28 Temmuz 2017 Cuma

Bu Nasıl ‘Had Bildirme’ Böyle? **

Garibimin üzerine anayasa kitapçığı fırlatıldı, partisinden bir grubun ihanetine uğradı, partisi bölündü, hasta diye hastaneye yatırıldı, ülke onun zamanında en büyük ekonomik krizlerden birini gördü, iflas etmiş ekonomiyi düzeltmesi için dışarıdan ekonomi bakanı ithal etti. Yılmadı hasta haliyle mitinglere katıldı. Türkiye asansörlü seçim otobüsleriyle onun sayesinde tanıştı.

Tüm bunlar yetmediği gibi bir de başbakanlığını yaptığı Cumhuriyet hükümeti zamanında başörtülü biri türbanıyla Meclise girip yemin etmeye kalktı. Acı ve ihanetlerin her türlüsünü görmüş biri olarak devlete bir başkaldırı olan bu durum onu can evinden vurdu. Ama yıkılmadı. Hemen o yaşında, hasta haliyle yerinden fırladığı gibi kendisini kürsüde buldu. Elini masaya vurarak "Burası devlete meydan okunacak yer değildir...Bu kadına haddini bildirin" diyerek rejimin bekçisi olduğunu gösterdi. Ardından adına seçilmiş ve milletin vekili denen atanmış güruh ellerini masalara vurarak, slogan atarak, protesto ederek Meclise ne şekilde ve nasıl geleceğini bilmeyen kadına haddini bildirmişlerdi.

Zamanın sabık başbakanın önderliğinde Cumhuriyet'e, laikliğe, kılık-kıyafet yönetmeliğine, Meclisin geleneklerine, teamüllerine aykırı bir şekilde hareket eden bu provokatöre haddi bildirilerek rejim, Cumhuriyet ve laiklik kurtarılmıştı. Önemli olan da bu idi. Ekonomi çökmüş, kaç tane banka batmış, döviz fırlamış, enflasyon çift haneli olmuş, iflas edenler daktilo fırlatmış, gecelik faizler dudak uçuklatır seviyeye çıkmış, hiç önemi yoktu rejimin bekçileri için.

Sonunda kendilerini rejimin bekçisi kabul edenler kazandı ve rejime başkaldıran kadın Meclisten atıldı, vekilliği düşürüldü ve vatandaşlıktan çıkarıldı. Kadın, anasından doğduğuna doğacağına ve  vekil olduğuna pişman oldu. Bir daha da vekil olmaya cesaret edemedi.

Durum bu iken duydum ki kadın, Türkiye Cumhuriyeti'ni temsil etmek üzere Malezya'ya büyükelçi olarak görevlendirilmiş. Hem de başörtülü bir şekilde. Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu böyle! 'Had bildirme' böyle mi olur? Buna, adamın kemiklerini sızlatma denir. İyi ki daha önce öldü. Yoksa kalpten giderdi doğrusu. Öbür dünyadan gelme imkanı olsa kalkar gelir, kaldığı yerden tek başına mücadelesini verirdi. Sonra nerede kaldı devletteki süreklilik? Ah Türkiye’m nereye gidiyorsun böyle? Birileri geçmişte kelle koltukta bunun mücadelesini versin, ardından gelenler bu işi bir adım öteye götürüp başörtüsünü kamusal alanın dışında da yasaklayacağı yerde adamlar devlete meydana okuyan birini devleti temsil makamı olan bir makamla ödüllendirsinler.

Adam kime güvensin? Umduğu dağlara karlar yağdı maalesef. Öldükten sonra kendisine şefaatçi olacak olan adam hain çıktı, başı dertte. Ülkeyi bıraktığı adamlar ise düşmanının zihniyetine iadeyi itibar yaptı. Olacak şey değil hani.

Hiç utanmıyorsanız bari adamı mezarında rahat bırakın. 28/07/2017

** 29/07/2017 günü kahta Söz gazetesinde yayımlanmıştır.


27 Temmuz 2017 Perşembe

Kurum Kartı

Kurum kartım geldi. Dün verildi elime, cüzdanımın arasına koydum. Ne işe yarar, ne yapılır bilmem. Yine de merak ettim bu cebimdeki altın rengine benzeyen kimliği.

Bu kimlik bana verilir de ben bunu yazı konusu edip paylaşmam mı? Sonra cebimde kim görecek? Çatlarım yoksa!

Kurum kartını aldıktan sonra nasıl alınır, ne şekilde alınır bilmem ama inşallah 'Sarı Basın Kartı'nı da almaya sıra gelir.

Sarı basın kartı 5953 Sayılı Basın İş Kanununa göre veriliyormuş. Bu, bağlı ve sorumlu olduğum 657,1739, 5018 vb Kanunların yanında 5953 Sayılı Kanuna da tabi olacağım demektir, şayet aldığım takdirde. Bir yığın avantajı da varmış. Hem kendim hem de meraklıları için değinmek istiyorum burada. (Parantez içi yazılar kendi değerlendirmem)

BASIN KARTININ AVANTAJLARI NELERDİR? (www.karar.com’dan alıntı)
Basın Kartı sahibi olmak bir hayli zor olsa da, bu hakkın kazanılması ardından bazı avantajlara sahip olabilmektedir. Bu avantajları şu şekilde sıralayabiliriz.
Devlet tarafından tanınmış resmi bir gazeteci olmak. (Suç işlersem -ki kuvvetle muhtemeldir-  “Basın özgürlüğüne darbe vuruldu” diyeceğim savunmamda.)
Devlet protokolü ile ilgili haberleri takip edebilme. (Tam benim işim)
Uluslararası haberleri takip edebilme özgürlüğü. (Öncelikle yol-yordam, dil bilmek lazım
Sürekli basın kartı alabilme hakkı. (Oldu olacak bu da olsun, nasıl olacaksa)
Belediye, köy,özel idare vb kuruluşların ulaşım hizmetlerinden bedelsiz faydalanabilme. (65 yaşını doldurmuş olanlar gibi olacağım, in-bin benim işim.)
Kamuya ait müze, stadyum, galeri ve sergilere bedelsiz girebilme. (Bir bedavacı geldi diyecekler görevliler)
Kanunca veya idarece gizliliği şartı konulmayan toplantılara dahil olabilme hakkı. (Her an bulunduğunuz yerde sizi izlemek için bu kamber gelebilir.)
Resmi törenlerde mesleki kolaylılık sağlayan avantajlara sahip olmak. (Ordu Belediye Başkanı beni festivale almasında göreyim.)
Kartın ibrazı durumunda PTT Genel Müdürlüğü işlemlerinde kolaylık. (Evden taşınırsam eşyayı PTT’ye ihale ederim herhalde)
Kartın ibrazı durumunda TCDD hizmetlerinden indirimli faydalanabilmek. (Hızlı trenlerle yolculuk pek de hoş olur)
Emniyet Genel Müdürlüğü’nce düzenlenecek basın trafik kartına sahip olabilme. Bu trafik kartı vasıtasıyla bazı geçiş üstünlüklerine ve park etme ve duraklama ayrıcalıklarına sahip olmak. (Öncelikle adam gibi park etmeyi öğrenmem lazım.)
Silah ruhsatı alımında sağlanacak kolaylıklardan faydalanmak. (Silah talimi gerek bu iş için)
5510 sayılı kanun gereğince hizmet süresi zammından faydalanmak. ( Zamdan geçtim, tesellisi bile yok)
Hizmet damgalı pasaport uygulamasından faydalanmak. (Zor! Daha bir pasaportum bile yok)
BYEGM’nin son çalışmaları ardından ise bazı özel kuruluşlarda da basın kartı indirimleri hakkı elde edilmiştir. (Bu özel kuruluşlar fiyatı yüksek gösterip indirimle normal satış yapmasın.)
27/07/2017


Müfredat değişikliği üzerine *

Son günlerde yeni müfredat taslağı üzerine  tartışmalar eksik değil. Bu da doğaldır. Çünkü bu kadar birbirine yabancı, birbirini düşman gören, değerlerini bilmeyen insanlarla aynı ülkede yaşıyoruz. Kimi Atatürkçülük konularının azaltıldığını, hatta kaldırıldığını, yerine cihat konusunun girdiğini, kimi müfredatın çok iyi olduğunu, kimi yeterli değil ama müspet değişikliklerin olduğunu ifade etmektedir.

Gördüğüm kadarıyla her kesim kendi çerçevesinden bakıyor değişikliğe. Yani ideolojik yaklaşıyor. Halbuki müfredat gibi önemli değişikliklere pedagojik bakmamızda fayda vardır. Hangi konunun hangi sınıf seviyesinde anlatılmasıyla ilgili tartışmaların olmasını isterdim. Ki az da olsa “Şu konu 7.sınıflara alınmış çocukların seviyelerinin üstünde olur, daha anlayamazlar” şeklinde işin mutfağında olanlar kendi aralarında tartışıyor. Müfredatta birlik sağlanır mı? Mümkün değil. Burada mevzubahis olan Türkiye’dir. Biz aynı kazana atılsak kaynamayan insanlarla aynı havayı teneffüs ediyoruz bu ülkede.

Müfredatta şu konu olmamalı şeklindeki tartışma bir defa yanlış. Niçin müfredatta olmasın. Üzerine tartışmaların yapıldığı konu, cihat konusu. Cihat olmamalı deniyor. Tabii adamların kafasında cihat algısı öyle zannediyorum kelle koparmak anlamına geliyor olmalı ki var gücüyle kamuoyu oluşturmaya çalışıyorlar. Burada cihat kelimesine takılı kalmaktan ziyade cihadın ne şekilde anlatıldığı, işlendiğiyle ilgili içerik üzerinde bir tartışma yapılsa anlarım.

Dinin umdelerinden olan cihat sonra niçin müfredatta yer almasın. Ön yargısız bir şekilde müfredatı inceleyen kimse başta cihat olmak üzere toplumumuzda tartışma konusu olan her konunun sınıf seviyesine göre okullarımızda yer almalı gerektiğini bilir. Akıl da bunu gerektirir. Cihat konusunu müfredata almayarak yok mu kabul edeceğiz? Ya da yok mu oluyor? Biz ayıptır, günahtır, tartışmalıdır, netamelidir vb niyetlerle okul müfredatlarına almadığımız her konu toplumumuzda konuşuluyor. Okullarda öğretilmeyen bu gibi şeyler ehil veya değil başkalarından özellikle merdiven altında öğretiliyor. Sorarım size hangisi daha tehlikeli? Bir konunun okullarda öğretilmesi mi, yoksa aynı konunun merdiven altında öğretilmesi mi daha tehlikeli?

İşin mutfağında olanlar bilir. Müfredatta olmasa bile öğrenci merak ettiği, öğrenmek istediği (cihat, huri, kıyametin alametleri, cin, peri vb) konuları derste bir yolunu bulup öğretmenine soruyor. Konular müfredatta olmadığı için öğretmen kendi bildiği kadarıyla cevaplandırmaktadır. Halbuki müfredatta yeterince yer verilmiş olsa öğretmen kitabi bilgi vermiş olacaktır. Mesela ‘Ahirete iman’ ünitesinde kıyamet sahnesine yer verilmiş. Burada öğrenci parmağını kaldırarak kıyametin alametlerini sormaya başlıyor. Halbuki müfredatta kıyametin alametleri diye bir bölüm yoktur. Var mı-yok mu tartışmasında değilim. Ama ahirete iman ünitesinde mutlaka kıyametin alametleri vardır; şunlardır, veya yoktur; şundan dolayı gibi açıklamalara yer verilmelidir. Bizim müfredatta yer vermediğimiz kıyametin alametleri konusu halk arasında, yazılı ve görsel medyada veya sosyal medyada uzun uzadıya yer bulabilmektedir. Öğrenci dışarıdan öğrendiği bilgileri teyit veya öğretmenini test için gelip soruyor. Çocuğun dışarıdan öğrendiği bu bilgiyi(algıyı) bu güne kadar değiştirebilen öğretmen yoktur. Varsa da elini öperim. Hatta okullarda,  toplumda yanlış bilinen konuların mutlaka müfredatımıza girmesinde fayda vardır. Öğrenci kimi seçerse seçsin ama mutlaka okulda öğrensin bir bilginin ne olduğunu.

Hayatın içinde var olan bir konunun mutlaka müfredatımızda yeri olmalıdır. Okulları hayattan kopuk yetiştirmemek lazım. Okullarda vermekten esirgediğimiz bilgileri çocuk dışarıdan duyunca doğru kabul etmeye başlıyor. Ondan sonra uğraş uğraşabilirsen. Ama nafile! Müfredatı tartışacaksak adam gibi tartışalım. Sadece karşı çıkmış olmak için konuşmuş-yazmış olmayalım! 27/07/2017

* 29/07/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Sözleşmeli öğretmenlik uygulamasında kimlerin payı yok ki! *

Milli Eğitim Bakanlığı Doğu ve Güneydoğu bölgeleri başta olmak üzere cazibe merkezi olmayan yerlerin öğretmen ihtiyacını gidermek amacıyla bildiğiniz gibi 'Sözleşmeli öğretmenlik' modelini uygulamaya koydu.

Mevzuatı takip etmiyorum ama bildiğim kadarıyla sözleşmeli öğretmenlik statüsünde göreve başlayan çiçeği burnundaki öğretmenlerimiz ilk göreve başlayacağı yerde 4+2 yıl çalışmak zorundalar. Bunun adı gittiğin yerde çakılı kalma demektir. Yani öğretmen gittiği yerde dört yıl sözleşmeli çalıştıktan sonra iki yıl daha çalıştığı yerde görev yapmak üzere kadroya alınacak. Altı yılını dolduran öğretmenimiz diğer yerlere tayin isteyebilecek.

Yıllardır öğretmen ataması ve nakli ile uğraşmaktan diğer işlerine fazla zaman ayıramayan MEB, zorunlu olarak çakılı kadroyu icat etti. Bu, ölümü gösterip sıtmaya razı etmek gibi bir şey. Ne kadar çalışırlar, işi ne kadar götürürler, dört yıllık adaylık dönemi sonucunda öğretmenliğe adım atarlar mı, evlenirler mi, evlenme yolunu seçerler mi, evlenme kriterlerini bir tarafa bırakıp aile olmaya adım atarlar mı bilinmez. Çünkü hepsi bir muammadır şu durumda. Sözlüdür, mülakattır, atandım, atanacağım derken öbür dünyaya gidip gelen bu statüye göre atanan günümüz öğretmenlerine Allah yardım etsin. Mülakat için çağırılmayı hak eden ve mülakatta elenen veya aldığı mülakat puanıyla atanamayan ve umudunu önümüzdeki seneye taşıyan ve keşke ben de atansaydım üzüntüsünü çeken ve yeniden sil-baştan KPSS- mülakat ortamına kendini hazırlamaya çalışan umutsuz vaka öğretmen adaylarının da Allah yardımcısı olsun. Mevla’m bahtlarını açık etsin.

Öğretmen ihtiyacı yokken bir milyona yakın öğretmeni mezun edip piyasaya süren ve umutsuz vaka olarak emsallerine göre atanabilmek için hop oturup hop kalkan, otuzuna merdiven dayamış bu çocukların düştüğü pozisyondan bizim hiç mi payımız yok? Hangi yılda, ne kadar öğretmene ihtiyacı olduğunu planlamayan MEB'in, bir fabrikanın seri üretimi gibi öğretmen adayı mezun eden üniversitelerin, birinci ve ikinci öğretime izin veren YÖK'ün, ihtiyaç yokken ikinci öğretimleri devam ettiren üniversite yetkililerinin, buralardan üç kuruş ek ders daha fazla alırız hesabı yapan öğretim görevlilerinin hiç mi payı yok? Müteselsilen hepsi sorumludur.

Atanan sözleşmeli öğretmenlerin görev yerinin çakılı olmasında KPSS puanıyla atanıp atandığının ilk yılında bir yolunu bulup memleketine veya istediği bir ile değişik özür nedenlerine dayalı olarak kapağı atanların hiç mi suçu yok? Aynı durumda olan çoğu kimse  -ki acizane 13 yıl sonra gelebildim- bu yolları denedi ve geldi. Bu durumda olan kimseleri eleştirecek, mazeret önemliydi, değildi derdinde değilim. Özürden geldiğimiz ilde bize ihtiyaç var mı yok mu, norm durumu nasıl? Çoğu zaman delindi bunlar. İhtiyaç olmayan yerde  daha fazla öğretmen oluşurken boşalttığımız yerlere devlet yeniden atama yaptı. Ama devletin imkan verdiği ve bizim de bu yolları otoban gibi kullanmamızın ceremesini maalesef şimdiki nesil çekecek. Ömer DİNÇER, özür durumunu ve MEB’in diğer sorunlarını çözmek için 652 Sayılı KHK’yi çıkarttı. Aklımda kaldığı kadarıyla Kanunda, “Özür atamalarının yılda bir kez yaz döneminde yapılacağı, özür atamalarında eşin olduğu yerde ihtiyaç yoksa eşini bulunduğu yere tayininin yapılabileceği, bu olmadığı takdirde eşlerin bir başka ihtiyaç olan yerde buluşturulacağı, kendisine ihtiyaç olmadığı halde eşinin yanına tayin isteyenin valilik emrine atanıp ücretsiz izne ayrılabileceği” belirtilmişti. Hatta Kanunu savunmak için “Hangi biriniz şubat döneminde çocuğunuzun gözyaşları içerisinde öğretmenini kaybetmesine razı olacağını ve kendisinin atama dönemi olmayan şubat döneminde özürden boşalan yerleri nasıl dolduracağını” ifade etmişti ekranlarda. Bakanın tespit-teşhis ve tedavisi doğru idi, ama topa tutuldu, tu kaka yapıldı ve “Şubatta özür ataması yapmayacağım” diye direnmesini koltuğundan olarak ödedi. O zamanlar bir yıla tahammül etmeyen bizler şimdi altı yıla tahammül etmek durumunda kalacağız, daha doğrusu çocuklarımız.

Başımıza ne gelirse kendi yapıp ettiklerimizden desek herhalde yanlış olmaz. Burada bizden öncekilerin hoyratça kullandığı kredinin borcunu faiziyle yeni öğretmenlerimiz ödeyecek. Ne diyelim, hayırlı olsun. Bizim içimiz rahatsa problem yok. 27/07/2017

* 2/08/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

26 Temmuz 2017 Çarşamba

Bir piknik anısı: "Namazı sen mi kıldırırsın, yoksa ben mi?"

"Tespihsiz namaz olmaz"

Dün akşam bir dostumla beraber serinde çay içelim, muhabbet edelim diye Karatay Olimpiyat Parkına gittik. Akşam namazını kılmak için mescide girdik. Mescitte ayakta duran iki çocuk vardı sağına ve soluna bakan.
“Farzı kıldın mı?” dedim.
“Hayır” dedi.
“Cemaat olalım mı” dedim.
“Olur” dedi.
“Geç o zaman ardıma” dedim.
Tam ben öne geçerken “Sen mi kıldırırsın, yoksa ben mi?” dedi.
“Kaç yaşındasın? dedim.
“15 yaşındayım” dedi.
“İyi geç o zaman” dedim, kamet getirmeye başladım.

Çocuk geçti önümüze güzelce bir namaz kıldırdı. Akşam namazlarının vazgeçilmez süreleri olan Kevser ve İhlas ile. “Sen mi kıldırırsın, yoksa ben mi” öz güvenine sahip çocuğun namaz esnasında sesini, mahrecini duyunca  ve kendinden emin bir şekilde ne yaptığını bilen tavrı tanımadığım bu çocuğa olan takdirimi iyice artırdı.
Namazımızı bitirdik, müezzin olarak tespihin başındaki duaları okudum, amin pozisyonuna geldik. Ben ve dostum ellerimizi açıp duamızı yaptık. Fakat küçük imamımız bir türlü ellerini duaya kaldırmadı, iki dizinin üstüne paralel bir şekilde ellerini uzattı durdu. Bir anormallik var ama nerede bakalım derken ‘Lillahi Teale’l Fatiha” diyerek salavat ve Fatihamı okudum. Çocuk Ayet’el Kürsi okunduktan sonra tespih öncesi imamlarımızın kafasını sağa ve sola çevirdiği gibi dizlerine doğru üfledi, bu esnada ben ellerimi yüzüme sürerek duamı bitirdim. “Haydi” dercesine yüzüme baktı çocuk.
“Tespih” dedi.
“Bugün de çekmeyelim, olmaz mı, duamızı yaptık” dedim.
“Olur mu? Tespihsiz namaz olmaz ki!” dedi bana.
“Kim dedi sana bunu” dedim.
“Babam dedi, namaz olmaz böyle” dedi.
“Baban kim senin” dedim.
“Babam hoca benim, biz Almanya’dan geldik. Babam iyi bilir” dedi.
“Nerede baban?” dedim.
“Daha dışarıda” dedi.

Bu esnada ayağa kalktık ve geriye döndüm, babası kapıdan görünüyordu. Babasına daha kimsin, necisin, tanışalım demeden “Almanya Hamburg’ta hoca olduğunu, 30 tane talebesinin olduğunu, cami cemaatinin Kur’an okumayı bilmediğini, kendisinin orada nasıl talebe yetiştirdiğini, iki haftalığına Konya’ya geldiklerini, bize FETÖ gibi bakanlara ‘Biz onlar gibi değiliz’ dediğini yeni nesli iyi yetiştirmek için elinden geleni yaptığını, kendi çocuğu gibi çocukların sayısını artacağını” ayaküstü birkaç dakikada anlattı durdu. Çaya davet ettim, teşekkür ederek ayrıldı yanımızdan.

Namaz kıldırmadaki çocuğun teşebbüsüne hayran kaldığımı tekrar ifade etmek isterim. Ama yine kendinden emin bir şekilde “Tespihsiz namaz olmaz” fetvası garibime gitmedi değil. Ayaküstü bizi tanımadan, hırlı mı hırsız mı olduğumuzu test etmeden babasının kırk yıllık dost gibi bize kendisini anlatmaya başladığını görünce inan üzüldüm kendi kendime.

Be mübarek! Bana kendini ve yaptıklarını anlatmadan keşke önce tanışma yoluna gitseydik, daha şık olurdu. Üstelik makine gibi ardı arkasına konuşup “Bir de sizi tanıyalım” demedi. Haydi bundan da geçtim, küçücük çocuğunun kafasını “Tespihsiz namaz olmaz” diyerek yanlış bilgiyle doldurmanın ne anlamı var? Bu gelecek vadeden çocuk bu zihniyetle büyürse sonu ne olur? Kendi doğru bildiğin yanlışını kendi çocuğuna niçin enjekte ediyorsun? İnsan kendi çocuğuna bu şekil kötülük yapar mı? Tespih çekmenin önemini göstermek için böyle yola niçin başvurursun? Geçmişte insanları ibadete yönlendirelim diye iyi niyetle hadis uyduranların ceremesini asırlar geçti hala çekiyoruz ümmet olarak.

Hiç unutmam, ortaokula yeni başladığım zaman bir hocama “Peygamberimiz tespih çeker miydi?” diye sorduğumda bugünkü anlamda çekmemişti, dedi. O zaman tespihi bidat olarak görebilir miyiz diye sorduğumda hocamız tespih çekmeyi bana şöyle açıklamıştı. “Bid’at olmaya bid’at. Fakat tespih çekmeyi şöyle görmek lazım: Bir adam düşünün ki bir yerde çalışmak için bir yıllığına anlaşmış, adam yıl boyunca çalışıp çabalamış. Sene sonu ayrılma zamanı geldiğinde patronundan alması gereken parayı almadan çekip gidiyor. Tespih çekip dua etmeden camiden çıkanın durumu da buna benzer” demişti. Bu açıklamaya katılır veya katılmazsınız ama bana küçükken yapılan bu izah mantıklı gelmişti.

Sen gel de lise çağına gelmiş bu çocuğu eğit eğitebilirsen. Çocuğun akıl hocası babası, babasının akıl hocası ise cemaati. Kafası bu şekilde doldurulan bir çocuğa hiçbir eğitimci doğruyu gösteremez. Kimse doğruyu anlatmıyorsunuz diye eğitimcilere kızmasın.

Hasılı, çocuklarımızı en güzel şekilde yetiştirmeye çalışalım ama kendi yanlışlarımızla onların kafasını doldurmayalım! Zira bu şekilde yetiştirilen bu gelecek vadeden çocuk -söyleyecek kelime bulamıyorum ama- olsa olsa bağnaz bir kimse olur.  26/07/2017


Gelin bu zavallı tipi tanıyalım!

Burnu hep havalarda olan, burnundan kıl aldırmayan, kendisini mükemmel gören, kendisini bir şey sanan, kendisini olduğundan farklı göstermeye çalışan, hep övülme ve taltif edilmekten hoşlanan, ömrünü bir makama gelmek için harcayan ve makam için yaşayan, oturduğu koltuğa da  kalkmamacasına sımsıkı sarılan, varlık sebebini bir koltuğa oturmak olarak gören, gözü oturduğu koltuktan daha yukarıda olan, koltuğu daha yukarılara sıçrama olarak kullanan; gücünü yeteneğinden değil, koltuğundan alan tipler vardır.

Ne oldum delisidir bunlar. Gözü hep havadadır. Havaya baka baka havalı olur çıkar. İnsanlara tepeden bakar, caka satmayı sever. makam hastası ne oldum delisidir. Parasıyla beslediği insanların ilgi ve alakasından dört köşe olur. İnsanlar adam diye ilgi gösterdikçe egosu bir kat daha artar. Eksikliğini makam gücüyle kapatmaya çalışır. Üstleriyle iyi geçinir, reklamını iyi yapar, yedirmeyi sever, karşılığında da saygı ve iltifat bekler. Saygı ve iltifat görmezse zırnık koklatmaz acından ölse de. İş yapmadan iş yapıyormuş gibi kendini göstermede üstüne yoktur. Hayatı havadır böylelerinin.

Zoru gördü mü bin bir türlü  bahane uydurarak tüyer oradan. Kötü günlerde yanında göremezsin. İyilik meleği görüntüsünün ardında aynı zamanda iyi bir kincidir, insanları kullanmayı iyi bilir. Alt taraftan saygı göstermek için yedirme yolunu seçerken üst tarafla da işini çıkartabilmek için siyaset, sendika ve gücü elinde bulunduran makam, mevki sahibi kişilerle ilişkilerini iyi düzeyde tutmaya çalışır, saygıyı elden bırakmaz. Hizmet adamı gibi gösterir kendisini. Çünkü makamda kalması onlarla iyi geçinmesine ve kendisini pazarlamasına bağlıdır.

Belli etmese de insancıl görünümünün altında iyi bir kincidir. Aynı zamanda kıskançtır, rakip gördüğünü ezmekten zevk alır. Düşmeye gör, zevkten dört köşe olur. Üzüldüm demesi bile sahtedir. Rakibinin yaptığı işi küçümser. Yazdığını bile anlamaz böyleleri. Sosyal medyada yaptığı yorumlarla edep yoksunu olduğunu gösterir. Ne de olsa düz kontaktır, Aristo'nun klasik mantığıdır kafasındaki. Gösterdiğini değil, parmağına bakar.

Nasıl ki küpün içindeki dışına vurursa böylelerinin de iç hali dışına kibir olarak yansır. Yürüyüşü, bakışı bile dağları ben yarattım der gibidir. Yaptığı işin ötesinde esas mesleği kendini pazarlama olduğu için kendini çok akıllı sanır, konuştukça kendisini dinleyen insanları ikna ettiğini sanır. Esas kendisini kandırdığının farkında bile değildir. Kendisini akıllı sanan acınası zavallı bir tiptir halbuki. Mağrurluk, kibir paçasından akıyor farkında değil.

Kendisine nefes veren, yürümesine can veren yaptığı koltuğudur. Kazara altından koltuğu çekilse hayatı zindan olur. İçindeki derdi yapıştığı makamla bastırmaya çalışır belli etmeden.

Zamana, zemine göre hareket etmeyi iyi becerir, dün sendikada ekmek yoksa adımını atmaz, bugün ihtiyacı varsa oradan çıkmaz, işinin biteceği siyasinin gözüne girmek için devreye koymadık adam bırakmaz, dün okuduğu lisenin türünü söylemekten çekinirken bugün göğsünü gere gere o lisenin adını ağzına alır, çünkü bugün prim yapmaktadır. Dün 17-25 Aralık olduğunda “Cemaat hala güçlü, daha dün Amerika’ya yüksek lisans için adam gönderdiler, biraz ortada durmak lazım” der. Hükümet gücü ele geçirince gece-gündüz hükümetin reklamını yapmaya başlar. Gören de bu adam resmi bir kurumda amir değil, partinin siyasetten sorumlu adamı sanır.

Çalmadık kapı, devreye olur-olmaz adam ayarladıktan sonra “Falan makama gelmem için teklif var” demek suretiyle “Aslında ben istemedim, yeteneğimden dolayı bana teklif edildi” diyerek tevazu göstermeye çalışır. Halbuki böylelerine tevazu değil, sürekli yapa yapa kendinden bir parça haline gelen kibir yakışır. Bir makama gelmeyi adam olmak olarak görür. Adamlığın kriteri ona göre budur.

Böyleleri her devirde işini çıkarır. Halbuki kendini olduğundan farklı göstermek, insanlara caka satmak, tepeden bakmak bir gösteriş budalalığıdır. Gizli şirktir. Hiç tavsiye etmem böylelerine bu özelliğini. Bir makama gelmek için değer mi böylesi huylar? Yazık, öbür dünyasını yok ediyor!

Bakın etrafınıza! Kaç tane görebileceksiniz bu tiplerden?

25 Temmuz 2017 Salı

Rotasyon denince niçin ilk akla öğretmenler gelir? -2

Ağırlıklı olarak öğretmenlere uygulanan rotasyonda geçmiş yıllarda devlet koyduğu kuralı çoğu zaman kendisi çiğnedi. Sürekli zorunlu rotasyona tabi olma yılını yukarıya çekti. Bir an evvel zorunlu hizmetimi yapayım diyenler yaptı diğerleri ise Bakanlığın tasarrufuyla kurtuldu. Halbuki Bakanlığın yapması gereken mecburi yükümlülüğe tabi olanların er veya geç zorunlu hizmet görevini yapması yönünde kararlı olmasıydı. Görevinin ilk yılında zorunluluktan kurtulan bir öğretmen kimsenin hayat bile edemeyeceği şekilde şehir merkezlerinde görev yapmaya başladı. Aynı okulda yıllar yılı görev yapar oldu.

Bakanlık belirli bir yılını aynı okulda dolduranlara rotasyon getirdi, ama aynı Bakanlık bu yıl uygulanmayacak açıklaması yaptı. Kanaatimce konan kural değiştirilmemeliydi veya ötelenmemeliydi. Öğretmen göreve başlarken hangi kurallara tabi olduğunu, ne kadar yıl nerede çalışması gerektiğini bilmeliydi. Kısa zamanda geleceği yere geldikten sonra muhitinden ev-bark aldıktan sonra rotasyonu dillendirmek çok akla uygun olmasa gerek.

Anlayacağınız kör-topal da olsa Milli Eğitimde öğretmenlere rotasyon uygulanıyor. Buradan söyleyeyim, rotasyonu hararetle savunan biriyim. Askere, polise ve aksak da olsa öğretmene uygulanan bu rotasyon niçin diğer çalışanlara uygulanmaz? Hele rotasyon sürekli öğretmenin başında demoklesin kılıcı gibi sallandırılmaktadır. Halbuki bir öğretmen aldığı çocuğu dört yıl sonrasında mezun edip yeni öğrencilerle muhatap olmaktadır. İyiyse okulunda isim yapıyor, veli ve öğrenci Allah razı olsun diyor, kötüyse öğrenci dört yılın sonunda ondan kurtuluyor. Ya diğer kamuda çalışanlar! Onların durumuna bir bakalım. Bir imam düşünün bir camide 20-25 yıl çalışıyor. Burada ne imam değişiyor ne de mahalleli. İmam iyiyse aliyyül ala, ya yeterli değilse o zaman o mahalleli yatsın ağlasın, kalksın ağlasın. Belediyelerde çalışanlar yine çakılı kadrodur, dünya gelse onu yerinde oynatamaz. Vatandaş her belediyede işi olduğunda aynı kişiyle muhatap olmak zorundadır. Burada sadece belediyede çalışan ve Diyanette çalışan imamları örnek verdim. Diğer kamu kurum ve kuruluşlarında aynı yerinde uzun yıllar çalışan nice kamu personeli vardır. Diğer kamu kurumlarında çalışan personel için zorunlu yer değiştirme hiç akla gelmezken nedense herkesin aklına ilk öğretmen geliyor. Hakkını yemeyelim Diyanette de görevliler için rotasyon geldi ama sadece bir defa uygulandı, bundan sonra da uygulanıp uygulanmayacağı belli değil.

Sözün özü, kamuda çalışan hizmetlisinden memuruna, şefinden şube müdürüne, öğretmen, müdür veya yardımcısına; belediye, tapu, maliye vb nerede devletin maaş verdiği kim varsa makam, mevki ve yaptığı işe bakmaksızın rotasyona tabi tutulmasıdır. Bu, herkese yeni bir heyecan verecektir, kendisini yenileme imkanı verecektir. Hizmet gören iyi biriyle ardından hayırla yad etmeye devam edecektir, iyi değilse ‘Şükür, kurtulduk’ diyecektir. Bunun için devletin değişmez kurallar koyması gerekir. Değiştireceği, uygulamayacağı kuralı koymaması çok iyi olur. Eş vb mazeretleri mutlaka göz önünde bulunduracak ama mazeretin resmiyetin dışında gerçekliğini mutlaka araştırmalıdır. Bu durumda eşin eşin yanına gitmesinden ziyade eşleri gerekirse daha farklı bir yerde istihdam etme yoluna gitmelidir. Buna rağmen evinin yanında çalışmak, dışarıya gitmek istemeyen olursa kendisine yol verilip dilediği yerde çalışmasına imkan verilmelidir. 25/07/2017