakları topuyla, tankıyla, tüfeğiyle, uçağıyla üzerimize gelmeyecek. Yine içimizden devşirdikleri taşeron örgütlere yapmak istediklerini ihale edecekler.


Onca güçlerine rağmen şer cephesi niçin başarılı olamadı? Bizim bir ve beraber hareket etmemiz sayesinde başarıya ulaşamadılar. Akıtmak istedikleri zehrin panzehiri bizim topyekûn birliğimiz olduğuna göre bundan sonra dirliğimizi bozmak için birliğimizi bozacaklar.


Şer odaklarıyla mücadele etmenin yolu Mehmet Akif’in “Girmeden tefrika bir millete düşman giremez./Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez.” dizesinde saklı. 15 Temmuz gecesi oluşan birlik ve beraberliğin devam etmesi ve bozulmaması için etkili ve yetkili sorumlular umarım ne yapmaları gerektiğini biliyordur. Şayet şu ana kadar farkına varmadılarsa 15 Temmuzu mumla ararız.


Her türlü fikrin, düşüncenin mozaiği olan ülkemizde yine haremimize saldırdıkları zaman düşmana karşı birlikte hareket etmemiz isteniyorsa birliğimizi bozacak icraatlardan kaçınmamız gerekir. Bunun için hükümet,

·         Bu ülkede yaşayan herkesin hükümeti olduğunu, ayırım yapmadan herkese hizmet götürmesi gerektiğini bilmeli.

·          İşsizler ordusunu minimuma indirmeli, iş veremediğine iş buluncaya kadar başkasına el-avuç açmayacak şekilde makul bir maaş vermeli.

·         Yaptığı tasarrufları anlaşılabilir olmalı, başta muhalifler olmak üzere onları ikna etmeye çalışmalı, ben yaptım oldu dememeli.

·         Kamuya yeni eleman ve öğretmen alımında, kurumlara idareci atamada birkaç yıldır uygulanmakta olan mülakatın her türlüsünü kaldırmalı. Bunun yerine herkesçe kabul edilen liyakat ve ehliyeti esas alan objektif ve şeffaf kriterler belirlemeli. Kriterleri geçen kişi güvenlik soruşturmasından sonra hak ettiği yere atanmalı, kurumlarda iyi bir denetim sistemine geçmeli.

·         Kamu ihalelerinde, kamuya eleman alımlarında torpil vb durumuna asla geçit vermemeli.

·         Toplumu gerecek ve ayrıştıracak söz ve fiillerden kaçınmalı. Bunun yerine ikna edici ve yumuşak bir üslup kullanmalı.

·         Hakaret içermeyen her türlü eleştiriye açık olmalı, kimseyi sindirmemeli.

·         Hizmetle birlikte gönüllere dokunmalı, onları kazanmaya çalışmalı, en azından düşman olmamaları için çabalamalı.

·          Nerede bir fikir ve düşünce etrafında toplanmış STK, cemaat, tarikat vs varsa ölçülebilir kriterlerle sık sık denetlenmeli…14/07/2018

* 16/07/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.




9 Temmuz 2018 Pazartesi

Nice Mutlu Yıllara Evlat!

Fakülte ikinci sınıftan üçüncü sınıfa geçtiğimin yaz döneminde inşaatlarda işçi olarak çalışmaya başladım. Piyasada bir günlük yevmiye 30 lira iken sürekli diye şimdilerde beş yüz evler denen mevkide günlük 17 lira karşılığında çalıştım. İnşaata gitmek için her gün Büyük Aymanas'tan çıkıyor, 500 Evler denen mevkiye gelinceye kadar üç vasıtaya biniyordum. Gerçi sadece bu seneye mahsus değildi benim inşaatlarda çalışmam. Orta birin yaz döneminden fakülte bitinceye kadar iki yıl hariç her yıl yaz döneminde çalıştım böylesi yerlerde. 

Fakülteye başladıktan sonra iki defa imam-hatiplik sınavına girmiş olmama ve atamam yapılmasına rağmen "sesim çirkin, cemaati bezdirmeyeyim" düşüncesiyle imam hatiplik görevi almadım. Bunun yerine inşaatlarda çalışmayı tercih ettim. Bu sene daha fazla çalışmalıydım. Çünkü baba olacaktım.

Çoğu kimse okur, (veya okumaz) iş-güç sahibi olur. Ardından çoluk-çocuğa karışmak ve dinin yarısını tamamlamak için evlenme yoluna gider. Ben ise işim-gücüm yokken ya nasip deyip fakülte ikinci sınıfta iken evlenme yoluna gitmiştim. 

İnşaatta çalışıyorum ama akşam sabah baba olmayı bekliyorum. Haliyle arabam yok. Gidip bir ticari taksi ile görüştüm, telefon numarasını aldım. Hastaneye gideceğimiz zaman arayacaktım. 

Günlerden cumartesi. Vakit geldi/gelmedi kararsızlığı içerisinde evde beklerken kayın validem mahalleden bir bilene durumu danışmaya gider. Yaşlı teyze evime geldi. Bana da dışarı göründü. Evin etrafında yarı oturarak yarı dolaşarak bekledim durdum. "Haydi Ramazan! Taksi çağır" sesini duymayı bekledim. Haber gelmedi bir türlü. Öğrendim ki yaşlı teyze, Bu iş tam benim işim" diyerek evde ebelik yapmaya kalkmış. Nice sonra kapı açıldı, benden şimdi adını hatırlamadığım bir iğneyi eczaneden alıp gelmem istendi. Sürmeyi pek beceremesem de bisiklete bindim. İstedikleri iğneden alıp geldim. Dışarıda hacı yolu bekler gibi "baba oldun" müjdesini bekledim. Kapı bir daha açıldı. Şimdi oldu derken "Hemen aynı iğneden bir daha al gel" dendi. İğneyi alıp verdim. Nihayet endişeli bekleyiş sona erdi, ikindi vakti doğum gerçekleşti. 

Dünyalar benim olmuştu o anda. Hem baba oldum, hem de acemi ebenin elinden eşim ve oğlum kurtulmuştu. Sabahtan ikindiye kadar okumadığım dua ve süre kalmadı. Doğumla birlikte "Ya Rabbi şükür" dedim. 

Eski zamanların usulü bir doğum oldu bizimki. Buna acemilik mi dersiniz, cehalet mi? İstediğinizi söylemekte haklısınız. Zira doğumu yaptıran yarım doktor birkaç defa "O çocuk yaşıyor mu" diye sormuş. Belki de o kadına rağmen çocuğumun yaşamasına Rabbim imkan verdi, bize evlat acısını göstermedi.

Doğumda ölüp ölüp dirilen, aynı duyguyu ebe sayesinde bize de yaşatan çocuğum yaşadı. Hanemizin süruru oldu, benim ilk göz ağrımdı aynı zamanda. 

Okula giderken peşimden koştu, zaman zaman ardımdan ağladı. Bir gün ardımdan kapıyı açtığı gibi çıkmış. Oymuş ondan sonra evden çıktığımda kapıyı kilitlemeye başladım. Bazen ağlamasına dayanamayıp havanın karlı ve soğuk olmasına aldırmadan camiye götürdüm.

Evde misafir varken kapıyı hızlıca açar ve "Baba den" derdi. "Den'in ne olduğunu haydi bilin bakalım. Bilemezsiniz. Zira baba ile oğul arasında bir şifre idi. Sizi fazla merakta bırakmayayım. Bizim oğlan çişe "den" derdi. Biz buna güldükçe onun da hoşuna giderdi. Dağarcığımıza kattığı kelime sadece bu değildi. Gırgıra "dırdır" derdi. Zira ilk harfleri çıkarmakta ilk zamanlarda zorlandı.

Derken efendim hanemizdeki saltanatı fazla uzun sürmedi. İki yaşında iken ikiz kardeşleri bastırdı. Pabucu dama atılmadı, sevgimizden bir eksilme olmadı ama geri planda kaldı: Bir yere giderken aracımız tabanvaylarımız idi. İkizin birini ben, diğerini anneleri kucağına alırdı. İlk göz ağrımız "Baba ben" diyerek o da kucağımıza gelmek isterdi. "Oğlum! Sen büyüdün, ağabeysin" demek suretiyle ona büyük ve büyümüş muamelesi yapardık. İkizlerin keyfi beyde yokken o da büyük adam gibi bizimle beraber yürürdü.

İkiz kardeşleri kendisini bastırdı. Kısa zamanda yaşıt oldular. Birlikte bir yere giderken bizi görenler "Bunlar ikiz mi, üçüz mü diye sorarlardı. Birbirlerini hiç kıskanmadan, birlikte oynayarak büyüdüler. Akran gibi görünseler de kardeşlerine hep ağabeylik yaptı.

Yaşar mı/yaşamaz mı denen o çocuk yukarıda bahsettiğim gibi yaşadı hem de otuzuna bastı ve bugün onun doğum günü. Üstelik bir baba aynı zamanda. Benim 29 yıl önce yaşadığım babalık duygusunu o da tattı ve bana dede olmayı tattırdı. 

Doğum günün kutlu olsun evlat! Nice otuzlu yıllara huzurlu, mutlu girmen dileklerimle! Ben senden memnunum, Allah da razı olsun. Allah hanenize, işinize, aşınıza mutluluk versin; huzur ve mutluluğunuz daim olsun. Allah sana da torunlar nasip etsin. 08.07.2018

7 Temmuz 2018 Cumartesi

CHP, 56.Kurultaya Doğru Giderken ***


Yazar ve çizer kesim çoğu zaman CHP için “Kurultaylar partisi” der, ben bunu biraz abartı bulurdum. 24 Haziran seçimlerinin ardından parti daha doğru dürüst seçim değerlendirmesi yapmadan CHP’de olağanüstü kurultay sesleri yükselmeye başlayınca merak edip CHP’nin kuruluşundan bugüne kaç kurultay yaptığına bir göz attım: Bugüne kadar 36’ı olağan, 19’u olağanüstü olmak üzere toplam 55 kurultay toplamış bu parti. Kurultay konusunda rakiplerine büyük fark atan CHP, bu konudaki şampiyonluğunu başka bir partiye kaptıracağa benzemiyor. Ancak kendisiyle yarışır.

12 Eylül ihtilaliyle birlikte kapatılan ve 1992 yılında tekrar açılan partinin kapalı olduğu 12 yılı çıkarırsak 99 yıllık geçmişi olan bu Parti, 87 yılda ortalama 1,5 yılda bir kurultay yapmış görünüyor. Yapılan her kurultay genel başkanlık seçimi olmasa da kurultay kurultaydır. Abartıyor falan değilim. Türkiye 24 Haziran seçimleriyle birlikte 27.dönem milletvekili seçimini yapmış oldu. Bu, genel seçimlerin iki katının bir fazlasını CHP kurultay yapmış demektir.

Kurultay dediğimiz bir iki günde yapılıp geçiştirilen bir süreç değildir. Her seçimden sonra “kurultay” sesleri ayyuka çıkar. Genel başkanlarından kurultayı toplaması istenir. Genelde rest çekilir. Ardından imzalar toplanmaya başlar. Günlerce taraflar ekranlarda kurultay sürecini anlatır durur, gazeteciler yorumlarıyla CHP kurultaylarını değerlendirir.

Günler ve aylar öncesinde başlayan bu kongre heyecanında belirlenen gün gelir. Kongrenin yapılacağı salon panayır yeri gibi süslenir. Parti genel başkanlığına adaylığını açıklayanlar birbiri ardına konuşmalarını yapar, delegenin gözüne girmeye çalışır. İki gün boyunca televizyonların çoğu kongre sürecini canlı olarak verir. İlk gün genel başkan, ikinci gün parti meclisi listeleri delegenin önüne konur ve sandığa gidilir. Gecenin ilerleyen saatlerinde genel başkanlığı kazanan ve parti meclisine girenler, en çok oyu alanlar, üzeri delege tarafından çizilenler belli olur.

Kurultay yapılır, sorun yine çözülmez. Çünkü kurultayda kaybeden diğer kurultay hazırlıklarına başlar kurultayın bitiminde. Tabirimi hoş görürseniz bizde “Şeytan taşlamaktan Kabe’yi tavaf yapamadım” denir. Bu sözü CHP’ye uyarlarsak “CHP, kendi içinde şeytan taşlamaktan Kabe’yi tavaf yapmaya zaman bulamıyor.” diyebiliriz. Parti içi sorunlarını çözemeyen bir partinin bu ülkeyi yönetmede gözü yok demektir. Kurultaylarla verdikleri görüntü “Biz ülkeyi değil, partiyi yönetmeye talibiz” şeklindedir.

55 kurultayla CHP, kendisiyle yarışıyor. Kurultaylar genellikle “Seçimde başarılı olunamadı, genel başkan ve ekibi gitmeli, başaracak olan ekip gelmelidir” üzerine yapılır. Yıllardır başarıya susamış CHP’liler şunu bilmeli ki sorun genel başkan ve ekibinin değişmesinde değildir. Bence niçin iktidar olamadıklarına kafa yormalıdırlar. Sorunu kendileri bulmalıdır. Oldu olacak bir kurultay da “Niçin başarılı olamıyoruz” üzerine yapsalar çok iyi olur. Yine CHP’liler için şunu söylemek isterim: Kurultay toplamaya verdikleri önemi ve sarf ettikleri eforu, bu ülkede seçim kazanmak için yapsalar sanırım başarılı olurlardı…

*** 19/07/2018 günü Yeni Haber gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.