11 Ağustos 2017 Cuma

En iyisi Hayrettin Hoca'yı Asalım! *

03/08/2017 tarihinde Hayrettin KARAMAN Yenişafak’taki köşesinde ‘Başörtülü sigara’ başlıklı bir yazı kaleme aldı. Yazısında sigaranın sağlığa zararlı olduğunu, içmenin haram olduğuna değiniyor. Bir bölümünde de “Ben başını örten ama göstere göstere sigara içen bir bayan gördüğümde şöyle bir intibaa kapılıyorum: Sanki farklı olanlara şunu diyor: “Siz benim başımı örttüğüme bakmayın, benden ümidinizi kesmeyin, sizinle paylaşacağım daha çok şeyim var. diyerek başörtülü bayanların toplumun içinde içtikleri sigarayı edebe mugayir gördüğünü şeklinde kendi izlenimini ifade ediyor.

Altını çizili olarak verdiğim kısım kıyameti koparmaya yetti. Kimin içinde neyi varsa işini-gücünü bırakarak 83 yaşındaki dedeleri mesabesindeki bir ilim adamına vurdular da vurdular. Sayın Karaman, kadınlarla ilgili yazdığı kısmın kendi maksadının dışında başka manaya çekildiğini duyar duymaz 06/08/2017 günkü yazısında “Böyle bir kastının olmadığını, eğer böyle anlaşılmışsa helallik diledi, kimseyi iffetsiz, namussuz ve hafif olarak değerlendirmediğini” açıkladı. Ama fırtına dinmedi. Gelen vurdu, giden vurdu hocaya. Eski defterlerini karıştırdılar, ilim adamlığına laf ettiler, özür dilemeye çağırdılar, ‘Mümkünse cennette bile karşılaşmayalım’ dediler, görmedim ama Hoca’nın yazdığına göre ‘yuh’ bile demişler. Tüm fırtına “Benden ümidinizi kesmeyin, sizinle paylaşacağım çok şeyim var.” cümlesi üzerine. Tepki gösterenler kimler? Gelen tepkileri ve tepki verenleri görünce şaşırdım doğrusu. Kendi mahallesinin insanları. Başkası tepki gösterse diyeceğim ki bunların niyetleri belli, fırsat bu fırsat hocayı boğmaya çalışıyorlar. Acaba bu yazar, çizer ve siyasi olanlar bu günlerde konu sıkıntısı mı çekiyorlar, ya da rakip mi bulamadılar da Hoca’nın üstelik ‘intibaa’m dediği cümle üzerinden vurmaya çalışıyorlar.  Açıklama yapmasına rağmen Hoca’nın üzerine gelinmesini hiç iyi niyetle bağdaştıramadım doğrusu. Acaba bir yerlere mesaj mı vermek istiyorlar. Hayrettin Hoca’nın ilim adamlığını sorguluyor, gazete ve televizyonların köşe başlarını tutmuş torunu yaşındaki mahallenin yeni yetmeleri.

Haydi diyelim ki, Hoca maksadını aştı bu cümlesiyle. Anladığınızı ‘kastetmedim,’ dedi. Yine kesmedi. Daha ne istiyorsunuz? Sonra Hoca’nın kastetmediği ve çıkarmadığı o anlamı nereden çıkardınız? Zira neyi kastettiğini en iyi yazan bilir. Amacınız üzüm yemek değil gayri, belli. Tepki gösterenleri tenzih ederim ama yoksa bilinçaltınızı mı ortaya koyuyorsunuz? Ben de o cümlesinden, “Bakın başım örtülü, beni dışlamayın, zira ortak noktamız çok. Bakın ben de sizin gibi sigara içiyorum,” demek istediğini anlıyorum. Bir an için Hoca’nın yazdıklarından sizin anladığınız anlam da çıkar diyelim, ki düşünürsek çıkar, yazının tümünü okumazsanız. Fakat birden fazla anlama gelen bu kısımdan niçin olumlu olan mana aklınıza gelmiyor, niçin hayra yormuyorsunuz? Açıklamasıyla niye yetinmiyorsunuz? Bu mahallenin insanları da Hayrettin Hoca’nın niyetini maksadını anlamıyor veya anlamak istemiyorsa diğerlerine hiç kızmaya hakkımız yok. Gerçekten ne istersiniz adamdan? Allah gecinden versin, ömrünün son demlerini yaşayan ve kanser tedavisi gören bir insan acaba faydalı olabilir miyim diyerek dilinin döndüğü kadar yazmaya çalışıyor. Kimseden bir beklentisi de yok.

Akıttığınız zehirden şu fıkra aklıma geldi: “Birkaç rahip yolculuk yaparken bir dere kenarına gelirler. Dereden atlayıp karşıya geçecekler. Orada dereden geçmeye çalışan bir kadın var. Zira sudan korkuyor. Rahiplerden yardım istiyor kadın. Rahipler kadına yardım etmeye yaklaşmıyorlar. Zira kadına dokunmaları, kadını sırtına almaları deruhte ettikleri makama yakışmazdı. Rahibin bir tanesi kadını sırtına aldığı gibi karşıya geçiriyor. Kadın yoluna, rahipler de yollarına devam ederler. Günler geçtikten sonra arkadaşı rahibe, “Kadını sırtına aldın o gün,” diyor. “Evet bir iyilik yapıp sırtıma aldım, karşıya bıraktım. O iş bitti, orada kaldı. Bakıyorum ki o günden beri senin hiç aklından çıkmamış” cevabı veriyor rahip.

Hayrettin Hoca da ömrünün sonlarında bir iyilik yaptı. Neyi kastettiğini açıkladı, yeterli görmediysek en doğrusunu Allah bilir, öbür dünyada hesabını verir. Bu işi tadında bırakın artık. Vurmayın Hoca’ya. Bilin ki Hoca’nın Anadolu insanının gönlündeki yerini hiçbiriniz yok edemezsiniz. Üstelik ne dediğini, ne demek istediğini bu ülkenin elleri nasırlıları anladı. Sizin onu anlamanız mümkün değil. Hoca, 10/08/2017 günü yine aynı konu üzerine bir yazı daha kaleme aldı. Hoca, 3 değil, üç bin yazı kaleme alsa sizin anlayacağınız yok. Size kendini anlatacağına deveye hendek atlatsaydı şu ana daha başarılı olurdu.

Hocanın siz varken başka düşmana ihtiyacı yok. İyi ki varsınız, eksik olmayın. Sahi Hayrettin Hoca’yı assak rahatlar mısınız? Hatta lime lime yapalım etlerini öldürdükten sonra. Yeter ki kızgınlığınız, saldırınız bitsin. 10/08/2017

* 12/08/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

10 Ağustos 2017 Perşembe

Sigara ve saygı

Günümüz nesli pek bilmese de sigara bu toplumun içine girdiği andan itibaren beraberinde  bir saygıyı da getirmişti. Çünkü geçmişte zararları bugünkü kadar bilinmese de içilmesine rağmen toplum pek sıcak bakmamıştır.

"İçmesek iyi olur ama tiryakilik...içiyoruz işte!" denerek içen yine içmeye devam etti. Ama her içen birinden özellikle büyüğünden habersiz, gizlice içti. Kimi babasından, kimi ağabeyinden, kimi öğretmeninden gizledi içişini. Büyükleri içtiğini bilse bile yanlarında içmedi. Uzaklaşıp ya dışarıda içti geldi, ya da evin tuvaletinde. Mezun olduğu okuldan yıllar geçse de öğretmenini gördüğü zaman ya avucunun içine gizledi, ya da yavaşça yere attı. Bir yerde alenen sigara içecekse önce kim var etrafımda diyerek sağa-sola göz attı. Büyüklerden biri  sigara  içen bir yakınını  görmüşse ya gelmesini yavaşlattı, bir sigara içimi kadar oyalandı, ya da yaklaşırken öksürerek geldi. Bu, "Ben geliyorum, tedbirinizi alın, toparlanın" demekti. Kendinden küçük bir içeni gördü mü, "Bak evlat, kendin bilirsin ama ben bu zıkkımı şu kadar yıldır içiyorum, bırakmak istiyor, fakat bırakamıyorum. Yol yakınken bıraksan iyi olur" derdi. Sigara içen gençler büyüklere özellikle anne ve babalarına söylemesinler diye yanlarındaki küçüklere de zorla bir iki defa çektirirdi.

Her geçen yıl sigaranın israf boyutu ve sağlığa verdiği zarar ortaya çıkmaya başladı. Devlet bir taraftan sigarayı kendisi üretip satışa sundu, diğer taraftan sigarayla mücadele için Yeşilay’ı kurdu. Devletin bu yaptığı bataklığı kurutmaktan ziyade sivrisinekle uğraşmaktı. Dünyada sigara bir sektör haline geldi. Hem satışında teşvik var hem de mücadelede. Hatta "Dünya Sigarasızlık  Günü" bile ihdas etti belirli günler arasında. Türkiye ve dünyada sigara içenlerin sayısında azalma olacağı beklenirken artış oldu. Üstelik sigaraya başlama yaşı her geçen yıl küçük yaştaki çocuklara kadar indi. Üstelik sadece sigara kesmiyor bugün.

Son yıllarda sigara ile mücadele adı altında içmeyenleri koruma amaçlı kanun çıkarıldı, kapalı yer ve kamuya ait olan yerlerde sigaranın içimi yasaklandı. Hastaneler, doktor gözetiminde sigarayı bırakmak isteyenlere seanslar uygulamaya başladı.

Burada amacım sigaranın tarihçesi değil, sigara içenlerin büyüklerine saygısı idi. Girişte nispeten bahsettim bunu. Geçmişte yapılan bu saygıyı abartılı bulabilir, özellikle tuvalette içilen sigarayı eleştirebilirsiniz. Tuvalette sigara içmeyi ben de sıcak görmem. Bunu sadece eski insanların hassasiyetini dile  getirmek için ifade ettim. Yine bu toplum kendisi sigara içse de cami imamının, bir ilahiyatçının sigara içmesini tasvip etmemiştir. "Hocalar da içer mi" demiştir. Yine toplum erkeğin sigarasını tasvip etmese de makul görmüş, fakat kadınların içmesine sıcak bakmamıştır. Bayanlar arasında içiciler artınca başörtülü olanların sigara içişini tasvip etmemiştir. "Bir de başı örtülü" demiştir. İlahiyatçı da, başı örtülü de bu toplumun bir ferdi. Toplumun gidişatından etkilenmemesi mümkün değil. Hele sigaraya şu ya da bu nedenlerle başlamışsa kendisine mubah gördüğünü dinin bir simgesi olan başörtüsüne, dini bildiğine inandığı din hizmeti yapan kişilere mubah görmemiştir. Katılın veya katılmayın toplumun değer yargısı bu.

Ben de sigara içen birisiyim. Nerede sigara içsem kimse bana bunu yakıştıramamış ve bunu bana açıkça söylemişlerdir. Bundan dolayı da kimseye tepki göstermedim ve "haklısınız" dedim. Günümüzde kimse burnundan kıl aldırmıyor. Kazara sigara içicilerin arasında bazılarının daha bir hassasiyet göstermesi gerektiğini ifade edenlere ağır eleştiriler getiriyor, demediğimizi bırakmıyoruz. Üstelik söyleyen kim, niyeti nedir demeden dedemiz yaşındaki insanları rezil etmeye çalışıyoruz. Sigara konusunda dünün saygı anlayışından geçtim, kazara dile getiren olursa yerin dibine batırıyoruz. Kılıçları öyle çekiyoruz ki sigara içen başörtülüleri eleştirdiği için cenneti garantilemişiz gibi "aynı cennette karşılaşmamayı" dile getiriyoruz.

Ben öğrencinin öğretmeninden sigara ve çakmak istemesinden, içtiği sigarasını hocasının yüzüne üfürmesinden, başı örtülülerin alenen içmesinden geçtim. İsteyen istediği yerde içsin. Zira herkes kendisine yakışanı yapar. Büyüklere laf düşmüyor artık. Devir, toplum içine çıkmadan toplumdan soyutlanma  zamanı, Anadolu'nun ücra bir yerinde üç-beş hayvana  bakma zamanı. Zira ortalık laf ve sözden ne anlattığını anlamaya  çalışandan ziyade  suçluluk psikolojisi içerisinde saman altında  buzağı arayanlarla dolu. Savunacak yeri yoksa yaptığı, saldırıya geçip lafı ağzına tıkmak oluyor.

Toplum içinde yaşamaya devam edeceksek kimseye kaşın üstünde gözün var demeden içimizden "Keşke bu işi  az ötede yapsalar" diye geçirmektir. Belki de en iyisi bu. Yoksa anandan doğduğuna pişman ederler. 10.08.2017



Ormanların bile adı konmamış bir kanunu var

Biz içlerini bilmesek de ormanlarda yaşayan hayvanat kendi arasında bir düzen kurmuş. Her bir hayvanın gücü diğer hayvana kadardır. Yaşamaları ve karnını doyurmaları bile birbirini yok etme üzerine kurulu. Öyle bir düzen var ki birine karşı aslan kesilen hayvan diğerine karşı kedi olabiliyor. Biri diğerinin panzehiri durumunda. Her biri kendi çapında yaşam mücadelesi veriyor, zayıf da olsa güçlü de olsa her biri durumuna razı.

Çok değil yakın zamana kadar birlikte yaşayan insanoğlunun yaşantısı da ormanda yaşayan hayvanların durumuna benzerdi. İçine sinse de sinmese de toplumda yerleşmiş kurallara uyulurdu. Her birimizin özgürlük alanı diğerine kadardı. Alanımız gücümüz oranındaydı. Devletin koyduğu kanunlara karşı boynumuz kıldan inceydi, yazılı bir kuralı olmasa da toplumsal adabı muaşeratımız vardı. Saygıya dayalı bir korkuydu bizdeki. Yapacağımız bir işi "Başkası ne der, komşular ne der, el âlem ne der," derdik. "Ailemin yüzünü kara çıkaramam, önümde atam var, daha bana laf düşmez, ben onları çiğneyip geçemem. Ne olursa olsun onlar benim annem ve babam" der, onlara karşı çıkmazdık. Büyüklerin yanında edeple durur, söz verilmeyince konuşmazdık, bize sorulursa kırmadan, dökmeden cevap verirdik. Haksız bile olsa öğretmene sahip çıkardık, namaza gitmesek de imamımıza sahip çıkar, onu korur ve gözetirdik. Devlet dairesine giderken üstümüze başımıza dikkat eder, oradaki memura saygıda kusur etmezdik. Polisi ve askeri görünce suçlu olmasak da çekinirdik. Hangi öğretmen iyi veya kötü değerlendirmesinde bulunmazdık. Giyim ve kuşamımızda bile toplumun değer yargılarını gözetirdik. Muayene için doktorun karşısına çıktığımızda acılar içinde kıvranır olsak da heyecana kapılır, ama saygıyı elden bırakmazdık. Kolay kolay "Doktor bey, rahatsızlığım ne" diye soramazdık. Dışarıda bizi bekleyen doktor ne dedi diye sorduğunda bilmem şu reçeteyi yazdı derdik. Kaymakam, vali vs devlet adına iş yapanların bir ağırlığı vardı yanımızda.

Örnekleri çoğaltabiliriz. Yukarıdaki yazdıklarımın doğruluğu iddiasında değilim. Özellikle devlet dairesine gittiğimizde hakaretin, küçümsemenin alasını gördük çoğu zaman. Kolay kolay derdimizi anlatamadık. Ayıplanırız düşüncesiyle duygu ve düşüncelerimizi bastırdık. Toplum ayıplar diye yapmak istediğimiz makul olanları bile yapamadık. Geçmişte yapılan muamelelerin çoğu kişiliğimizi zedeleyen, öz güvenimizi yok eden davranışlardı. Çoğu zaman da eleştiri konusu yaparım geçmiş değer yargılarımızı, görgü kurallarını.

Günümüzde ise yukarıda verdiğim örneklerin tersi bir durum yaşıyoruz. “Özgür bir bireyim, bana kim karışır, anam ve babamın bana müdahalesi bir yere kadardır, öğretmen de kim oluyor, doktor ve memurun vergisini ben veriyorum, onlar ve diğer kamu adına çalışanlar benim işimi yapmakla yükümlüler, çocuğum ne yaparsa yapsın öğretmen çocuğuma ters bile bakamaz, sınıfta bırakamaz, düşük not veremez. Dışarıda istediğim gibi giyinir, istediğim gibi hareket ederim. Eşim ne karışır, ben de bir bireyim. Polis ve askerden niye çekineyim, başbakan da kim oluyor, hayır vali ne karışır, falan hoca haddi aştı, kendini ne sanıyor, ben İslam’ı ondan daha iyi bilirim…” gibi sözleri söyleyerek doğru-yanlış, savunulur veya savunulamaz geçmiş ne kadar müktesebatımız varsa tersine çevirdik bugün. 

Geçmiş muamelelerin çoğu öz güvenimizi yok ediyor, bizi sindiriyordu. Şimdi ise “Hak arıyorum, ben öz güven sahibiyim" diye yaptıklarımız ise çoğu zaman hadsizlik, bir sınır tanımamazlıktır. Nedense edepsizliği öz güven olarak görmeye başladık. İyi mi yaptık? Maalesef iyi yapmadık. Geçmiş muameleler de iyi değildi, şimdikilerde. İfrat ve tefrit hali her ikisi de. Ortasını bulamadık bir türlü. Yine de bir tercih yapalım dersek geçmiş muameleler sıkıcı, baskıcı olsa da, öz güvenimizi yok etse de bir denetim vardı, bir çekinme vardı. İyi-kötü bir düzen ve ahenk vardı. Tıpkı ormandaki hayvanlar arasında olan düzen gibi. Şimdi kimsenin kimseye karışamadığı bir dönemi yaşıyoruz. Herkes kendini dünyanın merkezine koyuyor. Dünya ve içindekiler kendisine hizmet için yaratılmış sanıyor. Bugün herkese sorumluluk yüklenmiş ama yetkisi alınmış, etkisiz eleman durumundayız.

Geçmişe dönelim, geçmiş daha iyiydi demiyorum. Zaten dönüş mümkün değil. Ama bugünkü gidişatımız da pek hayra alamet değil. Önce bunu bilelim. Günümüzde geçmiş ve günümüzün ortasını bulmaya çalışalım. Zira panzehirimiz budur. Yoksa bu gidişle kimsenin kimseden çekinmediği bu dönem eskiyi mumla aratacağa benziyor. 10/08/2017






Bir yerde eksikliğimiz var ama nerede?

İslam dini mükemmel bir dindir. Bazı emir ve yasakları eksik gibi görünse de bunlar İslam'ın eksikliğinden ziyade bizim anlayamadığımızdan ya da anlamak istemediğimizdendir. Mükemmel olduğu için de zaten son din olmuştur. Bu son dinle beraber Allah'ın dini de tamamlanmıştır.

İslam dinine giriş yapanlar karşılarında mükemmel bir din ile karşılaşırlar. İslam ne kadar mükemmelse de ona inanan Müslümanların çoğu mükemmel değil maalesef. Normal şartlarda kendisi mükemmel olan bir şeye tabi olan da mükemmel olmalı değil midir? Değiliz maalesef. Bir tezatlık var. İslam'ı gönüllere ve zihinlere kazıyacak iyi bir rehber ve kılavuz değiliz. İslam'ın kendisini bizi menzile götürecek iyi ve mükemmel bir araca/ata benzetirsek bu aracı kullanan sürücülerde iş yok demektir. Zira at sahibine göre kişner. İyi bir şoför, iyi bir kaptan değiliz maalesef. Kötü kullanıcının elinde kıymetli bir değer yerlerde sürünüyor denir ya, teşbihte hata olmasın, işte öyle bir şey.

İslam, tüm umdeleriyle birlikte ele alınarak yaşandığı takdirde bir değer ifade eder. Bir kısmını önemli görür, yapar ve yaşar, bir kısmını da görmezden gelip kulak ardı edersek veya biz İslam'a değil de İslam'ı kendimize benzetmeye çalışırsak sanırım bu yaşadığımız İslam bizi yükseltip yücelteceği yerde yerlerde süründürür. Ki olan da budur. Müslümanların ve İslam dünyasının hali pürmelali ortada. Bir araç tüm aksesuarıyla birlikte bir mükemmellik ifade eder. Araçtaki bir eksiklikle yola çıkmak bizi yarı yolda bırakabilir. Zira araçtaki her şeyin yeri ve zamanı geldiğinde önemli olduğu ortaya çıkmaktadır. Biz İslam dininin emir ve yasaklarının bazılarını ön plana çıkarıyor, bazılarını "olmasa da olur, yapsak iyi olur ama yapamıyoruz" diyerek geri plana itiyoruz. Seçe seçe İslam'ı sürekli yapıla gelen birkaç ibadete indirgiyoruz. Baştan söyleyeyim vereceğim örnekler İslam'ın temel umdeleridir. Asla küçümsenmeyi gerektirmez. Zaten niyetim de bu değil, ki haddim de değil. Mesela bugün sadece namaz ve oruca indirgedik İslam'ı. Varsa namaz, yoksa namaz. Kişileri değerlendirirken ve araştırırken bile namazı bir ölçü olarak ele alıyoruz, "namazında, niyazında" diyerek. O kadar namazdan konuşuyoruz ki gören, "İslam sadece namazdan ibaret" sanır. Bunu da düzgün bir şekilde yapamıyoruz maalesef. Zira o kadar camimiz sadece Cuma ve bayram namazlarında doluyor. Yıllık orucumuzu tutuyor, durumumuz iyi ise hacca gidip geliyor, ara ara umreye gidiyor, cimrilik sınırı olan zekatımızı da veriyoruz. Başka ne var yaptığımız? Bir defa kıldığımız namaz ve oruç nefsimizi terbiye etmek, hayatımıza dinamizm katmak, kötülüklerden uzaklaştırmak gibi ibadetlerdir. Hac ve zekat sosyal yönünü gösterir. Diğer geriye kalan umdelerin de  konuşarak muhabbetini yapıyoruz.

İslam çalışmayı, üretmeyi, insana ve insanlığa hizmeti emreder; biz üretme yerine hep tüketiyoruz. İslam, ahlakı olmazsa olmaz kabul eder; biz meyve vermeyen ağaç gibiyiz. Dedikodu, gıybet, iftiranın alasını yapıyoruz. İslam, temizlik imanın yarısı, der; biz kendimize temiz olmak şartıyla doğayı, çevreyi her yeri kirletiyoruz. İslam saygıyı, hoşgörüyü, zorlamamayı emreder; biz gücü ele geçirdiğimiz zaman yapmadık baskı bırakmıyoruz. Ne yazık ki bizim için bir nimet olan İslam’ın kıymetini bilmiyoruz, elimizdeki hazineyi kullanamıyoruz. Elindeki değeri kullanmayı bilmeyene ne denir? Beceriksiz. Evet ta kendisi…

Hasılı İslam öyle bir din ki her yönüyle yaşandığı takdirde mükemmeldir. Müslümanlar bugünkü hali pürmelalimizi dert ediniyorsa önce Müslüman olma konusunda ona ‘teslim’ olarak samimiyetimizi göstermeliyiz. ‘Ya Rabbi, amenna!” demeliyiz. Kal ehli olmayı bırakıp hal ehli olmalıyız. İslam’ın umdelerinden işimize geleni seçip diğerlerini arka plana atmamalıyız. Bir tarafına ağırlık verip diğerlerini es geçersek günümüzde olduğu gibi bizi yerlerde süründürür.

Nefsimizin Müslüman’ı değil, İslam’ın Müslüman’ı olmamız lazım vesselam! 10/08/2017

9 Ağustos 2017 Çarşamba

"Ölen 250 kişinin katili devlettir" **

İnsanoğlu dilinin altında gizlidir, konuştuğu zaman kendini ele verir. Yeter ki konuşsun, konuşmasına izin verilsin. Yumurtlar da yumurtlar. Ama yumurta yenir mi/yenmez mi tartışılır. Kendisini bir şey sananların yumurtladığı bazen kendisini vezir yapsa da çoğu zaman rezil eder. Bu işi siyaseten yapıyorsa 'Olmaz da neyse' dersin. Ya bunu söyleyen söylediğine inanarak söylüyorsa işte vahim olan da budur. İşin garibi bu hastalığın adı da yoktur, tedavisi de. Kişi doktor da olsa kendisini tedavi edemez. Hani “Terzi kendi söküğünü dikemez” deriz ya, işte öyle bir şey bu.

Bu girizgâhtan sonra sadede gelmek için tarihe bir yolculuk yapalım. Buhari ve Müslim’de rivayet edilen bir hadisi şerife göre mealen, “Ammar bin Yasir, bıyığı yeni terlemiş bir genç iken Hz Muhammed, "Ammar'ı ileride isyancı bir güruh öldürecektir," der. Gel zaman git zaman Sıffın Savaşında Hz Ali ile Muaviye karşı karşıya gelir. Savaş öncesi iki ordu savaşa başlamadan önce bazı sahabiler, Ammar'ı Hz Ali'nin safında görünce Muaviye tarafının isyancı güruh olduğunu anlayarak savaş alanını terk ederler. Nihayet olması istenmeyen bu savaş oluk oluk Müslüman kanının akmasına  sebebiyet verir. Bu savaşta Hz  Ali'nin yanında savaşa  giren Ammar şehit düşer. Savaş biter. Taraflar büyük zayiatlar vererek geri çekilir. 

Muaviye'nin safında savaşa giren Abdullah bin As, savaş  bitimi babası Amr bin As’ın yanına gider. Orada Muaviye de vardır. Abdullah babasına, ‘babacığım, Peygamber, Ammar’ı isyancı bir güruh öldürecek’ demişti. ‘Ammar, Ali’nin safında idi ve öldürüldü. Bu durumda biz isyancı bir güruh olmuyor muyuz?’ diye sorunca babası Amr, ‘Oğlum! Onu esas öldürenler, onu savaş meydanına getirenlerdir’ cevabı verir.”

Bu olayın bir kısmı Sahihayn’de, bir kısmı da siyer kitaplarında anlatılır. Olayın iç yüzünü Allah bilir. Yine biliriz ki, “Ammar’ı öldürenler, onu savaş meydanına getirenlerdir” diyen Amr bin As, çok zeki bir komutandır. Amr bu sözü söylemişse bu söz size hiç tanıdık geliyor mu? Eğer biraz gündemi takip ettiyseniz bu cevap günümüzde 15 Temmuz’da şehit olan 250 kişiyle ilgili bir vekilin, "O ölen 250 vatandaşımızın katili devlettir. Bunu açık açık bir vekil olarak söylüyorum." sözü arasında çok rahat bir bağ kurabilirsiniz. Tıpatıp aynısı. Tercümesi, “250 kişinin katili, onları meydanlara çağırandır” da anlaşılabilir.

İlmin zirvesine varmış vekilin cevabı bana Amr bin As’ın sözünü hatırlattı. Demek ki asırlar geçse de, nesiller değişse de insanın yapısı değişmiyor. İnsan aynı insan. Tiyniyeti de aynı. Ne fazlalığı vardır, ne de eksikliği. Hele mazeret üretmede, kılıf bulmada, suç isnat etmede üstüne yoktur. Laf cambazıdır insanoğlu, özellikle böyleleri. İşin garibi milletin gözünün önünde canlı yayında cereyan eden kanlı darbe teşebbüsünü inkar edip hainleri temize çıkarırcasına devleti suçlamak nasıl bir psikoloji? Nasıl bir kişilik? Nasıl bir ruh hali? Gerçekten vahim bir durum bu.

İşin garibi  ülkenin üzerinden buldozer gibi geçen bir darbeye daha içimizdekileri inandıramamışız. Şehitlerimizi darbeye kalkışanların öldürdüğüne inandıramamışız. Biz nasıl yurt dışındaki insanlara bu ülkede darbe yapıldı diyeceğiz? Adı, sahasında kariyer yapmış ve zirvesine ulaşmış bir ilim adamı olsa da, halkın oylarıyla seçilmiş ve Mecliste bizi temsil eden bir vekil olsa da, Allah kimseye akıl ve izan noksanlığı vermesin, böylelerine basiret ve feraset versin, gözlerindeki perdeleri kaldırmayı, hayata diğer normal insanlar gibi bakabilmeyi nasip etsin. Bu insanlar bu taşıdıkları psikoloji ile gerçekten iyi yaşıyorlar. Ne edersiniz ki lideriyle, vekiliyle biri “darbe kontrollüydü” diyor, diğeri; “iki yüz elli kişiyi devlet öldürdü,” diyor. Tencere yuvarlanmış, kapağını bulmuş.  09/08/2017

** 06/09/2017 tarihinde Kahta Söz'de yayımlanmıştır.





Okuyacağımız liseye bakış açımız*

TEOG yerleştirme sonuçları açıklandı. Hedeflediği okulu tutturan öğrenci ve velisi sevinirken menziline varamayanlarda ise üzüntü hakim. Yerleştirme yapıldı yapılmasına ama bundan sonra istediği okulu kazanan veya kazanamayanların çoğu üç nakil döneminde yeniden bir üst okula yerleşmek için başvuruda bulunacak. Kimi umutla bu süreci takip ederken kimi de umutsuz vaka olarak ya çıkarsa diyecek.

Okul okuldur, başarı da başarı. Hangi okul olursa olsun öğrencilerimizi tebrik eder, başarılarının devamını dilerim. Öncelikle şunu belirtmek isterim ki, hiçbir okul başarılı değildir, zira her okul sıra, masa, tahta ve dört duvardan ibarettir. Bu yüzden hiçbir okul kendi başına itibarlı ve makbul değildir. Okulu okul yapan, okula değer katan  içindekilerdir. Öğrenci, öğretmen, yönetim, mahalle, veli vb her bir paydaş okullara bir değer katar. Bunların içinde okula en fazla değer katan öğrencidir. Yeter ki öğrenci okulun iç ve dış paydaşları tarafından güdülenebilsin, motive edilebilsin, paydaşlar birbirine başarıya susamış bir şekilde bakabilsin ve güvenebilsin. Öğrenci kendisine inanacak, veli de çocuğuna. Okul iyi bir rehberlik yapacak, eğitim ve öğretimi ciddiye alacak. Okulla ilgili olanlar oradaki çocuğu kendisinin çocuğu bilecektir, veli de orada çalışanı kendi oğlu-kızı. Böyle bir okulda kısa, orta ve uzun vadede kolektif başarı gelir, başarı da asla tesadüf olmaz.

Veli, “Çocuğum iyi bir okul kazanamadı,” derse; çocuk, “Kazandığım bu okul iyi değil” derse; öğretmen, “Zaten bize çıtası yüksek öğrenci gelmez, bu çocukların dışarıdan takviyeye ihtiyacı var,” derse; müdür, “Bizim öğretmenlerimiz seçme değil, toplama, veliler bilinçsiz” derse; mahalleli, “mahallemizin okulu iyi değil, çocuğumu servisle isim yapmış falan okula vereyim” derse; milli eğitim yetkilileri, “Bizim devlet okullarından bir cacık olmaz, zira 657 gibi bir Kanunumuz var,” derse; Bakanlık, öğretmenlerini bir yük ve problem olarak görürse kimse kusura bakmasın bu kadar olumsuz bakış açısından asla olumlu bir sonuç ortaya çıkmaz. Bugün okulun taban puan yüzdesi düşük olan okullara iç ve dış paydaşların bakış açısı bu şekilde maalesef. Kimi diliyle söylüyor bunu, kimi hal ve hareketleriyle, kimi de duruşuyla. Kimse durumu içine atıp bir şey söylemese bile 14 Ağustos ile 8 Eylül arası yapılacak olan üç nakil başvurusu  bir hoşnutsuzluğu ifade etmektedir. Ya çıkarsa deyip çoğumuz bir üst okula nakil başvurusunda bulunacağız. Bu durum bile daha ergenlik dönemini yaşamakta olan çocuklarımızın üzerinde olumsuz bir etki yapacaktır. “Ben iyi bir okul kazanamadım, bak! Babam, benim için uğraşıyor, demek ki bu kazandığım okul iyi değildir” diyecek ve bu, çocuğun bilinçaltına yerleşecektir. Çocuğumuz küçük olmasına küçük ama bunu anlayacak kadar da zekidir.

Farz edelim ki, çocuğumuz nakiller sonucunda istediğimiz okula yerleşemedi ve düşük profilli olarak gördüğümüz ilk yerleştiği okulda kaldı. Sonuç, çocuğumuz o beğenmediğimiz okulda eğitim ve öğretimine devam edecektir. Şimdi eğri oturup doğru konuşalım. Bu çocuktan başarı gelir mi? Hayır gelir mi? Gelecek vaat eder mi? Hiç kendimizi kandırmayalım. Asla gelmez. Zira biz büyükler, çocukların umutlarını bitiriyoruz daha okul açılmadan. Bir defa bu çocuğun kendine güveni kalmaz. Zira “Bu okul iyi değilse, ben de bu okulda okuyacağıma göre benden bir cacık olmaz,” diyecektir. İstemeyerek ölümüne okula gidecektir. Asla başaracağına inanmayacaktır.

Gelin okullarımıza ve çocuklarımıza kötülük yapmayalım, zira kendimizde, çocuğumuzda oluşturduğumuz doğru-yanlış bu algıyla böyle okullarda kolektif başarı gelmez. Herkes kazandığı okula razı olmalıdır. O okuldan bir şey almaktan ziyade o okula bir şey vermek hedefimiz olmalıdır. Zira okula değer katan, okulu okul yapan içindeki o küçük dimağlardır. Okulun iç ve dış paydaşlarıyla her birimiz önce çocuklarımıza, “Düzenli, tertipli çalışırsan, kendini okula verirsen ve  ben bu işi yapacağım diyorsan mutlaka başarırsın” diye moral verdikten sonra “Ya Allah, ya bismillah” deyip işe başlamak lazımdır. Hangi okul olursa olsun gerçek başarıyı yakalayanlar kendilerine inananlardır. Üzülmeyin, en iyi okul kazandığınız okuldur.

Liseli olmadan veya herhangi bir şeyi yapmadan önce hepimiz aşağıdaki yazıyı okuyalım:
“Yenildiğinizi düşünüyorsanız, yenilmişsiniz;
Cesur olmadığınızı düşünüyorsanız, korkaksınız.
Kazanmak istiyor fakat kazanamayacağınızı düşünüyorsanız, kesinlikle kazanamazsınız.
Kaybedeceğinizi düşünüyorsanız, çoktan kaybetmişsiniz.
Dışarıdaki dünyaya çıktığınızda anlayacaksınız ki…
Başarı istediğiniz takdirde gelir.
Her şey insanın kafasında biter.
Alt edildiğinizi düşünüyorsanız, alt edilmişsinizdir;
Yükselmek için yüksek düşünmelisiniz.
Bir ödülü kazanmadan önce kendinizden emin olmalısınız.
Yaşam savaşını kazanan her zaman, en güçlü ya da en hızlı olan değildir;
Er ya da geç kazanan kişi, kazanacağını düşünendir.” (Arnold Palmer)
09/08/2017

* 14/08/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


“Düşene bir tekme de sen vuracaksın” devrindeyiz anlaşılan

Günlük hayatın akışı  içerisinde  değişik kişilerle münasebetimiz  olur. Görüştüğümüz kişilerle çoğu zaman ya iş tutar, ya siyasete atılır, ya bir STK'da sırt sırta verir, hizmet ederiz. Çünkü aynı yola başvurmuşuzdur. Bu fikirdaşlık  çoğu zaman dostluk kapısını aralar. Beraber ağlar, beraber gülersiniz. Birlikte taşın altına elinizi koyar, risk alırsınız. İyi günde, kötü günde sırt sırta verir, problemlerin üstesinden gelmeye  çalışırsınız. Birlikte çalışmanıza dostlar  gıpta  ile bakarken rakip veya düşmanlar takoz koymaya, aranızı açmaya çalışır. Biriniz hata veya yanlış yaptığı zaman vurmaya başlarlar.

Birlikte  iş tuttuğunuzun tökezlemesini fırsat bilenler surda bir gedik açmak için her yolu mubah görürken aynı yola başvuranlardan beklenen çalışma arkadaşlarını yem etmemektir. En azından korunup kollanılması gerekir. Dışarıya karşı savunulurken içeride hatanın telafi edilmesi yoluna gidilirdi yakın zamana kadar. Herkes, hatta rakipleri bile takdir ederdi bu durumu.

Son yıllarda ne olduysa hata yapan, yanlış anlaşılan yoldaşlara sahip çıkılmaz oldu. Başkasından fazla biz eleştirmeye başlıyoruz şimdi. Üstelik bunu alenen meydanlarda yapıyoruz.  Söze başlarken "Kim ne derse desin..." şeklinde giriyoruz söze. Koruma ve savunmadan geçtik, herkesle beraber biz de vuruyoruz. Bu, yeni bir bakış açısı anlaşılan: "Kendine dikkat et, hata ve yanlış yaparsan tökezlediğin yerde kalır, milletin gözünden düştüğün  gibi bizim de gönlümüzden düşer, sana sahip çıkmadığımız gibi yollarımızı da ayırır, biz yolumuza, sen yoluna gidersin," demektir bu. Bunun Türkçesi, "Yola çıktıklarımızı yolda bulduklarımızla değiştirmektir."

Son yıllarda sık sık başvurulan bu yöntem, sağlıklı  bir bakış  açısı  olmadığı gibi, iyi bir yol ve yöntem de değildir. Adam ekme ve adam eksiltme rakip ve düşmanları sevindirirken elinden tutmadığımız dost da için için kendini yer, bitirir. Yalnız kaldım diye dertlenir, gönül koyar, incinir. İncinen kişinin sonradan gönlünü alsan da, iyi bir makama getirsen de asla kalbini tamir edemezsin. Zira kırılmıştır. Zira düştüğü zaman yanında dostlarını görmek ister. Bir defa onu rakiplerinin attığı  taş değil; dostlarının, dost bildiklerinin  attığı gül yaralamıştır. Biz böyle  içimizden her sendeleyene “Düşene bir tekme de sen vuracaksın” diyerek yolumuza devam edersek kalabalıklar içerisinde yalnızlığa mahkum oluruz. Unutmayalım ki hiç hata yapmayan hiç iş yapmayandır.

Bir davanın, bir fikrin kökleşmesi, büyümesi, zirveye oynaması, zirvede kalmaya devam etmesi; beraber çıkılan, beraber yürünen dostların yanında olmasıyla kaimdir. Bilelim ki “Hatasız dost arayan dostsuz kalır.” İçindeki bu eksikliği kalabalıklarla gidermeye çalışır. Bu yüzden kolay kolay yalnız kalamazlar. Zira yalnız kalsa vicdanı ile baş başa kalıp vicdanı onu sorgulayacaktır.

Neresi olursa olsun kamu adına iş görenlerin yazdıklarına, konuştuklarına dikkat etmesinde fayda vardır. Beraber iş tuttuğu dostlarına veya camiasına leke getirecek hal ve hareketlerden kaçınmalıdır. Çünkü günümüz öküzün altında buzağı arayanların devridir. Aynı yola baş koyan kişi ihanet etmediği, kötü niyetli olmadığı müddetçe söylediğine veya yazdığına katılmasak da onu kırıp dökmeden usulüne uygun bir şekilde ifade ettikten sonra yola çıktıklarımızı savunmaktır. Vefa da budur. 09/08/2017