4 Eylül 2017 Pazartesi

Evli Evine Köylü Köyüne! *

Yaz dönemi bazı meslek sahipleri, öğrenci ve öğretmenler için uzun tatil demek. Meclis, yargı mensupları da tatilden nasibini alanlardan. Zafer ve Kurban Bayram tatillerinin birleştirilmesiyle tatilden hemen hemen payını almayan kalmadı.

Kimimiz tatilde gezdi dolaştı, kimimiz asli görevi dışında başka işler yaptı. Sonunda tatiller bitti. Bundan sonra evli evine, köylü de köyüne artık. Öğretmenler hemen Bayram ertesi iş başı yapacak, öğrencilerse iki hafta sonra. Ardından yargı ve Meclis bitirecek tatilini. İşine bayram arası verenler ise yeniden işlerine koyulacak. Aşağı yukarı herkesi mesai ve iş yükü bekliyor. Maraton koşusu başlıyor artık.

Uzun tatil rehavet, tembellik demektir, insanı paslandırır. Hedefi kaybetmektir, insanı asli işinden uzaklaştırmak demektir, zamanı hor kullanmak, israf etmek demektir. Herkes hamlaştı iyice. Hamlaşan insan kolay ısınamaz, işine kendisini veremez.

Uzun tatiller aynı zamanda iş kaybı, işin aksaması, efor düşüklüğü, ekonominin zarara uğraması demektir. Sadece tatiller değil bizde sorun. Tatil yaklaşırken tatil havasına girer, işi rölantiye alırız, tatil dönüşü de kolay kolay  kendimizi işimize veremeyiz. Tatil cennetiyiz dense yeridir. Lüks tüketimin arttığı günümüzde dünya kaynakları daralmaya devam ediyor. Bizim uzun tatilden ziyade daha fazla çalışıp daha fazla üretmemiz gerekir. Türkiye ne yapıp ne edip tatillere bir sınırlama ve düzenleme getirmelidir. Bazı iş kollarında tatil kaçınılmaz denebilir. Bunun yolu uzun tatilden ziyade Türkiye şartları göz önünde bulundurularak belli ayların içerisine serpiştirmektir. Burada öğrenci ve öğretmenler için bir örnek verirsek ne demek istediğimizi daha iyi anlatmış oluruz. Öğretmenin yaz tatili bir, öğrencininki iki ayla sınırlandırılmalıdır. Diğer  tatiller bir haftayı geçmeyecek şekilde her sekiz haftanın bitiminde yapılan sınavların ardından verilmelidir. Bir başka örnek de bayram tatilleri için verelim. Bizde özellikle dini bayramlar hafta içine geldiği zaman çoğu zaman haftayı tümden tatil ederek tatili dokuz güne çıkarıyoruz. Dokuz gün tatili gören bayram-seyran demeden soluğu sahil kenarlarında almaktadır. Belki içimizden bu vesileyle insanımız soluklanıyor, nefes alıyor, kafa dağıtıyor. Tatiller de olmasa insan çatlar diyebiliriz. Bu düşünce bir yere kadar doğrudur, nefse de hoş gelir. Ama bu işin bir de aması var. Uzun tatil demek şehir dışına çıkmak demektir, şehirlerarası trafiğin yoğunlaşması demektir. Bizde bu kural tanımazlık ve hız tutkunluğu oldukça her uzun tatil, özellikle uzun bayram tatilleri trafik kazalarına davetiye çıkarır. Kazaların çoğu yaralanma ve ölümlerle sonuçlanıyor. Sonunda bayram elbisemiz kefenimiz olabiliyor. İç turizmi canlandırmak amacıyla ihdas edilen Zafer Bayramı ve Kurban Bayramını içine alan on günlük tatilin dokuz günlük bilançosu ağır mı ağır. Onca uyarıya rağmen bayramın son günü itibariyle 148 trafik kazası meydana gelmiş, 122 kişi hayatını kaybederken 640 kişi de yaralanmıştır. Hurdaya çıkan araçları saymıyorum bile. Terörde bu kadar kişi ölse Türkiye ayağa kalkar, günlerce yas tutarız. Nedense trafik kazasında kaybettiğimiz bu kadar canı haberlerde vererek geçiştiriyoruz. Halbuki trafik canavarı terörden daha beter bugün için. Orta yerde bir katliam var. Bu katliamda uzun tatilin payı büyüktür. Bu son uydurulmuş uzun tatil olmasa belki bu kadar insanımız ölmeyecekti.

Geçen geçti, yapılan yapıldı, dinlenen dinlendi, ölen de öldü. Geçmişe ah-vah etmenin bir anlamı yok. Geçmişten ders çıkarıp önümüze bakmamız ve bir daha elim olaylarla karşılaşmamak için yetkililerin ayakları yere basan kararlar almasıdır. Yoksa bu gidişle daha çok anamız ağlar. İşleyen demir pas tutmaz misali zaman iş zamanı. Herkes işinin başına. Evli evine, köylü köyüne artık. Bu vesileyle bayramınızı kutlar, ölenlere rahmet, yaralılara acil şifalar diliyorum. Son olarak iki tatil arası mesai saatlerini tatil yapan zihniyete son diyorum. 04.09.2017

* 06/09/2017 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


3 Eylül 2017 Pazar

Kırıp Döküp Ufalamak

Günlük hayatta türlü türlü insanlarla muhatap oluruz. Bunların içerisinde ortamı geren tipler vardır. Gerginliğinden çevresinde olan herkes nasibini alır.

Sinirli tiplerden bahsediyorum. Kızacağı konunun önemli olması gerekmez. Çok da ketumdurlar. Ne zaman sinirlenecekleri, neye sinirlenecekleri, kime sinirlenecekleri belli olmaz. Yeter ki gerilsin. Bundan sonra Allah ne verdiyse artık. Varsa yoksa sinirleri vardır. Kırıp döküp ufalarlar. Bayram-seyran dinlemez, dost-düşman gözetmez, sakinleşince konuşayım demez, çevremdeki olanları ‘üzerim’ diye düşünmezler.

Saman alevi gibidir bunlar. Ne zaman tutuşacağı belli olmaz. Alev topuna dönüşür birden. Parlamasıyla sönmesi bir olur. O esnada yanındaki olanların hepsi kimi dumanından, kimi alevinden, kimi de ateşinden nasiplenir. Anlık sinirleri kendisine ışık vermediği gibi çevresine de vermez.

Bir kanser hücresi gibidir bunlardaki sinir. Gün yüzüne çıkmaması, bulunduğu yerde kalıp vücudun diğer taraflarına zarar vermemesi için cam bir fanusun içine hapsetmek gerek. Yoksa bir harekete geçti mi yanardağ patlamasına dönüşür. Sakinleşip kendine gelmesi, yerine geri gitmesi, başkasına zarar vermemesi için çok az bir zamana ihtiyaçları vardır böylelerinin. Az sonra harekete geçen siniri kendiliğinden sakinleşir. Böylesi durumlarda bu tipleri kendi haline bırakmaktır asıl olan. Sakinleştirmeye çalışmak, cevap vermeye kalkmak beyhude çabadır. Sinirlerinin tavan yaptığı andır bu an. Sinir boşalması yaşarlar bu esnada. Söndürmek için dokunan yanar. Dokunanın haklı-haksız olması gerekmez. Alakası olmayan işler de girer işin içine. Tüm oklar böyle durumlarda üzerine vazife çıkartanlara döner. Halbuki sinir boşalmasının yaşandığı esnada az sabredip kendi haline bırakılsa -nasıl ki kızgın sirke küpüne zarar verirse- zararı sadece kendisiyle sınırlı kalacaktı.

Sinir bir hastalıktır, arızi bir durumdur. Her insanda az veya çok bulunur. Kimi sinirlerine hakim olur, kimi olamaz. Bu hastalığın tedavisi kişinin kendine hakim olmasıdır. Başka türlü tedavisi mümkün değildir. Kendi kendine tedavi edemiyorsa yukarıda bahsettiğim gibi biraz kendi haline bırakmaktır. Böyle davranılırsa o esnada etrafına ışık vermese de zararı kendisiyle sınırlı kalacaktır. Sakinleşince attığı okları tek başına toplayacaktır. Yaptığı eylemin yanlış olduğunu anlayacaktır. Bu sefer başkasına değil kendi kendine kızacak, öz eleştiri yapacaktır. Kırıp döktüğü varsa telafi etmek ve ortamı yumuşatmak için gönül de alacaktır. Bu tiplere yapılacak en büyük iyilik budur. Bu iyiliğin daha ilerisi bu kimse sakinleşince söyleneceklerin söylenmesidir. Yoksa sinir esnasında müdahale etmek yangına körükle gitmek gibidir.

İşte size insan tiplerinden bir tip. Kolay kolay değiştirmek mümkün değildir. Sinir vücudunun tüm organlarına baskındır böylelerinin. Öyle “Sinirlenmemek lazım, ne var bunda, ben çok sinirli değilim” demeye gelmez. Allah bunları böyle imtihan eder. İnanın çok sinirli olanlar da sakinleşince ‘Sinirlenmemem lazım, ne vardı bunda. Bundan sonra bir daha olur-olmaz sinirlenip başkalarının kalbini kırmayayım’ diye çok söylerler. Hatta ‘Sakin ol, Sakin ol” diye kendilerine emir verip dururlar. Ama iş sinirlenmeye gelince siniri aklının önüne geçer. Artık akli davranamazlar. Bırakalım böylelerini kendi imtihanlarıyla baş başa. Onlar vara yoğa sinirlenmeye devam etsinler, biz de kendi işimize bakalım. Yok ağzımızın tadı bozulmasın, biz onun iyiliğini istiyoruz deniyorsa o kişinin hassasiyetlerine özen göstermek, onu anlamaya çalışmak belki bir çıkar yol olur.

Allah nefisimize özellikle sinirlerine hakim olan insanlardan eylesin. 03/09/2017

31 Ağustos 2017 Perşembe

Günaydın MEB!

MEB, mazerete dayalı tayini çıkmayan öğretmenlerin durumunu Kurban Bayramından sonra 05 Eylül'de yeniden değerlendirmeye alacağını, 08-12 Eylül arasında ikinci il içi ve il dışı tayin isteme hakkı vereceğini, Aralık 18-22 tarihleri arasında ise alan değişikliği başvurularının yapılacağını 30/08/2017 günü bir basın bildirisiyle duyurdu.

Yazılı ve görsel basında yer alan bu duyuru basın tarafından öğretmenlere müjde diye sunuldu. Zafer ve Kurban Bayramının arasına sıkıştırılan bu müjde öğretmeni sevindirmeye yetti de arttı bile. Özellikle bekleyen öğretmenlere yeni bir umut oldu bu bildiri. 

Uzun yaz tatilinden sonra öğretmenler, 19 Eylül'de çalacak eğitim ve öğretim ziline hazırlık yapmak, bir yılın planlamasını yapmak için 05 Eylül'de görev yerinde mesleki çalışma yapmak üzere hazırlık yapıyordu. MEB'in bu açıklamasıyla öğretmenlerimiz bir taraftan kalıp kalmayacağı belli olmayan okulunda mesleki çalışma yaparken aynı zamanda tayin işlerine bakacak, alan değişikliği için gün sayacak. 

Zamanlama ve planlama bakımından MEB'i takdir etmekten başka yapacak bir şeyimiz yok. Okullar açılacakmış, eğitim ve öğretim başlayacakmış, 1.5.9.sınıflar 11-15 tarihleri arasında okula uyum programına alınacakmış, vız gelir MEB'e. 

Tayin isteyenler tayinim çıktı, çıkacak diye bir bekleyiş içerisinde iken tayini çıkmayan eğitim ve öğretime morali bozuk girecekmiş, tayini çıkan ise okullar açıldıktan sonra evini toparlama, nakliye bulma ve gideceği yerde kiralık ev bulma derdine düşecekmiş, tayini çıkanın yerine öğretmen verilemeyecekmiş, eğitim ve öğretim başlayacakmış, önemli değil. Okullar açılsın, yola bir çıkalım, eksiklikler şu ya da bu şekilde yolda düzülür. Önemli olan MEB'in beklentilere cevap vermesidir. Sonra eğitim ve öğretimler bir yere gidecek değil ya. Zaten uzun soluklu bir süreçtir. Vakit kalırsa bir ara yapılır.

Ocak’a doğru her şey rayına girdi derken bu sefer de aralığın sonunda alan değişikliği kabul edilenleri dönem sonunda yeni okullarına yolcu eder, ders açığı kalırsa ücretli öğretmenlerle sene sonunu getiririz.

Biz MEB'in bayram öncesi bahşettiği bu müjdeye sevineceğimiz yerde içimizde bazı art niyetliler konuşmaya başlayacaklar. Böyleleri kötü niyetli olunca ağızlarını büzemezsin. Hatta onlar MEB'in bu zamanlamasını manidar bulacak, eğitim ve öğretimi sekteye uğratacağını yazıp çizecek. Yine bunlar MEB'i cırcır böceğine benzetecektir.

Hani ne yapmıştı cırcır böceği. Daha doğrusu ne yapmamıştı? Kışın rahat edeceği,  yiyeceğini biriktireceği yerde gecesini gündüzüne katarak elinde saz gününü gün etmiş yaz boyunca. Kış kapıya dayanınca elde avuçta yiyecek bir şey yok. Bakıyor ki pabuç pahalı! Çaresiz yaz boyunca çalışıp çabalayan karıncanın kapısını çalmış, yiyecek bir şeyler istemek için. Masala göre karınca vermemiş tabi.

Ağzı olan konuşuyor bu ülkede. Yukarıda anlatılan masal gibi sapla samanı karıştırarak anlatanlar da çıkıyor maalesef. Herkes bilsin ki MEB, karınca gibi merhametsiz değildir. Ayrıca meyve veren ağaç taşlanır. 31/08/2017


Bu Whatsapp'ı İcat Edeni Bir Bulsam, Bu Adama Ömür Boyu Whatsapp Yasağı Koy Diyeceğim...

Değerli kardeşim! Seninle ne aynı okulda okudum, ne aynı okulda çalıştım, ne de akrabayım. Ne evine geldin, ne de gittim. İkimiz baş başa kalıp bir bardak çay içmedik. Kırk yıl hatırı olan kahve içmeye zaten gerek görmedik. Karşı karşıya geldiğimizde selam-kelâmdan, hal-hatırdan başka bir ortak noktamız olmadı. Tüm hukukumuz birkaç toplantıda aynı havayı teneffüs ettik.

Şimdilerde hiç yüz yüze gelmiyoruz. Ama her gün whatsapp marifetiyle evime misafir oluyorsun. Maşallah hiç sektirmiyorsun. Günde ikiden aşağı olmayacak şekilde bazı zamanlarda mesaj sayını beşe kadar çıkarıyorsun. Her geçen gün kendi eforunu egale ediyorsun. Başkasından gelen mesajı bana  yönlendirip  düğmeye basıyorsun. Gönderdiğin hiçbir mesajı bugüne kadar okumadım. Bugün üşenmedim, gönderdiğin mesajları saydım. 7.48, 08.26, 21.00, 21.06, 21.07 saatlerinde olmak üzere beş mesaj göndermişsin. İçeriği ayet, hadis ve teşrik tekbirleri üzerine.

Kusura bakmazsan sana bir şey soracağım. Beni adam etsin diye seni biri mi görevlendirdi? Eğer böyle ise yıllardır bu görevi yürütüyorsun, rotasyon diye bir şey var. Biraz da başka birini versinler sana. Yoksa üzerine vazife edip memleketin kurtuluşu bu adamın yola getirilmesi mi diye düşünüyorsun? Eğer öyle ise hakkın var. Memleketin en büyük sorunu benim. Toplamda yirmi yıl okudum, okuduğum okullar beni yola getiremedi. Gaziantep, Adıyaman, Adana ve şimdilerde Konya’da çalışıyorum, gördüğün gibi hala da yola geleceğim yok. Sen en iyisi yaptığın bu hayrı verim alacağın birine yap. Boşu boşuna uğraşma.

Sana bana mesaj gönderme diyemiyorum. Zira bana “Gönderdiğim ayete mi karşısın, yoksa hadise mi, ya da teşrik tekbirlerine mi? Bir de ilahiyatçı olacak, gönderdiğim ayet ve hadislerden rahatsız oluyor ” diyebilirsin. Maazallah ne Kur’ana karşılığım, ne de hadis düşmanlığım kalır. Şunu bil ki gönderdiğin ayet ve hadisler başım üstüne. Ama alasına ben ulaşabiliyorum. Yorulmana gerek yok. Biliyorum bunu iyilik adına yapıyorsun. Merakımı hoş gör, bana durmadan gönderdiklerini okuyor musun, yoksa sana gelenin yüzüne bakmadan hemen bana mı yönlendiriyorsun? Farz edelim ki okuyup benim de faydalanmam için gönderiyorsun. Keşke bu mesajları benim gibi yola gelmez, ahı gitmiş, vahı kalmış, kart bir adama göndereceğine önündeki taze dimağlara göndersen, ya da öğrencilerine her gün okusan daha iyi olmaz mı? Biliyorsun, ağaç yaş iken eğilir. Hatta tüm veli ve öğrencilerine günlük sayısız mesaj göndermek suretiyle hem çok kişiye ulaşır, hayır dualarını alırsın. Hatta bunu bir proje şekline dönüştürsen…amirlerinle bunu paylaşsan…seni denetime gelen maarif müfettişlerine göstersen senin bulduğun bu proje örnek proje olarak tüm Türkiye'ye uygulanmak üzere yaygınlaştırılır. Proje sahibi olarak projeni anlatmak için belki de tüm Türkiye'yi dolaşırsın.  

Bugüne kadar bana yaptığın tebliğ ve irşat görevinden dolayı Allah razı olsun. Yok, ben bu işleri Allah rızası için seve seve yapıyorum, 'gönder' dışında bana bir külfeti yok, whatsapp'ım da fazla internet yemiyor diyorsan kendi görüşümü söylemekten ziyade sana bir fıkra anlatayım. Belki kıssadan hisse alınır. Çünkü sen arif adamsın. "Adamın biri hiç cemaati olmayan bir camide sürekli ezan okurmuş, okuyanın sesi de hiç eğitilmemiş olduğundan köylü bundan rahatsız oluyormuş. Bir gün adama gelip 'Arkadaş! Gördüğün gibi biz namaza gelmiyoruz, üstelik sesin de çirkin mi çirkin, biz bundan rahatsızız, ne olur! Bundan sonra ezan okuma" demişler. Adam: "Ben bu işi Allah rızası için yapıyorum" deyince köylü, "Ne olur! Sen bundan sonra Allah rızası için ezan okuma" demişler. Bilmem anlatabildim mi derdimi. Fıkranın ne anlatmak istediğini düşünmekten ziyade fıkranın sonu nasıl bitmiş, adam yine okumaya devam etmiş mi dersen inan bilmiyorum fıkranın akıbetini. Ama adam yaşıyor mu yaşamıyor mu, bundan emin değilim. Umarım meramımı anlatabilmişimdir.

Yok hala anlatamadım ise o zaman şunu bil ki sen göndermeden bıkmadın, bense silmekten bıkıp usandım. Çünkü telefonumun hafızası gönderdiklerinle dolup taşıyor. Üstelik senin için bir de  yedek bellek taktırdım. Ama nedense yedeğe depolanmıyor senin gönderdiklerin. Bak Allah’ın aşkına benimle uğraşma, kendine de başka bir iş bul. Bak bir de Allah’ın adını verdim sana. Ben böyle yazdım ama biliyorum sen yine göndermeye devam edeceksin. Çünkü senin görevin okumak, kendine bir pay çıkarmak değil, sürekli göndermektir. Umarım gönderdiğin bir fil yerine bundan sonra ikinci fili de göndermezsin. Bak tekrar ediyorum, ne olur! Allah rızası için bana mesaj gönderme!

Son söz de "Birkaç mesajı bu kadar abartacak ne var" diyenlere! Bana eşekten düşen getirin... 

Yazdığım bunca yazı, yaptığım bu kadar yakarış, rica boşa giderse whatsapp'ımı kapatmadan önce son çare whatsapp' icat edeni bulmam. Ne mi yapacağım? Cevabı başlıkta... 30/08/2017



30 Ağustos 2017 Çarşamba

Allame-i Cihan Olsan Kaç Yazar!

Size, “Altınızda binitiniz varken, bulunduğunuz şehrin her bir köşesinde de türlü türlü, birbirinden güzel yapılmış piknik yerleri varken, apartman veya site içinde herkesin gelip geçtiği yerde mangal yakmayı nasıl bulursunuz” desem herhalde makul hiçbir insan “Bence sakıncası yok, hatta iyi de olur” demez. Siz yapmazsınız da gördüğünüz var mı desem sayarsınız en azından birkaç tanesini.
Siz, “Kim yakmıştı, ne zaman yakmıştı” diye zihninizi zorlamadan ben hemen sıcağı sıcağına bir tanesini söyleyeyim size. Zafer Bayramı günü, Kurban Bayramı arifesinin öncesi güpegündüz mangal yakarak çifte bayram yapıyor adam. Gerçi pek bayram yapamadı, zira herkesin dumanından ve kokusundan rahatsız olduğu bir ortamda tozu dumana katan rüzgar onun da keyfini bozdu. Felekten bir gün çalamadı. Zira meteoroloji fırsat vermedi. Gerçi ben keyif alamadı diyorum ama alıp almadığını gidip ona sormak lazım. Belki de rüzgarla beraber her bir eve kokusunu ve dumanını göndererek “Bakın ben kurban öncesi mangal yakıyorum, imkanım yerinde, ben sadece kurbandan kurbana et yemiyorum, istersem 365 gün mangal yakabilirim, hava muhalefeti önemli değil, önemli olan sizlere rahatsızlık vermek, zira böyle bir şeyi yapmasam benim imkanımın olduğunun farkına bile varamayacaksınız. Üstelik ben ev sahibiyim. Nasıl ki arabamı istediğim gibi sitenin içerisine bir başkası park edemeyecek şekilde park edebiliyorsam aynı zamanda her ahval ve şeraitte mangal da yakabiliyorum. Kim gelir de bana ‘Arkadaş bu zıkkımı git, belediyece ayrılmış piknik yerinde yak’ diyebilir. Sonra kimin haddine! Keyfimizin kahyası mısınız? dese sahi kim ne diyebilir? Örfmüş, adetmiş, gelenek ve göreneklere uymuyormuş, nezaketten yoksunmuş kime ne? Aklına esmiş, işte felekten bir gün çalıyor.

Siz bakmayın böylelerine komşum! Sen kendine yakışanı yapmaya devam et. Millet seni kıskanıyor, çatlasınlar kıskançlıklarından. Sonra senin zamanın mı var ki piknik yerine gideceksin? Sen başkaları gibi boş ve avare misin? Sonra piknik yerlerine avam gider, senin gibi fakülteyi bitirmiş, üstelik kariyer yapmış, üniversitede öğretim görevliliği yapan, organize ettiğin yurtdışı toplantılarla ülkemizi temsil eden bir kimsenin ne işi var oralarda? Sonra piknik yerinde yapsan bu işi kimse görmez seni, kimsenin de canı çekmez. Çünkü herkes senin yaptığından yapıyor. Bu işi çoğu kimsenin cesaret edemediği bir yerde yapacaksın ki -hay aklınla bin yaşa- gelip geçen herkes görsün, ağzının suyu aksın ve herkes bu sana yakışan tavrını konuşsun dursun.

Biliyorum sen bu  yaptığını okuldan öğrenmedin, bugün ders verdiğin öğrencilere de öğretmiyorsun. Ama hayat mektebi insana neler öğretiyor neler! Zaten bu okullar bomboş. İnsana hayatı öğretmiyor. Keşke herkes senin gibi böyle mucit olabilse. Ama kapasite meselesi. Sende bu cür’et ve yetenek varken ülkemizi tanıtım amacıyla gittiğin ülkelerde de bunu yapabilir, onlara örnek olabilirsin. Bakma sen millet komşunun seni ayıpladığına. Sen doğru bildiğin bu yolunda yükselerek devam et, bilim de senin omuzlarında yükselecektir.

Komşu komşunun külüne muhtaç derler. İşte sana işim düştü. Yok, et falan istemeyeceğim. Rüzgarın tozu dumana kattığı bir ortamda  mangal yakarken rüzgarın getirdiği tozlar etin üzerine gelirse ne yapmamız lazım? Etini afiyetle yedikten sonra öyle zannediyorum mangala çalışan beynin bilgi yönünden de çalışır. Bu eti nasıl steril hale getirebiliriz? İşte senden istediğim bu komşum. Bir de senin bu icadını edebimi, görü-göreseğimi başka yerde bırakarak aynı sitenin içinde bir gün ben de yapabilir miyim?

Haydi göreyim, sonra kim tutar seni! Tebrikler komşum…Kınayanın kınamasına aldırma. Afiyet olsun. Sana hassaten teşekkür ederim komşum, bana da bir yazı konusu çıkardığın için. 30/08/2017

“Çocuklar ileriye attığımız oklardır" *

Saçımızı süpürge ettiğimiz akademik başarı veya ahlaki yönden istenilen verimi alamadığımız çocuklarımız olunca "Kime çekti bilmem, nereden öğrendi bilmem. Biz böyle aile terbiyesi vermedik, şu okullar yok mu? Orada bozuldu benim çocuğum, hele o okulda edindiği arkadaş çevresi yok mu? Hepsi iyi aile terbiyesi almamış çocuklar. Bizim çocuk gitti onları buldu. Bir kesere de sap olamadı. İlkokulda ilk önce okumaya bu geçmişti. Sınıfının birincisiydi. Ah bu öğretmenler! Çocuğumun şansızlığı iyi öğretmenlere denk gelmeyişi. Aslında çok zeki benim çocuğum. Nazar var kesin bu çocukta..." şeklinde serzenişlerde bulunur dururuz. Mazeret, bahane ve gerekçenin birini bitirir, diğerine geçeriz. Bir türlü ne kendimize sıra gelir, ne de çocuğumuza. Zira çocuğumuz iyi bir çocuk, biz de iyi bir anne ve babayız.

Toplumda çocuğunu bu şekilde gören anne ve babaların sayısı hiç de azımsanacak kadar az değil. Çok az bir anne ve baba, “Ben çocuğumu istediğim şekilde yetiştiremedim, iyi bir anne ve baba olamadım” şeklinde öz eleştiri yapar.

Çocuğun yetişmesinde değişik saikler vardır mutlaka. Kiminin az, kiminin çok etkisi vardır. Ama çocuğun yetişmesinde aile birinci derece faktördür. Serap Duygulu isimli psikolog ve sosyolog, “Çocuklar ileriye attığımız oklardır” dedi bir televizyon konuşmasında. Oku atan bizleriz, attığımız okun nereye düşmesi bizim maharetimize bağlı. Nasıl ki attığımız ok niye buraya geldi diye kızmaya hakkımız yoksa atılan ok misali çocuklar da bizim meyvelerimizdir. Elbette çevrenin, okulun, dijital alemin etkisi vardır ama çocuk ilk mayasını evden alır, tohum orada atılır. İyi tohum çevre vb sebeplerle biraz sendelese de sonunda aslına döner. Çocuğun yetişmesinden dolayı sağa-sola kızmaya devam edersek sadece egomuzu tatmin etmiş oluruz. Bu, gerçekle yüzleşmemek için kaçmak, topu taca atmak demektir.

Psikologlarımız bizde bulunan hastalığın teşhisi için nasıl ki çocukluğumuza inmeye çalışıyorsa biz de istediğimiz meyveyi alamayınca okları karşı tarafa değil, evimize çevirmemizde fayda vardır. Bunu ne kadar çabuk yaparsak kârımızadır. Zira erken teşhiste tedavi imkanı bulmak daha kolaydır. İş kangrene dönüştükten sonra hastalığı tedavi etmek daha zordur, hatta imkansızdır. O yüzden ayaklarımız yere bassın. Hata ve yanlışlar karşı taraftan bile olsa işe ilk önce kendi evimizden başlayalım, sonra çevreye açılalım. Rastgele attığımız oklar ayrık otları gibi her bir tarafa dağılır da sonradan toparlamak beyhude bir çaba gibi olur.


Biz anne ve babalar olarak çocuğumuzun her yönden daha iyi yetişmesi için elimizden geleni yapalım. Kendimiz de ev ortamına onlara örnek olalım. Attığımız tohum ve oklar mutlaka en güzel meyveyi verecektir. Olmadı mı? Demek ki imtihanımız bu diyelim. Allah herkese bilgi ve donanımıyla, örnek yaşantısıyla çevresine ışık tutan, Rabb'ine karşı sorumluluklarını bilen, kimseye muhtaç ve yük olmadan ayakları üzere yaşayabilen, ekmeğini taştan çıkartabilen hayırlı evlat nasip etsin. Kimseyi acı imtihanlarla sınamasın. 30/08/2017

* 21/09/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Bir Fikrin Fanatiği mi? Uzak Dur Ondan!

Her fikir, her düşünce, her ideoloji, her dinin savunanı  ve sempatizanı olmak doğaldır. Doğal olmayan fikrinin fanatiği olmaktır.

En tehlikeli tiptir bunlar. Hangi fikirde, hangi inançta, hangi görüşte olmaları önemli değildir. Bunlar bağnazdır, kendi düşüncesinden başka bir görüşe kapalıdır antenleri. Hazımsızdır. Ön yargılı olduklarını zaten söylemeye gerek yok böylelerinin. Kendisinden başka bir düşünceye asla tahammülleri yoktur. Elinde imkan olsa kendi gibi düşünmeyenlere hayat hakkı tanımaz. Boğar onları. Etlerini lime lime eder. Gücü yeterse diri diri ateşte yakar. Hiçbir şey yapamazsa ülkeyi dar eder onlara. Hep ajite eder. Hayatı zindan eder. Gücü yetmiyorsa içine atar, fırsat kollar. Bakışlarından anlarsın böylelerini.

Mektebi yoktur fanatikliğin. Bir ayrık otu gibi içimizde yetişir. Bu tipler hemen hemen her alanda, her kesimde, her yerde vardır. Futbolda, partide, dinde, mezhepte, cemaatte, herhangi bir izmde rastlarsın böylelerine.

Seninle yanyana gelmezler. Arkadaş hiç olmazlar. Sosyal medyada bile sanal arkadaşlık yapmana tahammülleri olmaz. Kazara arkadaşlığını kabul etse bile paylaşımlarını görünce kırmızı görmüş boğa gibi olur. Fırsatını bulduğu ilk anda seni arkadaşlığından çıkarır. Seninle fikir tartışmasına girmez, girerse de kavgayla biter pamuk ipliğine bağlı arkadaşlığınız. Derinlemesine düşünme melekeleri yoktur, ya da gelişmemiştir. Sloganik yaşar, yeni bilgi almaz. Zira yeni ve farklı fikre kapalıdır. Geçmişte ne öğrenmişse ya da öğretilmişse hep o kovanın içinden konuşur, yazar, çizer. Aynı zamanda düz kontaktır. Kafası başka bir şeye çalışmaz. Gözü vardır görmez, kulağı vardır işitmez. Derviş gibidir, fikri ne ise zikri de odur. Ne bugüne kadar bir kişiyi fikrine çeker, ne de başkasının fikrine girer. Ot gelmiş ot, ya da odun gelmiş odun gider bu dünyadan.

Her fikrin kendilerini böyle ölümüne destekleyen ateşli savunuculara ihtiyacı vardır. O yüzden böylelerini besler. Ağızlarına biraz bal çalmak veya az bir iltifat, enerji olarak onlara yeter. Kudururlar da kudururlar.

İçimizde neşvünema bulan bu tiplerin özellikleri saymakla bitmez. En iyisi böylelerinden uzak durmak, Rabbimin onlara fırsat vermemesi ve karşı karşıya gelmemek için dua etmektir. Sağlığını bozmaktan öte hiçbir hayırları yoktur. 30.08.2017