25 Ağustos 2017 Cuma

Bir Okulun Yüzdelik Dilimi Nasıl Tepetaklak Edilir?

Malumunuz liseler TEOG adı verilen merkezi sınav sistemine göre öğrenci alır. Öğrenciler okul türü, okulun yüzdelik dilimi, ulaşım vb. nedenlerle okulları tercih ederken yukarıdan aşağıya göre tercih yaparlar. Yerleştirmeden sonra bir yeri kazanamayan ya da kazandığı halde okulunu değiştirmek isteyenler birer haftalık aralarla üç aşamada nakil başvurusunda bulunur. En son nakil yerleştirme ile okulların taban puanları oluşur.

Öğrenci hangi saiklerle tercih yaparsa yapsın göz önünde bulundurduğu en önemli kriter okulların yüzdelik dilimidir. Tercih yaparken kendi yüzdelik dilimi ile okulların geçen yıl ki yüzdelik dilimlerini karşılaştırarak sonuçlar açıklanmadan hangi okulu kazanabileceğini üç aşağı beş yukarı bilir. Her okulun yüzdelik dilimi de okulu tercih eden öğrencilerin puanlarıyla oluşur. TEOG sınav sorularının kolay ve zorluğuna göre puanlar düşüp çıksa da okulların yüzdelik dilimi kolay kolay değişmez. Yüzdelik dilim  değişmediği gibi yukarıdan aşağıya okulların yüzdelik sıralaması da pek değişmez. Oynasa oynasa virgülden sonraki rakamlar değişir normal şartlarda. Bir ile okul türüne göre yeni bir gözde okul açılırsa bu okul emsallerine göre daha fazla tercih edileceği için yukarılarda tutunur, diğer okulların puan ve yüzdelik dilimlerinde biraz gerileme olur. Örnek verecek olursak Konya’da Meram Fen Lisesi yüzdelik dilim bakımından en yüksek puanlı öğrencileri alırken Meram Anadolu Lisesi hemen onun ardından ikinci sırada yüksek puanlı öğrencileri alırdı bir zamanlar. Konya’ya önce Karatay Fen, ardından Selçuklu Fen Liseleri açılınca ikinci sırada öğrenci alan Meram Anadolu lisesi doğal olarak dördüncü sıradan öğrenci almaya başladı. Bu verdiğim örneklerde bir sıkıntı yok. Okul türünden kaynaklanan bir durum söz konusu burada.

Esas sıkıntı ismini zikretmeden vereceğim okulda. Bu okul geçen yıllarda kendi okul türleri olan Anadolu İHL içerisinde orta seviyenin üstünde yüzde 39’luk bir yerde iken üçüncü nakilden sonra yüzdelik dilimi nerelere inecek hep beraber göreceğiz. Zira puan bakımından yüzde 45 diliminde yer alan okulun gerisine düştü daha şimdiden. Oranların bu derece değişmesinde, kendisinden sonraki okulun ardına düşmesinde birilerinin üstün yeteneği olsa gerek. Bunun başka izahı olamaz. Bunun için çok şey yapmanıza gerek yok. Okulun her sene yeni aldığı öğrenci mevcudunu anormal bir şekilde artırırsınız, o okulu puan ve yüzdelik dilim bakımından emsallerinin gerisine düşürürsünüz.

Kontenjanları kim belirler? Her okulun müdürünün başkanlığında yardımcısı, rehber öğretmeni, Kurulca seçilen bir öğretmeni, Birliği temsilen bir olmak üzere 5 kişiden oluşur, okul sisteme girer, ilçe-il de onaylar, ardından Bakanlık onaylar. Bu okul, 2015 ve 2016 yıllarında 408 kontenjan belirtirken 2017 yılında bu kontenjanı 748’e çıkarmıştır. Yani bu okul 2017 kontenjanını önceki yıllara göre 340 öğrenci yani 10 sınıf birden artırmıştır. Şimdi bu okulu ara dur, eski yerinde. Göremezsiniz ki… Çünkü bu okul bir yılda ilave on sınıf alarak 340 öğrenci daha fazla almıştır bu sene. Öyle zannediyorum bu sınıf artışında ilçe ve ilin emir, telakki ve dayatması vardır. Çünkü hiçbir okul bu kadar sınıf artırmaz, artıramaz. İlçe-il niçin bu kontenjan içine girmiş olabilir? Proje kapsamına aldığı okulların öğrenci mevcudu azalacağı için geriye kalan öğrenciler bu okula yönelerek açıkta kalmasın istemişlerdir. Niyetlerinin halisliğinden şüphem yok, ama bu işi yapanlar plan ve programdan yoksunlar. Aynı anda üç-beş okulu proje kapsamına alacaklarına keşke her yıl bir okulu projeye dönüştürselerdi, bu okula bu kadar kontenjan düşmeyecekti. Bu okul her yıl bir-iki sınıf artırımıyla mevcut yüzdelik dilimini de korumuş olabilirdi. Ama ilçe ve ilin plansızlığının ceremesini maalesef bu okul emsallerinin gerisine düşerek ödeyecek.

Yazık etmişler bu okula. Eskiden bir adı vardı. Şimdi artık adını yerlerde aramak lazım. İş bilir görünen yetkililer bundan fazlasını da yapamazlardı zaten. Okulların kodlarıyla, yerleriyle bu şekilde oynanması yanlış olmuştur. Bunda okula kontenjan artırımında baskı yapan yetkililerin payı büyük. Yarın bu okula gidip “Sizin eskiden başarınız iyiydi, şimdi niye böyle oldu? Falan demeye kalkmasınlar. Zira gülünç duruma düşerler. Bu okul onların eseri olacaktır bundan sonra. Eserinizle gurur duyun sayın yetkililer! 25/08/2017




Türkçe Yazmanın Zorluğu

İki-üç yıldır duygu, düşünce ve dert edindiklerimi kah sosyal medyada, kah gazetede, kah kendi blogumda (dilinkemigiyok.blogspot.com) kendi bakış açımla ifade etmeye çalışıyorum. Bazen gündemle ilgili, bazen gündem dışı konulara yer vermeye çalıştım. Zaman zaman mizahi bir dil kullandım, bazen ironi yaptım, bazen konuya tersinden, bazen düz girdim. İçimden geçenleri becerebildiğim kadarıyla yazıya aktarmaya çalıştım. Seçtiğim konuya doğaçlama girdim dense yeridir. Yazı yazarken bir planlama yapmadığımdan olsa gerek yazılarımı kısa yazmayı, tadında bırakmayı beceremedim. Belki de kelamı kibar olmadığımdandır.

Yazarken ne kim ne der dedim. Konuyu değerlendirirken farklı üsluplar kullansam da yazımı okuyanlar yanlış anlar düşüncesine kapılmadım. Hatta “alay etme, hafife alma, küçümseme, inanmama, kinaye anlamları katan parantez içi ünlem işaretine (!) kolay kolay belki de hiç yer vermedim. Ne kastettiğimi okuyanım siyak ve sibaktan bulsun istedim. Hasılı, ne konu sıkıntısı çektim; ne ifadede, ne de üslupta zorlandım. Ama yazım ve imla kurallarında zorlandığım kadar hiçbir şeyde zorlanmadım. Bu bir itirafsa -evet- itiraf ediyorum. Zira Türkçemizin yazım kurallarından sınıfta kaldım. Çünkü ne Edebiyatçıyım ne de Türkçeci. Adım olmasa da göbek adım Hıdır, elimden gelen budur. Zira koyunun olmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi derler misali, benim yaptığım tam bir Abdurrahman Çelebiliktir.

Yazım dili ile konuşma dili farklı mı farklı. Bir Türkçe öğretmenimiz konuşurken yanlış ifade edilse bile maksat anlaşılmışsa o doğrudur, demişti. Ama gelgelelim yazı dili öyle değil. Bizim yazım ve imla kurallarımız sanki uygulanmak için değil, uygulamamak için icat edilmiş. Zira akılda kalması mümkün değil, kılı kırk yararcasına konmuş kurallarla dolu. Kelime birleşik mi yazılacak, yoksa ayrı mı, hangileri birleşik, hangileri ayrı yazılır? Noktalama işaretlerinde ise buraya nokta mı uygun, yoksa virgül mü, ya da noktalı virgül mü? İki nokta hangi yerlerde konur? Ya ünlem işareti…çık işin içerisinden çıkabilirsen. Bazen bir başlık koyarım yazıma. Noktalamada tereddüdüm olursa Türkçe ve Edebiyat öğretmenlerine sorarım. Çoğu zaman farklı noktalama tavsiye ettiklerine şahit oluyorum. Başka dilleri bilmiyorum ama herhalde bizdeki kadar kuralın bol olduğu, istisnaların çok olduğu bir başka dil yoktur. Yazımı yazdıktan sonra bazı vurgulu cümleleri değiştirmişimdir çoğu zaman. Çünkü hangi noktalama işaretini koyacağıma karar veremediğim, bir de farklı Türkçecilerden değişik cevaplar aldığım için.

Çoğu zaman da bildiğimiz yazım ve imla kurallarına uygulamada yer vermiyoruz. Hatta şu kelime yanlış, bu noktalama farklı olacak dendiği zaman “Aman hocam, sanki dersimiz Türkçe dersi mi” cevabı alırız. Kuralı çiğnediğimizi bile bile yine aynı yazım hatalarına yer verebiliyoruz. Mesela yazım kurallarına göre makalelerin başlığının her bir kelimesinin ilk harfi büyük yazılması gerekirken gazetelerdeki köşe yazılarına bir göz atarsak bu kurala riayet edenin sayısı o kadar az ki! Çoğu ilk kelimenin ilk harfi hariç genelde küçük harfle yazıyor. Galatı meşhur bir durum. Kelli-felli yazarların başlıklarını göre göre göz o kadar aşina oluyor ki kurala uygun yazılan başlıklar sırıtıp kalıyor yanlışların arasında. Nedense çoğu bu kurala riayet etmediği gibi TDK da “Türkçeyi katlediyorsunuz” diyerek sesini çıkarmıyor. Ben Türkçeyi çok iyi biliyorum diyenin yazısı incelense çok sayıda yazım ve imla hatasını bulmak mümkün. İşin garibi yazım ve imla hataları yazının içinde sırıtınca anlamayı bırakıp gözümüz kurallara kayıyor. Bu da bizi içerikten uzaklaştırıyor.

Kayseri’de okurken Arapça dersimize Ezher mezunu bir hoca girmişti. Adam çatır çatır Arapça konuşurdu. Ama konuşurken harekelere dikkat etmezdi. Arapçayı sadece sarf ve nahivden ibaret gören bizler adamı, Arapçayı bilmiyor diye ayıplardık kendi kendimize. Halbuki bir dilde asıl olan o dili konuşabilmek, yazılanı okuyup anlayabilmek olmalıdır. Kurallara takılıp kalınca ne dil öğrenilebiliyor, ne de o dil konuşulabiliyor. Biz, ömrün yarısı kabul edilen nahvi(Arapça gramer bilgisi) biliyorduk bilmesine ama konuşamıyorduk. Çünkü Arapça kuralların içerisinde boğulup kalmıştık.

Hasılı, Türkçemizde yazım ve imla kuralları olsun olmaya. Ama uygulanılabilir bir şekilde sadeleştirilmesinde fayda var. Kuralı ne kadar azaltırsak öğrenme ve uygulama o derece doğru olur kanaatini taşıyorum. Yoksa yazım ve imla kurallarıyla uğraşmaktan esas sadede gelemeyeceğiz bu gidişle.

Hali pürmelalim bu iken cahil cesaretiyle sizlerin hoşgörüsüne sığınarak yazmaya devam ediyorum. Tek umudum ve yegane mutluluk kaynağım, bir gün yazdıklarım bir arada derlenir, kitap haline gelirse Türkçe ve Edebiyat öğretmenlerimizin bol miktarda yazım ve imla yanlış örneklerimi göstermeleri için öğrencilerine benim kitabımı veya yazılarımı tavsiye etmeleridir. Hatta yazım ve imla hatalarımın çokluğundan dolayı olur ya biri bir iyilik yapar, ödül alması için kitabımı/yazılarımı Oscar’a aday gösterir. Düşünebiliyor musunuz, tüm ortaokul, lise ve üniversite öğrencilerinin tavsiye üzerine benim kitaplarımı aldığını. Köşeyi dönerim, aynı zamanda meşhur da olurum. Önemli olan da meşhur olmak değil mi? Ha olumlu yönden ha olumsuz. Ne fark eder?

Size yazılarımda iyi yazım ve imla hataları bulmalar! Sayın bakalım kaç tane bulacaksınız? 25/08/2017

24 Ağustos 2017 Perşembe

Kadınların topuklu ayakkabısı

Malum bugün benim dışarı günüm. Çünkü evde kadınların günü var. Yolum, zaman zaman eş-dostla oturduğum çay ocağına düştü. Çayımı yudumlarken bir taraftan da cep telefonum marifetiyle blogumda yazı karalıyorum. "Tak tak tak" sesiyle başımı kaldırdım, baktım önümden bir hanımefendi geçiyor. Sesin ne olduğu, nereden ve kimden geldiği belli oldu. Gelen ses bayanın  ayakkabısındandı.
Baktım yürümekte zorlanıyor, onu yürümekte zorlayan topuklu ayakkabıdan başkası değildi. Parmaklar yere yapışık, ökçeleri ise topuk ebatında yukarıda idi. Kaç cm idi bilmiyorum topuğun yüksekliği.

Kadın geçti gitti. Beni aldı bir düşünce. Acaba topuğun yüksekliği kaç cm diye. Merakımı gidermek için "Hanımefendi topuğunuz kaç cm desem” ayağıma mı bakıyordun sapık! Şimdi de giydiğimiz ayakkabıya mı karışacaksınız” der miydi, derdi. Zira bugünlerde “Kim, neyime karışır” moda biliyorsunuz. O yüzden neme lazım. En iyisi yazı konusu edineyim bunu dedim. Başlığı ilk önce “Başın cezasını ayaklar çeker” koydum. Sonra şimdiki başlığa döndürdüm.

Parmakları yere paralel, ökçeleri ise ayakkabının topuk yüksekliği oranında havaya kalkmış şekilde ayağını görünce hani insan  bir yerde asılı kalır ya, görüntüyü ona benzettim. Siz parmaklar üstünde topuk havada iken ne kadar durabilirsiniz? Arkasında desteği var ama ayağın duruş düzenini değiştiriyor, ayağın ağrımaması mümkün değil. Ayaklar dile gelse neler der, neler! Neye giyerler, niçin giyerler bilmem ama. Yürümekte zorlanan görüntüsü kendisine eziyet ettiği şeklindeydi kanaatim. Zorunluluktan veya zevkine koşmak istese koşamaz, ki topuğunu burkma durumu da her an söz konusu. Yazık o ayaklara gerçekten. Niçin böyle bir ayakkabıyı tercih ettiğini de soramadığıma göre kendi kendime mantık yürüteceğim izninizle… Sahi kadınlar yüksek topuklu ayakkabıyı niçin giyer? Öyle zannediyorum modanın, modacıların esiri olmaları diyeceğim. Çünkü ülkemizde ve dünyada modacılar bayanlar üzerine çalışır, onlara satar. Ürettikleri bugüne kadar da ellerinde kalmamıştır, kapış kapış gider. Kimi de boyunu mesele edinir, zira boyu kısadır. Boyunu birkaç santim daha boylu göstermek için topuklu ayakkabıyı tercih edebiliyor. Zira bizde kadını ve erkeğinde uzun boylu olmak tercih edilir. Divan Edebiyatına bile “Servi boylu” olmak tek başına övgüye mazhardır. Hatta kısa boy tercih edilmediği için “Sırtı yere yakın olandan korkacaksın” bile denir. İşin garibi kimi uzun boylular da boyuna bakmadan yine topuklu ayakkabıyı tercih ederler. Bu durumda o uzun boyuna bir de topuklu ayakkabı eklenince ne eğilebiliyor, ne de kalkabiliyor artık.

Kim ne amaçla giyerse giysin, giyen hoşlanıyor da mı giyiyor bilmem ama gördüğüm kadarıyla bu uzun topuklu ayakkabılar sağlığa elverişli olmadığı gibi aynı zamanda giyene de eziyetten başka bir şey vermiyor. Ama modaysa giyilecek başka çaresi yok. Sonra hangi bir kadın modadan geri kalır. Bu, ona öl demek gibi bir şey. Ayağını acıtsa da, yürürken zorlansa da, düşüp ayağını burksa da başka çaresi yok, giyecek. Haydi tüm riskleri aldılar, giyiyorlar diyelim. O “tak tak tak” sesi de ne Allah aşkına! Gelip geçeni, oturanı sesiyle rahatsız etmekten ne zevk alırlar, bunu da anlamadım gitti. Eskiden ökçeyi korusun diye nalça çakılırdı, şimdilerde yine var mı bilmiyorum. Ama nalça olmasa da yine ses yapıyor sanırım.

Hasılı kadınlarımız bu giydikleri uzun topuklu ayakkabıyı ne kadar dert edindiler bilmem ama gördüğünüz gibi tasası bana düştü. Üzerime ne vazifeyse? Zira konu kadın ve ne giydiğiyse vardır bir hikmeti! Sonra zevklerle renkler tartışılmaz. Üstelik niçin giydikleri de sorulmaz. Yarın öbür dünyada "Ya Rabbi, biz dünyada bu erkeklerden çok çektik, uzun topuklu ayakkabılarımıza bile karıştı bu erkek kulların" diye serzenişte bulunabilirler.

İçinizden "bunca meselemiz varken şu dert edindiğine bak, başka konu bulamadın mı? Yoksa konu sıkıntısı mı çekiyorsun" diyen çıkabilir. Ben o kadına soramadım, merakım içimde kaldı ama ben böyle düşünceniz varsa hemen söyleyeyim: Konu sıkıntım yok, yazı yazma konusunda da bir plan ve programım yok. Boş bir yer bulmuşsam o anda gördüğümü ya da aklıma gelenler içerisinden dert edindiğimi yazarım. Zaten duygu ve düşüncelerimi yazmaya başlarken "Ne mi yazacağım?" demiştim. O zaman "Neyi dert edinirsem onu" demiştim. Hâlâ aynı yol üzereyim. 24.08.2017

Not: Topuklu ayakkabı fotoğrafı internetten indirilmiştir, gördüğüm ayakkabı değil.


"Şimdi sen bana şitsen de sonra da ben sana şitsem"

Nelere kadir Türkçemizdeki 'şey'

Yan tarafta gördüğünüz kitap siparişi. Yayınevi ve firma adı belli olmasın diye kırptım da kırptım. Konyalı olmayanlar için başlığın açılımı ise: "Şimdi sen bana şey etsen de sonra  ben sana şey etsem= Sen şimdi bana bu istediğimi alıp gönder de ben bir ara sana parasını veririm" demektir. Sipariş-ısmarlama veya borç isteme yani. Gördüğünüz gibi her yerde kullandığımız 'şey' her şeye kadir, neleri çözüyor.

Bizde borç, sipariş veya herhangi bir yük için utana-sıkıla böyle bir yol izlenir. Hele bu iş sürme işini bir başkasının yanındayken yaparsak alabildiğine 'şi'lerin sayısını artırırız. Bu tip istenen borç genelde geri gelmez, verilen sipariş ödenmez. Zira 'Yaz tahtaya al haftaya!" demek gibi bir şey. Buradaki hafta ömürlüktür. Hangi hafta olduğu belli değildir. Çünkü verilen ya da yapılanın fazla bir ehemmiyeti yoktur. Sen bekler durursun; bugün, yarın, hatta yarından da yakın bir zaman diliminde, "Yahu sen bir zaman bize bir yardım etmiştin, bunun hediyesi ne kadar" diye. Sen bekleye dur, sorulmaz artık. Nihayet bir müddet sonra unutulur gider, üzerine bulursan bir bardak su içersin.

Yaptığın bir iyilik, bunu da başa kakma, üç-beş kuruşun lafı mı olur diye düşünebilirsiniz.  Niyetim başa kakma, bu işlerden kaçınma değil. Eşin-dostun ihtiyacını gideririz gidermeye. Ama bir zaman diliminde "Borcumuz ne kadardı, verdik, vereceğiz, veremedik" denmesi. Üstelik bu tip sipariş öyle sadece cebinizden para çıkmakla bitmiyor. Telefonla siparişi alıyorsun, fırsatını bulup çarşıya gidiyor, kitapçığı buluyorsun, orada aradığın sipariş yoksa başka kitapçıya gidiyorsun. Paranın olup olmaması önemli değil, nasılsa ceplerde ay başında ödemek üzere çektireceğimiz kredi kartımız var. Ödemeyi yaptıktan sonra göndereceğin yerin otobüsünün kalktığı yeri öğreniyor, oraya doğru yollanıyorsun. Sonra emaneti verebileceğin bir tanıdık çıkar mı diye garajda beklemeye koyuluyorsun. Bir de otobüsün kalkacağı saati bilmez de erken varmışsan emaneti vereceğim tanıdık bulacağım diye bekle dur. Kimseyi bulamayıp şoför veya muavine vermeye kalksan emanet almaya yanaşmazlar. Nihayet uzak-yakın tanıdık birini bulur da verirsen bir işi daha ağzına-yüzüne bulaştırmadığına şükredersin.

Emaneti birine emanet ettikten sonra sana sipariş vereni arıyorsun bu sefer, "Emaneti falan kimseye verdim" diye. Bunca hengameden sonra telefonda borcumuz ne kadar" denmez, ardından "Abi, yav bizim şu şi vardı ya, onu ne zaman şideriz" diye üzerine bir yük daha yükleyiverir. İşim ne zaten! Böylece üzerime bir yük daha yükleyiverir. Şükür, işin birini bitirdim ya, öbürüne Allah kerim! Bize de bunun mutluluğu yeter. Allah bana güç-kuvvet versin, böyle dostları da eksik etmesin. Allah onlara ellerini cebine atmayı da nasip etsin...

Eğer siz de benim bu yaptığım işten hoşlanır, homurdanmaz; keşke bize de böyle yük ve yükler sürülse diyorsanız bilin ki size bir telefon kadar yakınım. İsterseniz beni bu vesileyle arayanları size şidebilirim. 24.08.2017

Ahmet BAYDAR'a Tüyolar! *

-Süper Kupaya Süper Ceza-
Trabzonspor-Atiker Konyaspor maçından sonra Konyaspor Basın Sözcüsü Ahmet Baydar, “Trabzon’da resmen katledildik. TS’nin maçı 11 kişi tamamlaması büyük bir hakem başarısıdır.(!) Topsuz alanda üç kez rakibine kasti müdahalede bulunan Pereira ve hakemin gözü önünde Traore’yi hastaneye gönderen, ayağını kıran Durica’nın pozisyona yakın olmalarına rağmen, maça devam etmesine göz yumanlar puanlarımızı resmen gasp etmiştir.

Daha sezonun ilk maçında ortamdan etkilenip düdükleri ev sahibi takımdan yana çalan ve Trabzonsporlu futbolcuların sportmenlik dışı mücadelesini ödüllendirenlerle bu ligin bitmeyeceği ilk maçtan ortaya çıkmıştır. Hakemin gözü önünde gerçekleşen direkt kırmızı kartlık hareketi sarı kartla ödüllendirenlerin bir başka takımın canını daha yakmadan bir an önce tedbir alınması gerektiğini altını çizerek ifade ediyoruz. Bizim bazı kulüpler gibi kolay ve hesapsız gelirimiz yok. Bütçemize göre futbolcu transfer yapıyoruz. Kaybedilen maçın yanı sıra maçın hakeminin sebep olduğu sertlikten dolayı en gözde oyuncumuzu uzun süreliğine kaybettik. Maçın devre arasında hakemler teknik heyetimiz tarafından sertlikten dolayı uyarılmasına rağmen ikinci yarıda bu tutumlarını artırarak devam etmişlerdir. Maddi manevi büyük zarara uğratıldık. Bunun hesabını kim verecek” (konyaspor.org.tr) şeklinde açıklamalarda bulundu. Bu açıklamasını sportmenliğe aykırı bulan PFDK,  Ahmet Baydar'a 45 gün hak mahrumiyeti ve 30 bin lira para cezası verdi.

Az bile ceza vermiş Disiplin Kurulumuz Baydar’a cezayı. Ebediyen mahrum bırakabilirdi aslında. Ucuz kurtulmuş Sayın Baydar. Merhametlerinden olsa gerek. Bu, onun kulağına küpe olmalı, bir daha sınırı aşmamalı. Tamam, Ziraat Türkiye Kupasını aldınız, ardından Süper Kupaya da kondunuz. Anlaşılan Süper Lig şampiyonluğunu gözünüze kestirdiniz. Olacak şey değil bu! Ne kadar başarılı olursanız olun, sonuçta siz bir Anadolu takımısınız. İlk günden kedinin ayağını ayırmalı ki görün Hanya’yı, Konya’yı. Bir defa sizden istenen ligden düşmeme üzerine oyun oynamaktır. Haydi yerinizi, yurdunuzu bilmeden mütevazı kadronuzla şampiyonluğa cüret ettiniz, hakemleri eleştirmek de neyin nesi? Size gereken maçın katledilmesini, en iyi futbolcunuzun ayağının kırılması değildi bir defa. Acılı da olsanız, futbolcunuzun ayağı da kırılsa, hakem rakip takımı koruyup kollasa da maçtan sonra “Hakemlerimiz iyi bir maç yönetti, ayağı kırılan futbolcumuz bunu hak etti, bedelini ayağıyla ödedi, çünkü burada TS’li futbolcu değil, kendi futbolcumuz suçludur, aslında orada bulunması bile hataydı, bereket hakem bu futbolcumuza kırmızı kart göstermedi, biz bu futbolcumuzu ebediyen kadro dışı bırakacağız. Bu hakemlerimizin de bundan sonraki tüm maçlarımızın vazgeçilmez hakemi olmalarını Federasyonumuza önereceğiz” şeklinde bir açıklama yapması daha uygun olurdu. Ama ne edersin ki irticalen konuşmada bunlar aklına gelmedi anlaşılan. Acemilik işte!

Düşene bir tekmede biz vurmayalım. Nezaketen de olsa Sayın Baydar’a geçmiş olsun diyelim ve bir daha başına bir ceza gelmemesi için bazı tüyolar verelim:
·         Takımı –ekibiyle birlikte- küme düşme üzerine yeniden kurmalıdır.
·         Hakem, federasyon vb kişi ve kurumları asla eleştirmemelidir.
·         Kupa, şampiyonluk gibi plan ve program yapmamalıdır.
·         Futbolcusu kırmızı kart görse de, ayağı kırılsa da “Yol kazasıdır, kalan sağlar bizimdir” şeklinde demeç vermelidir. Sportmenliği hiç elden bırakmamalıdır. 23/08/2017

* 26/08/2017 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde "Süper Kupaya Süper Ceza" başlığıyla yayımlanmıştır. 

23 Ağustos 2017 Çarşamba

Lut Kavmine Rahmet Okutur Günümüz *

Allah Kur'an'da şehvet ve cinselliğin envaiçeşidini yaşamış Lut Kavminden bahseder. Öyle ileri gitmişlerdir ki karşıt cinslerin birbirleriyle ilişkisi bir müddet sonra onları tatmin etmemeye başlamış, hemcinsler birbirine yönelmiş, üstelik bu melaneti alenen herkesin gözünün önünde yapmak suretiyle arsızlıkları su yüzüne çıkmış, Lut peygamberin hanımı bile erkek pazarlama yoluna gitmiş ve evlerine gelen erkek suretli melekleri halkına haber vermiştir. Bu kavim Lutilik ve homoseksüellik dediğimiz sapık ilişki şekliyle tanınmıştır. Lut'un nasihat ve uyarılarını kulak ardı etmişlerdir. Sonunda Rabbin azabı Lut  Kavminin üzerine yağmur yağar gibi taş yağmış, taş üstünde taş kalmamış, yerin altı üstüne getirilerek yerle bir olmuşlardır, helak olmuşlardır. Tarihe lanetli kavim olarak geçmişler. Asırlar geçse de bu ibretlik sapık hareketinin izlerine halen Ürdün-İsrail yakınlarında Lut Gölü civarında rastlanmaktadır.

Kur'an'da detaya girmeden bahsedilen bu kavmi okur, ne kadar da ileri gitmişler, ne de melun insanlarmış derdim. Yatar kalkar onları anlatır, onlara kızardım, hala da kızıyorum. Allah niye anlatıyor bunu? Çeşitlilik olsun diye mi? İbret alınsın, tarih tekerrür etmesin diye değil mi? Ama gel gör ki ibret alındığı falan yok, günümüzde Lut Kavminin yolundan gitme maalesef hız kesmeden devam ediyor. Özellikle kimsenin kimseye karışmadığı/karışamadığı günümüzde kimin eli, kimin cebinde belli değil. Tarih boyunca gizli-kapaklı olarak yürüyen bu şehvet hastalığı dijital ortam, yazılı ve görsel basın sayesinde iyice ayyuka çıkmaya başladı. Açık saçık giyinmeden, eşlerin birbirini aldatmasından; kız-erkeğin el ele, göz göze gelip gezip dolaşmasından, insanların nikahlı-nikahsız yaşamasından, evlenmesiyle boşanmasından, çocukların büyükler tarafından iğfal edilmesinden, kadın ve erkeğin bedenini satarak geçinmesinden geçtim. Zira şimdi kızını satan, evini genel evine çeviren aileleri, yeğeniyle yakalanan amcaları okuyoruz basında. Ensest ilişkinin her türlüsünü görüyoruz videolarda. Karşıt cinslerle ilişkiden bıkıp usandıktan sonra macera aramak için hemcinslerine yönelen Lut Kavminin ortamından farklı değil günümüz. Üzerimize taş yağsa yeridir. Lut'un Kavmi bu iffetsizlik ve şirretliği alenen meydanlarda yaparken  kimse bir şey söyleyemez noktaya gelmiş, en cesaretlisi, "Keşke bu işi az ötede yapsalar" diyebilmiş sadece.

Gün, Lut'un Kavminin günüdür. Şimdi de şehvet ve cinselliğin her türlüsünün yapıldığı günümüzde uçkurunu tatmin edemeyenler bir maceraya atılarak ensest ilişkilere yönelmiştir. Biz ise devletiyle-milletiyle sadece seyrediyoruz, "Bu işi az ötede yapın" bile diyemiyoruz. Önüne gelen "Hayat benim hayatım, kim ne karışır" diyor. Kazara bir şey söylesen basın ordusuyla çıkıyor karşına.

Böyle bir ortamda yaşıyoruz eğer buna yaşama denirse. Günümüz insanını daha kötü günler bekliyor, zira gidişatımız hiç hayra alamet değil. Beynin uçkura bağlandığı günümüzde daha da beterini göreceğiz bu gidişle. Kendimizi, ailemizi bu çirkef bataklığının içinden ne kadar uzak tutarsak halimize şükredelim. Namus ve aile kavramımız, değer yargılarımız sözüm ona bazı sanatçılar eliyle yok ediliyor. İşin garibi her türlü iffetsizliği yapan bu tipler yine sanatlarına devam ediyor, televizyonlara çıkıp programlar yapabiliyor, kasetleri satılıyor ve biz o tipleri izliyor, seyrediyor, kasetlerini alıyoruz. Bana göre bu ne demektir biliyor musunuz? "Aferin sana, ben yapamıyorum bu işleri, sen yap bari. Sana desteğimi ancak böyle sürdürebilirim, başka da bir şey yapamıyorum, kusuruma bakma" demektir.

Boş verelim bu olup bitenleri. Biz yolumuza devam edelim. Arada bir Lut'un kavmine kızmayı ihmal etmeyelim bari!.. 23.08.2017

*05/07/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Önceliğimiz Zam mı yoksa İtibar mı?

Memur zammı ile yatıp kalkanlar, verilen zammı yeterli görmeyenler, hükümetle zam pazarlığına oturan yetkili konfederasyonu yerden yere vuranlar,  memuru sattı diyenler, büyüyen ekonomiden paylarına düşeni isteyenler! Yüksek zam verilseydi iyi olurdu. Amenna! Bunu sizin gibi ben de isterdim. Ama olmadı, olması da mümkün değildi zaten. Perşembenin gelişi çarşambadan belli olmasına rağmen bu kadar vaveyla koparmak da neyin nesi? Kaç kişi ümit ederdi hükümetin yüksek zam vereceğini? Anladığım umut eden çok olmalı ki şimdi karabasanlar bastı bizi.

Hani hükümet değişse de bir umut beklenti içerisine girilse diyeceğim. 2002’den beri aynı hükümet, aynı politika devam ediyor. Bu hükümet ne zaman çalışanına verdi de şimdi verecek? Bu durumdaki hükümetin karşısında imza yetkili olarak Memur Sen değil, diğer hangi konfederasyon olursa olsun hükümetin bu ekonomi politikasıyla zaten fazla zam alması mümkün değildir. Sorumluluk sahibi kişilere halihazırda sorumluluk taşımayanların acımasızca eleştiri getirmeleri bekara avrat boşamak gibi bir şeydir. Hal bu iken ileri-geri konuşmanın kime ne yararı var? Birbirimizi yıpratmaktan başka...

Kamu çalışanı için evet artış güzel bir şeydir. Zira parasız olmaz. Para bir şey ise itibar çok şeydir. Hükümet niye vermez? Zam politikası bu olduğu için olabilir, ya da değer vermediği için olabilir. Zam politikasını yanlış  bulsam da anlamaya çalışırım. Ama eğer değer vermediği için vermiyorsa hepimiz oturup bu konuyu irdelememiz lazım. İçinizden biri olarak memurun itibarı konusunda devletin, vatandaşın bakış açısını yansıtmaya çalışacağım. Bir defa sayımız o kadar çok ki, herkes bize zam yapmayı düşünürken kılı kırk yarıyor. Hepimizin yaptığı devletin hizmet sektöründe çalışmak. Kamuoyunun bakışı, memur bir şey üretmiyor, mevcut aldığı bile fazla anlayışı hakim. Kimse bizim iş yaptığımıza inanmıyor. Herkes bizi yan gelip yatan, devletin sırtında bir kambur olarak görüyor. Bu demektir ki memurun itibar sorunu var. Bence paradan önce bunu düşünmemiz lazım. Devlet ve vatandaşın gözünde oluşan bu algıyı değiştirmediğimiz müddetçe bize sahip çıkan da olmaz, destek veren de. Bu algı, yerinde veya değil iddiasında değilim. Ama değer ve itibarımız başkasının bizi gördüğü kadardır.

Hal bu iken hak mücadelesinde parayı ön plana almak doğruca bir yaklaşım değildir. Mücadelemiz para olsa bile mücadele şeklimiz doğru değildir. Bu hükümet geldiği zaman hükümetin doktorlarla ilgili tasarruflarında hekimler belirli periyotlarla iş bırakma, işi yavaşlatma, basın açıklaması yapma, yürüyüş, protesto gibi eylemler yaptılar. Doktorların mücadelesi de para ve çalışma şartları iken parayı hiç ön planda tutmadılar. Sonunda hükümetin dediği oldu, doktorlara ‘Tam Gün yasası’ geldi, çalışma şekilleri değişti, özel polikliniklerini kapattılar. Doktorlar daha önce kazandıklarından daha az kazanmalarına rağmen itibarları geri geldi. Bizler zamdan önce memurun itibarı nasıl gelir, bunun için ne şekil mücadele edilir hesabı yapmalıyız diye düşünüyorum.

Hiçbir şey yapamıyorsak bile en azından adımıza iş yapan STK’ları yerden yere vurmayalım, onları anlamaya çalışalım, kendimizi bir an için onların yerine koyalım, biz olsak ne yapardık diye. Üç kuruşluk zam için bağlı bulunduğumuz sendikaları da acımasız ve orantısız eleştirerek zaten olmayan itibarlarını iyice sıfırlamayalım. Zira bizim itibarımız kadar sendikalarımızın da itibarı vardır. Yine yukarıda dedim sayımız çok diye. Evet sayımız çok. Alternatifimiz de çok. Biz bu işi yapmazsak elimi sallasam ellisi misali piyasada milyonlarca alternatifimiz var. Alternatifi olanın da itibarı olmaz bir defa. Bence mesele derin. Önce zammı almak isteriz yoksa itibarımızı kazanmayı mı? Karar sizin 23/08/2017