11 Haziran 2018 Pazartesi

Sisi'nin Zulmü, Bizim Necati'yi de Buldu *

Çok vakit alsa da, içinde doğru-yanlış bilgilerin paylaşıldığı bir platform olsa da sosyal medyayı yerinde ve yeterince kullanıldığı takdirde faydalı görüyorum. Ön yargısız bir şekilde analiz ettiğin takdirde bu alemdeki dezenformasyon ve algı amaçlı paylaşımları ayırt edebiliyorsun.

Bu alemin en büyük faydalarından biri, görüşemediğin arkadaşların izini sürebiliyor, onlardan haberdar olabiliyorsun. Sanal da olsa yeni arkadaşlar edinebiliyorsun. Yine bu alemde tanıştığın öyle insanlar var ki yüz yüze gelmeden de kısa zamanda için ısınıyor ve ahbap oluyorsun. Çünkü aynı duygu ve düşünceleri paylaşıyor, aynı şeyleri dert ediniyorsun. Sanaldan edindiğin arkadaşlığın bir müddet sonra sizi aynı idealler etrafında yürekten birleştirebiliyor.

5-6 ay önce işte böyle biri bana sanal arkadaşlık göndermiş. Kimdir, necidir diye profiline bir baktım. Soyadı benimle aynı soyadı taşıyan ama akrabam olmayan biriydi. Ortak arkadaşlar kısmına baktım. Nizip'ten bir öğrencim vardı ortak arkadaş olarak. Kabul ettim arkadaşlık teklifini. Aramızda kısa bir zaman zarfında bir ülfet, bir uhuvvet meydana geldi. 

Messenger vasıtasıyla özelinden biraz haberim oldu Necati'nin. Şanlı Urfa Suruç doğumlu, Gaziantep'te ikamet ediyormuş ailesi 30 yıldır. Kendisi lise eğitimi için üç yıl kadar Konya'da okumuş, ardından İslami ilimler ve Arap dili okumak için Firavunların bol olduğu Mısır'a atmış kendini. Yaşı genç olmasına rağmen nerede bir hizmet var, bana ihtiyaç var düşüncesiyle atılmış her bir yere.

En son görüştüğümde finallere hazırlanıyor ve Bakara süresini ezberlemeye çalışıyordu. Nedense iki haftadır kendisinden haber alamadım bu yerinde duramayan gençten. Endişelenmeye başladım. Eski öğrencim vasıtasıyla nihayet Necati'den haberdar oldum Kadir Gecesi günü. İki hafta önce Mısır polisi evine baskın yaparak nezarete atmış ve halen içeride imiş. Okumak için memleketini terki diyar etmiş Müslüman bir genç, sınır dışı edilmek üzere selefleri Firavunları aratmayan Müslüman Sisi tarafından nezarete alınmış. Sadece Necati değil sınır dışı edilecek olan. İkamet izni olsun veya olmasın yabancıların sınır dışı edilmesi kararını vermiş seçilmiş Mursi'ye hayatı dar eden Sisi yönetimi. 

Gıyaben tanıdığım bu gencin ve arkadaşlarının Mısır hapishanelerinden ne zaman çıkarılıp Türkiye'ye gönderileceğini zaman gösterecek. Bu genç ne suç işlemiş ola ki derseniz, Mısır'da içeriye alınmak için illaki suç işlemeniz gerekmiyor. Müslüman'ı dert edinmeniz Mısır zindanlarında çürümeniz için yeterli. Kendisi Suruç Kürt'ü olan Necati, Mısır'da okuyan Doğu Türkistanlı Türk öğrencilerin derdini el Cezire televizyonunda haber konusu yapmış. Yabana atılır türden bir suç değil Firavun saltanatının mirasçıları için.

Yakın zamanda tanıdığım, bir evladım gibi gördüğüm, gıyaben tanıdığım bu gence geçmiş olsun diyorum. İnşallah en kısa zamanda ülkemizde aramızda görmek nasip olur. Allah beterinden saklasın. Dün Musa'nın asasına boyun eğen Mısır'ın kudretli iktidarını inşallah bugün bir başka asa yok eder. Allah Müslümanları, Müslüman ülkelerin başındaki Müslüman düşmanı zalimlerin elinden/sultasından kurtarsın. 

Neredesiniz Musa ve Harun'un mirasçıları ve Mısır'a huzur ve müreffeh getiren Yusuf'un mirasçıları? 

Necati! Hapse girsen de bil ki bizim nazarımızda sen suçlu değilsin, tertemizsin. Gömleğin arkandan yırtıldı senin çünkü! Tıpkı Yusuf'un gömleğinin arkadan yırtıldığı gibi. Yusuf bir ahlak abidesi idi, sen de öyle. Medreseyi Yusufiyen hayırlı olsun, varsa günahın; keffaret olsun. Kadir Gecen ve Ramazan Bayramın mübarek olsun...

* 13/06/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Nice Yıllara Evlatlar!

Bundan 27 yıl önce ilahiyat son sınıfta öğrenciyim. Mezun olmama ramak kaldı, finaller haftasındayım. Günde iki finale girip çıkıyorum. 

Eşim, iki yıl önce doğan ilk çocuğumdan sonra ikizlerime hamile. Doğum eli kulağında. Finalleri bir atlatsaydım derken doğum bekler mi? Sabahında Türk Eğitim Tarihi dersinden sınava gitmeye hazırlanırken doğum sancısı başladı. 

Kimim kimsem yoktu Konya'da. Hastanede eşime refakat etmesi için pazartesi gününün alaca karanlığında halamın evine giderek ziline bastık. Okul arkadaşlarım sınava gitmeye hazırlanırken biz ise arabası olan bir komşuya rica ederek Konya Doğum Evinin yolunu tuttuk. 

Bir saat kadar bir beklemenin ardından doğum haberi geldi. Halam, "Hayırlı olsun, yaşı uzun olsun balım" dedi. Sağ ol hala, dedim. Beklemeye koyulduk. Epey bir süre geçtikten sonra "Hala, doğum haberi gelmedi" dedim. "Az önce doğdu ya" dedi halam. Biliyorum hala. Bir daha olacaktı" dedim. Nihayet ikinci doğum haberi de geldi. İkizlerimin sağlıklı olduğunu duyunca "Şükürler olsun! Hala, burası sana emanet. Ben sınava gidiyorum" dedim. Sınava 45 dakika kala fakülteye gittim, sınavımı oldum.

İkizlerim doğdu, içim içime sığmıyor, mutluluktan uçuyordum. Ama çok sevinemedim. İçimi bir üzüntü kapladı. Zira birkaç gün sonra eşim taburcu olacak ve benim sosyal güvencem yoktu. Cebimde sınıf arkadaşlarımın cebime sıkıştırdığı biraz para vardı. Ama hastane burası. Bana ne kadar masraf çıkacaktı bilmiyorum. Zira o güne kadar hastaneyle pek işim olmamıştı. Yıl 91. Çoğu kimsenin hastane masrafını ödeyemediği için hastanede rehin kaldığı yıllardı. 

Darda kalan için Allah bir sebep halk ederdi. Öyle de oldu gerçekten. Hastanede başhemşire olarak görev yapan hemşire hanımın eşi bir akrabam çıktı. Orada tanıştık. Halam durumumdan bahsetmiş kendisine. Başhemşire, 600-700 lira tutacak olan hastane masrafı için benim durumumla ilgili hastane yönetimiyle görüşmüş. Yönetim, öğrenci olduğumdan yetkisini kullanarak 100-150 lira ile taburcu olabileceğimizi söylemiş. Taburcu günü gelince 150 lira ödeyerek hastaneden ayrıldık.

İşte böyle bir günde doğmuştu benim ikizlerim. Bundan 27 yıl önce hastanede gözlerini açmışlardı. Bugün Kadir gecesi ve 28'e adım attıkları doğum günlerinde ikizlerim yine hastanede. Bu sefer ne eşim doğum sancısı yaşıyor, ne de onlar hasta. Dün kendilerine şifa olması için sebep olan doktoru, ebesi ve hemşiresi gibi bu gece onlar hastanede yatmakta olan hastaların şifa bulması için mesai harcıyor. Hem de doğum günlerinde. Üstelik unutmuşum hiç unutmadığım doğum günlerini. Hastanede hasta başında hastalarla ilgilenirken gruptan birbirlerini sanaldan doğum günlerini kutlarken haberim oldu.

Nice yıllara sağlıklı bir şekilde girmeniz ve hayatınız boyunca huzur bulmanız dileklerimle "nice yıllara" inşallah! İyi ki doğdunuz evlatlar!.. Ben sizden razıyım, Allah da sizden razı olsun, emeğinizi yağlı etsin.




Emanetin Neresindeyiz?


Bugün karşılaştığım ve kendisine değer verdiğim bir meslektaşımın “Hocam! Şu dilin kemiği yok da bir de ödünç alınan emanetlerin geri verilmesi üzerine bir yazı yazsan…” deyince sipariş üzerine yazı yazmıyor olmama rağmen konunun önemine binaen bu yazıyı kaleme almaya karar verdim. Zira dikkatimizden kaçan, çoğu zaman önemsemediğimiz bir ahlak ilkemizdir emanet.

Sanırım emanetin ne olduğunu bilmeyenimiz yoktur. Biz yine de emanetin tanımıyla başlayalım yazımıza. TDK’ye göre emanet: “Birine, geri alınmak üzere, geçici olarak bırakılan, teslim alan kişice korunması gereken eşya, kimse vb.demekmiş. Emanet edilen veya emanet alınan şeyin değeri büyük veya küçük olabilir. Bazı emanetlerin hiç maddi değeri olmayabilir. Hatta bazı emanetlerin maddi değerinden ziyade manevi değeri kişiye göre paha biçilmezdir.

İdari bir görev deruhte eden meslektaşım masasından alınan bant, delikli veya tel zımba vb eşyasının geri gelmediğinden muzdarip. Dertli mi dertli! Hatta geri getirilmesi için zaman zaman tüm meslektaşlarının kayıtlı olduğu gruba, “Bantımdan sonra tel zımbamı da götürüp getirmeyerek öksüz bırakan arkadaşa teessüflerimi bildiririm.” şeklinde serzenişini ifade eden yazı da gönderiyor. Buna rağmen alınan emanet, bir türlü geri yerine konmuyor. Niye böyle oluyor ki? Niçin önemsemiyoruz emaneti? İhtiyacımızı giderdikten sonra geri sahibine vermek veya aldığımız yere koymak çok mu zor? Bunu zül mü addediyoruz? Emanet sahibi, verdiği emaneti aramak, duyuruya çıkma zorunda mı? Öyle zannediyorum, eşyayı kimin aldığını da biliyordur. Kimseyi kırmamak için kimin aldığını bilmezden gelerek genele duyuru yapıyor. Ki maddi bir değeri olmayan bant, daksil, zımba vb şeyler idarecinin eli ve koludur. Günde sayısız kere kullanması gerekir. Birçok duyarlılıklarımızı kaybettiğimiz gibi emanete karşı da duyarsız olmaya başladık maalesef.

En gereksiz olan bir eşyan bile olsa geri verilmek üzere biri tarafından geri alınmışsa, zamanında gelmezse, alan getirmezse, getirdiği zaman yıpranmış bir şekilde teslim edilmişse, ihtiyacın olduğu zaman yerinde bulamazsan veya habersiz alınmış geri getirilmemişse dert edinmemek elde değil.

Emanet alınan şeyi bir müddet bekledikten sonra ödünç alandan gidip isteyince bazıları, “kusura bakma, unuttum” diyeceği yerde “yedik mi” dercesine dik dik de bakabiliyor. Hiç unutmam öğretmenliğimin ilk yıllarında bir meslektaşım, not fişini yazmak için benden pilot kalemimi istemişti. Verdim, günlerce bekledim vermesi için. Maalesef benim kalem bir türlü gelmedi. İstesem mi istemesem mi derken cesarete gelip “Hocam! Kalemimle işiniz bitmişse geri alabilir miyim” dedim. “Verdim ben” dedi. “Hoppala, buyur buradan yak şimdi!” dedim kendi kendime. “Hocam, çantanıza bir bakar mısınız” dedim. Gözümün önünde çantasını açtı. Kapağını bile kapatmadan çantasına koyduğu kalemimi çıkardı ve “bu mu” dedi. Evet bu, dedim. “Al” dedi, uzattı.  “Kusura bakma, unuttum, teşekkür ederim” falan yok. İsteyip isteyeceğime de pişman olmuştum. Ama istemiş bulundum. Zira isteyenin bir, vermeyenin iki yüzü karadır. Normalde kalemin de bir değeri yok ama kalem bir öğretmenin olmazsa olmaz malzemesidir, askerin silahı neyse kalem de bir öğretmen için odur.

Bu anlattığımdan başka idarecilik yaparken “Hocam, kaleminiz var mı, şurayı bir imzalayayım” diye alınan ve geri verilmeyen nice kalemlerim gitmiştir. Çünkü imzalayan ya cebine koymuş, ya imzaladığı yerde bırakıp gitmiş, ya da bir başkasına vermiştir. Bir evrak imzalayacağın zaman verdiğin kalemden haberin oluyor. Çünkü bir o cebine, bir bu cebine…masanın gözüne bakıyorsun. Nafile! Aradığın kalemi bir türlü bulamıyorsun. Ardından homurdanıyor, kızıyor, buğzediyor, kendini geriyorsun. Giden kalemin üzerine bir bardak soğuk su düşüyor senin payına. Sonra yolun bir kırtasiyeye düşüyor, yeni bir kalem almak için. “Bir daha kimseye kalemimi vermeyeceğim” diyorsun. Ama kaşla göz arasında bir bakmışsın ki o kalemin de gitmiştir.

Basit ama mide bulandıran bu konuda biraz duyarlılık göstersek fena olmaz değil mi?


10 Haziran 2018 Pazar

Öğretmen, Öğrencisinin Vücutça Büyümüş Şekli

Yalova Esenköy HİE'nde tüm illerden ortaöğretim müdürlerinin kursiyer olarak katıldığı isteğe bağlı bir seminerdeyim. Okulunda geciken öğretmene ve öğrenciye niçin geciktiklerini sorgulayan müdürlerin çoğunun, planlanan saatte seminer salonuna gelmediklerini ve gecikmeli olarak içeriye geldikten sonra kürsüde konuşmacı sunumunu yaparken yanındakiyle koyu bir muhabbete daldıklarına çokça şahit oldum. Hatta bir defasında Ortaöğretim Genel Müdürlüğünde Şube Müdürü olarak görev yapan konuşmacı, "Arkadaşlar, öğretmeniniz toplantıya sizden sonra gelse, geldikten sonra da sizi dinlemeyip yanındakiyle konuşmaya devam etse bu durumda ne yaparsınız" demişti. Üzülmüştüm bu lafları işittiğime.
*
Okul müdürü sene sonu toplantısını yapıyor, gündemle ilgili konuşuyor. Salonda bulunan öğretmenler konuşan bizden biri, dinleyelim demiyor. Habire yanındakiyle sohbet edeceğim diye uğraşıyor. Okul müdürü, nezaketinden kimseye bir şey söylemiyor. Gürültüye rağmen hafif duraklıyor, insanların gözünün içine bakıyor...Nafile. Koltuğa oturmuş öğretmenimiz keyif çatmaya devam ediyor. Konuştuğu sanki aylarca görüşmediği veya az sonra ayrılıp bir daha görüşmeyeceği biri. Hiç istifini bozmadan kelam etmeye ve gülmeye devam ediyor. Haydi müdür saatlerce konuşsa, ara vermese de öğretmenimiz sıkılsa diyeceğim. Toru toplamı 45 dakika süren bir toplantının başı da bu şekil, ortası da, sonu da.

İki tanesini anlattığım örneğin yüzlercesiyle karşılaştım öğretmenlik hayatımda; kimi zaman öğretmen, kimi zaman da müdür pozisyonundayken. Böylesi durumlarda her defasında meslektaşlarım adına mesleğimden utandım. Diyelim ki konuşmacı, hepimizin bildiği rutin konuşmasını yapıyor. Farz edelim ki bu işleri müdürden daha iyi biliyoruz. Konuşan müdür de olsa, şube müdürü de olsa bizden biri. Bir meslek erbabı kendi meslektaşına eziyet eder mi? Onu dinlemeyerek o kimsenin onurunu incittiğimizin farkında mıyız? Biz birbirimizin konuşmasına tahammül göstermez, biz bize saygı duymazsak kim bize saygı duyar? Niçin bir empati yapmıyoruz? Düşünün ki kürsüde konuşan kendimiziz. Salondakiler bizi dinlemeden yanındakiyle konuşuyor. Ne hissederiz bu durumda? Sınıfta ders işlerken bizi dinlemeyen öğrenciye tepkimiz nasıl olur? Konuşun çocuklar, ne de güzel konuşuyorsunuz mu diyoruz. Yeri geldiği zaman yeni nesil söz dinlemiyor, bizi iplemiyor, çok şımartıldı, hiçbir şey yapamıyoruz, öğretmenliğin itibarı kalmadı diyoruz. Biz dinlemeden kendimizi dinletmeyi, saygı göstermeden bize saygı duyulmasını nasıl sağlayacağız? Unutmayalım ki bir meslek grubunda itibar kaybı varsa bunda payın büyüğü o meslek grubunun kendisindedir. Hiç sağa sola kızmaya, gönül koymaya kalkmayalım.  Merak ediyorum Allah bize konuşmamız için bir dil, dinlememiz için iki kulağı niçin verdi? Bir konuşun, iki dinleyin diye değil mi? Ya hayır konuşsak, ya da sussak nasıl olur?
Bir tespit yapayım diye verdiğim bu örnekler yine beni bir başka tespite götürüyor: Öğretmen, öğrencinin vücutça büyümüş şekli. Yeter ki sıraya oturmaya görsün. Durum değişmiyor. Daha sorumluluğunu tam üstlenmemiş, doğru ve yanlışı tam ayırt edemeyen öğrencinin konuşmasını bir yere kadar dinleye dinleye "sıkılmıştır" diyebilir ve yanlış da olsa makul görebiliriz. Ya ev-bark sahibi olmuş, sorumluluk sahibi büyüklerin konuşmasına ne diyelim? Sanırım bunun makul tarafı olmadığı gibi izahı da yok...

Konya'da Oruç

Ramazan dolayısıyla işimden evime, ev ile cami arasında mekik dokuyorum. Çarşı-pazar dolanmıyorum. İhtiyacımı giderdik tek sonra kendimi eve hapsediyorum. 

Bugün işten sonra eve uğramadan üç km' lik bir yere bir görüşme için yürüdüm. Bir pastanenin önünden geçtim. İşletme, içerideki kısımdan daha büyük bir kısmı kapsayacak şekilde dışarıya masa sandalye atmış, ramazan olmasına rağmen bir kısım insanımız dışarıya oturmuş; çayını yudumluyor, dondurmasını yiyor, sigarasını içiyor. Az daha ilerledim bir kafe. Bu da dükkanın önünü kapatmış. Müşterileri sigarasını tellendiriyor, çayını içiyor ve nargile keyfini gideriyor. Tam gideceğim yetin yanında baktım yine bir oturan topluluk. Burası neresi diye kaçanı kaldırdım. Bir muhallebici dükkanı. İnsanımız tatlı yiyip tatlı tatlı sohbetini yapıyor.

Gördüğüm her üç işletme zevke hitap eden yerler. Buralar açık olmasa, insanımız çayını-sigarasını içmese, muhallebesini yemese acından ölmez. Adımladığım yer bir hastane civarı ve otogar veya gar mevkii değil. Güpegündüz ihtiyacını giderenler ne yolcu, ne de hasta anlayacağınız. Çarşı merkezi hiç değil. Kendi halinde sakin bir mahalle.

Gördüğüm bu manzara, insanımızın kendini aştığını gösteriyor. Allah'ın bildiğini kuldan niye saklayayım. Sen orucunu tutarsan tut, ben senin için zevkime ket vuramam dercesine aleni bir şekilde istifini bozmadan yaşantısına devam ediyor.

Bu gördüğüm üç manzara "Ah ben de oruçlu olmasaydım" dedirtti mi bana? Canımı çekti mi? Orucuma halel mi getirdi? Hayır. Onlara ne gıpta ettim, ne de heveslendim. Aksine garipsedim. Mahallemize oruç gelmemiş, belki bugünler daha iyi günlerimiz, dedim. Sanırım böyle giderse biz oruç tutanlar azınlıkta kalacağız, muhitimizde ramazanın manevi iklimi hakim olmayacak. Gördüğüm bu manzara Konya'da muhafazakar bir semt. Varın ötesini siz düşünün.

Eski Konya'da açık olan lokantaların cam ve kapısı gazete kağıdı ile kapatılır, kapısı hafifçe açık olur, oruç tutmayan girer, içeride ihtiyacını giderirdi. Şimdilerde gazete kağıdı ile kapatılmış lokanta vb yerler kalmadı. Bari içeride yeseler diyorum. 

İsteyen oruç tutar, isteyen tutmaz. Tutan kendisine tutar. Kendimi bildim bileli orucumu tuttum. Allah sağlık verdiği müddetçe tutmaya devam edeceğim. Belki eskiden de oruç tutmayanımız çoktu. Ama toplum içinde oruçlu görünürdü. Şimdilerde aynı hassasiyeti göremiyorum. Ne oldu dünkü hassasiyetlerimize? Dünküler yanlış düşünüyordu da bugünküler doğruyu mu buldu? Merakım bu! 

Sahi kaç kişi kaldık yüzde 99'u Müslüman olan bu ülkede? Aleni bir şekilde zevk ve keyfimizi gidererek neyi amaçlıyoruz? 

Cami mi yoksa Dilenci Merkezi mi?

Eskiye oranla camilerimizde şu ya da bu yer adına yardım toplamak için açılan sergilerde bir azalma söz konusu. Son haftalarda bir haftada olmasa da iki-üç haftada bir, cumalarda yardım yeri dikkatimi çekiyor: "Muhtelif cami inşaatı ve Kur'an Kurslarına yardım." Eskiden cami adı belirtilirdi. Şimdilerde adı muhtelif oldu. 

Sanırım yapımı başlanan camilerin ve Kur'an Kurslarının ihtiyacı var ki sergiye ihtiyaç duyuluyor. İnsanımızın cebindeki bozuk paraları atmak suretiyle ihtiyaçlar tam karşılanmıyor olmalı ki bu iki yere belirli periyotlarla yardım toplanmaya devam edilmektedir.

Cami, Kur'an Kursu vb yerleri inşa etmek ve buraların işlevini yerine getirebilmesi için camilerde sergi açmanın dışında başka yol bulunamaz mı? Bugün cami veya Kur'an Kursu yapımına ihtiyaç var mı? Mevcutları yeterli gelmiyor mu? İllaki her dört evin bulunduğu mahalle, bir cami kondurmak zorunda mıyız? Mevcut camilerimizin doluluk oranı nedir? İbadet yapmak isteyen vatandaş, mesafesi biraz uzak olan camiye gidemez mi? Mevcut Kur'an Kurslarının sene içerisindeki doluluk oranı nedir? Camilerimiz ibadet edilen yer dışında Kur'an öğrenilen yer şeklinde daha profesyonel bir işlevi yerine getirecek şekilde planlanamaz mı? Bu soruların netameli sorular olduğunu ve yanlış anlaşılmaya ve başka taraflara çekilme ihtimalinin olduğunu biliyorum. Yine de bu konuda düşüncelerimi serdetmek istiyorum.

Öncelikle planlama yapılmadan cami ve Kur'an Kursu yapılmamalıdır. Mevcutlar geniş bir kitleye hitap edecek şekilde planlanmalıdır. Mevcut Kur'an Kursları sekiz yıllık kesintisiz ve on iki yıllık zorunlu eğitimin ardından önceki işlevlerini yerine getirmekten uzaktır ve neredeyse yılın on ayını öğrencisiz geçirmekte ve atıl durumdadır. Bu kursları amacına uygun şekilde işlevsel hale getirmek için DİB ile MEB, ortak bir protokol imzalayarak mevcut Kur'an Kurslarını İHO okullarına dönüştürmelidir. Buralardaki mevcut öğreticiler Kur'an derslerine ve hafızlık eğitimi alan çocukların derslerine girmelidirler. Yine buralar yaz dönemlerinde kısa dönem Kur'an eğitimi almak isteyen geçici öğrenciler için müftülüklere planlama ve organize yapma görevi verilmelidir. İHO'ya dönüştürülemeyecek şekilde küçük olan Kur'an Kursları, öğrencilerin barınmaları için tahsis edilmelidir. Yaz dönemlerinde mevcut Kur'an Kursları talebi karşılamada yeterli gelmediği takdirde MEB'in okullarından müftülükler yararlanmalıdır. 

Camilerimiz, günlük toplamda 2-3 saatlik ibadet için açılıp kapanmanın ötesinde namaz vakitleri dışında örgün eğitim verecek şekilde Kur'an talimi için açık tutulmalıdır. Cami görevlileri namaz vakitleri dışında en az altı saat daha camiyi açık bulundurmak suretiyle yeni bir işleve kavuşturulmalıdır. Bina ve derslik ihtiyacı olan okullarda Kur'an ve din dersleri camilerde işlenmelidir. 

Mevcut cami ve Kur'an Kurslarından azami derecede faydalanıldıktan sonra ihtiyaca cevap vermezse yeni cami ve Kurs inşaatına başlanmalıdır.

Cami ve Kur'an Kurslarının gider ve ihtiyaçlarını karşılamak için camilerde sergi açmanın dışında vicdani sorumluluk çerçevesinde bir yardım şekline geçilmelidir. Bunun için Batı'da Hıristiyanların maaşlarından otomatik kesilen kilise vergisi bize uyarlanabilir. Kendisini Müslüman kabul eden kişilere "Din hizmetleri" vergisi konabilir. Bir fonda biriken bu vergi; cami yapımı, cami giderleri, Kur'an eğitimi, öğrenciye burs, Kur'an Kursu inşaat ve giderlerinin karşılanmasında kullanılabilir. Böylelikle cami ve kursların ihtiyaçları tek elden karşılanabileceği gibi bu yöntem camilerimizi dilencilik merkezi olmaktan da kurtaracaktır. İmamlarımız her hafta dilenci gibi hutbede cemaatten para istemeyecektir. Önerdiğim bu yöntem din hizmetlerinde bizi profesyonelleştirebileceği gibi toplanan paralar, daha şeffaf olacaktır. Kimse durmadan para toplanıyor, bu para nereye gider diyemeyecektir.

Var mısınız camilerimizi ve Kur'an Kurslarımızı daha işlevsel hale getirmeye ve buraların giderlerini tek elden karşılamaya?

9 Haziran 2018 Cumartesi

Hangi İnsanlara Bu Dünyada Yer Yok?

Canın tez mi? Muhatabının leb demeden leblebiyi anlamasını, ya da sen bir şey demeden karşındaki veya yanındaki kişilerin halden anlamasını, senin hassasiyetini kavramasını mı istiyorsun? Çok beklersin? Çünkü karşında seni anlamamak ya da seni kendilerine çekmek isteyen, kendileri gibi olmanı isteyen binler var. Koca bir duvar veya bir ordu. Bu durumda ne duvarı aşabilir, ne de bu koca orduya galip gelebilirsin.

Mağlup olacağını bile bile bu binlerin içinde yaşamaya devam edeceksin. Çünkü elin mahkum. Çekip gitsen nere gideceksin? Sanki bu dünyadan başka bir dünya mı var? Sonra başka yere gidince yeni karşılaşacakların mevcutlardan daha mı iyi olacak? Naçar bu deveyi gütmeye devam edeceksin. Başka da çaren yok zaten. Bu durumda yine ezilen, horlanan, ayıplanan sen olacaksın. Adın sabırsıza, sinirliye çıkacak. Sana geçimsiz, anlaşılmaz diyecekler. Diyecekler oğlu diyecekler ve bu dünyadan anlaşılmadan gideceksin. Üstelik gidişin daha hızlı olacak. Çünkü kızgın sirke ancak küpüne zarar verir. Sana bu dünyayı dar edenler ise gailesiz, dertsiz bir şekilde bu dünyada kalabalık etmeye devam edecekler. Bu dünyanın kanunu bu. Sen yırtınacaksın, onlar şen-şakrak yaşayacak. Çünkü top patlasa, dünya yıkılsa umurunda olmuyor böylelerinin.

Kimsenin seni anlamadığı bu durumlarda keşke Eyüp gibi sabırlı olaydım diyorsun. Ama olmuyor. Çünkü herkes Eyüp gibi sabır küpü olamaz. Keşke sağır-dilsiz olaydım da top patlasa, insanlar çatlasa...hiç olmazsa ruhum duymazdı diyorsun. Bir yere kapanıp kimseyle iletişim kurmayayım diyorsun. Ama bu sosyal varlık olan insanın yaratılışına ters. 

Hikmetinden sual olunmaz ama Allah belki de sana Ulül Azm peygamberlerinden Musa peygamber gibi sinir verdi. Hani o, İsrailoğullarına bakarak olsun diye kardeşi Harun'u bırakmıştı başlarına. Kırk gün sonra kavminin arasına gelince bıraktığının yerinde yeller estiğini görünce öfkelenip  bu ne hal dercesine kardeşi Harun'un yakasından tutmuştu. Belki de Allah seni bu şekilde imtihan ediyordur.