Ana içeriğe atla

Kadınların topuklu ayakkabısı

Malum bugün benim dışarı günüm. Çünkü evde kadınların günü var. Yolum, zaman zaman eş-dostla oturduğum çay ocağına düştü. Çayımı yudumlarken bir taraftan da cep telefonum marifetiyle blogumda yazı karalıyorum. "Tak tak tak" sesiyle başımı kaldırdım, baktım önümden bir hanımefendi geçiyor. Sesin ne olduğu, nereden ve kimden geldiği belli oldu. Gelen ses bayanın  ayakkabısındandı.
Baktım yürümekte zorlanıyor, onu yürümekte zorlayan topuklu ayakkabıdan başkası değildi. Parmaklar yere yapışık, ökçeleri ise topuk ebatında yukarıda idi. Kaç cm idi bilmiyorum topuğun yüksekliği.

Kadın geçti gitti. Beni aldı bir düşünce. Acaba topuğun yüksekliği kaç cm diye. Merakımı gidermek için "Hanımefendi topuğunuz kaç cm desem” ayağıma mı bakıyordun sapık! Şimdi de giydiğimiz ayakkabıya mı karışacaksınız” der miydi, derdi. Zira bugünlerde “Kim, neyime karışır” moda biliyorsunuz. O yüzden neme lazım. En iyisi yazı konusu edineyim bunu dedim. Başlığı ilk önce “Başın cezasını ayaklar çeker” koydum. Sonra şimdiki başlığa döndürdüm.

Parmakları yere paralel, ökçeleri ise ayakkabının topuk yüksekliği oranında havaya kalkmış şekilde ayağını görünce hani insan  bir yerde asılı kalır ya, görüntüyü ona benzettim. Siz parmaklar üstünde topuk havada iken ne kadar durabilirsiniz? Arkasında desteği var ama ayağın duruş düzenini değiştiriyor, ayağın ağrımaması mümkün değil. Ayaklar dile gelse neler der, neler! Neye giyerler, niçin giyerler bilmem ama. Yürümekte zorlanan görüntüsü kendisine eziyet ettiği şeklindeydi kanaatim. Zorunluluktan veya zevkine koşmak istese koşamaz, ki topuğunu burkma durumu da her an söz konusu. Yazık o ayaklara gerçekten. Niçin böyle bir ayakkabıyı tercih ettiğini de soramadığıma göre kendi kendime mantık yürüteceğim izninizle… Sahi kadınlar yüksek topuklu ayakkabıyı niçin giyer? Öyle zannediyorum modanın, modacıların esiri olmaları diyeceğim. Çünkü ülkemizde ve dünyada modacılar bayanlar üzerine çalışır, onlara satar. Ürettikleri bugüne kadar da ellerinde kalmamıştır, kapış kapış gider. Kimi de boyunu mesele edinir, zira boyu kısadır. Boyunu birkaç santim daha boylu göstermek için topuklu ayakkabıyı tercih edebiliyor. Zira bizde kadını ve erkeğinde uzun boylu olmak tercih edilir. Divan Edebiyatına bile “Servi boylu” olmak tek başına övgüye mazhardır. Hatta kısa boy tercih edilmediği için “Sırtı yere yakın olandan korkacaksın” bile denir. İşin garibi kimi uzun boylular da boyuna bakmadan yine topuklu ayakkabıyı tercih ederler. Bu durumda o uzun boyuna bir de topuklu ayakkabı eklenince ne eğilebiliyor, ne de kalkabiliyor artık.

Kim ne amaçla giyerse giysin, giyen hoşlanıyor da mı giyiyor bilmem ama gördüğüm kadarıyla bu uzun topuklu ayakkabılar sağlığa elverişli olmadığı gibi aynı zamanda giyene de eziyetten başka bir şey vermiyor. Ama modaysa giyilecek başka çaresi yok. Sonra hangi bir kadın modadan geri kalır. Bu, ona öl demek gibi bir şey. Ayağını acıtsa da, yürürken zorlansa da, düşüp ayağını burksa da başka çaresi yok, giyecek. Haydi tüm riskleri aldılar, giyiyorlar diyelim. O “tak tak tak” sesi de ne Allah aşkına! Gelip geçeni, oturanı sesiyle rahatsız etmekten ne zevk alırlar, bunu da anlamadım gitti. Eskiden ökçeyi korusun diye nalça çakılırdı, şimdilerde yine var mı bilmiyorum. Ama nalça olmasa da yine ses yapıyor sanırım.

Hasılı kadınlarımız bu giydikleri uzun topuklu ayakkabıyı ne kadar dert edindiler bilmem ama gördüğünüz gibi tasası bana düştü. Üzerime ne vazifeyse? Zira konu kadın ve ne giydiğiyse vardır bir hikmeti! Sonra zevklerle renkler tartışılmaz. Üstelik niçin giydikleri de sorulmaz. Yarın öbür dünyada "Ya Rabbi, biz dünyada bu erkeklerden çok çektik, uzun topuklu ayakkabılarımıza bile karıştı bu erkek kulların" diye serzenişte bulunabilirler.

İçinizden "bunca meselemiz varken şu dert edindiğine bak, başka konu bulamadın mı? Yoksa konu sıkıntısı mı çekiyorsun" diyen çıkabilir. Ben o kadına soramadım, merakım içimde kaldı ama ben böyle düşünceniz varsa hemen söyleyeyim: Konu sıkıntım yok, yazı yazma konusunda da bir plan ve programım yok. Boş bir yer bulmuşsam o anda gördüğümü ya da aklıma gelenler içerisinden dert edindiğimi yazarım. Zaten duygu ve düşüncelerimi yazmaya başlarken "Ne mi yazacağım?" demiştim. O zaman "Neyi dert edinirsem onu" demiştim. Hâlâ aynı yol üzereyim. 24.08.2017

Not: Topuklu ayakkabı fotoğrafı internetten indirilmiştir, gördüğüm ayakkabı değil.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde