Ana içeriğe atla

Bir piknik anısı: "Namazı sen mi kıldırırsın, yoksa ben mi?"

"Tespihsiz namaz olmaz"

Dün akşam bir dostumla beraber serinde çay içelim, muhabbet edelim diye Karatay Olimpiyat Parkına gittik. Akşam namazını kılmak için mescide girdik. Mescitte ayakta duran iki çocuk vardı sağına ve soluna bakan.
“Farzı kıldın mı?” dedim.
“Hayır” dedi.
“Cemaat olalım mı” dedim.
“Olur” dedi.
“Geç o zaman ardıma” dedim.
Tam ben öne geçerken “Sen mi kıldırırsın, yoksa ben mi?” dedi.
“Kaç yaşındasın? dedim.
“15 yaşındayım” dedi.
“İyi geç o zaman” dedim, kamet getirmeye başladım.

Çocuk geçti önümüze güzelce bir namaz kıldırdı. Akşam namazlarının vazgeçilmez süreleri olan Kevser ve İhlas ile. “Sen mi kıldırırsın, yoksa ben mi” öz güvenine sahip çocuğun namaz esnasında sesini, mahrecini duyunca  ve kendinden emin bir şekilde ne yaptığını bilen tavrı tanımadığım bu çocuğa olan takdirimi iyice artırdı.
Namazımızı bitirdik, müezzin olarak tespihin başındaki duaları okudum, amin pozisyonuna geldik. Ben ve dostum ellerimizi açıp duamızı yaptık. Fakat küçük imamımız bir türlü ellerini duaya kaldırmadı, iki dizinin üstüne paralel bir şekilde ellerini uzattı durdu. Bir anormallik var ama nerede bakalım derken ‘Lillahi Teale’l Fatiha” diyerek salavat ve Fatihamı okudum. Çocuk Ayet’el Kürsi okunduktan sonra tespih öncesi imamlarımızın kafasını sağa ve sola çevirdiği gibi dizlerine doğru üfledi, bu esnada ben ellerimi yüzüme sürerek duamı bitirdim. “Haydi” dercesine yüzüme baktı çocuk.
“Tespih” dedi.
“Bugün de çekmeyelim, olmaz mı, duamızı yaptık” dedim.
“Olur mu? Tespihsiz namaz olmaz ki!” dedi bana.
“Kim dedi sana bunu” dedim.
“Babam dedi, namaz olmaz böyle” dedi.
“Baban kim senin” dedim.
“Babam hoca benim, biz Almanya’dan geldik. Babam iyi bilir” dedi.
“Nerede baban?” dedim.
“Daha dışarıda” dedi.

Bu esnada ayağa kalktık ve geriye döndüm, babası kapıdan görünüyordu. Babasına daha kimsin, necisin, tanışalım demeden “Almanya Hamburg’ta hoca olduğunu, 30 tane talebesinin olduğunu, cami cemaatinin Kur’an okumayı bilmediğini, kendisinin orada nasıl talebe yetiştirdiğini, iki haftalığına Konya’ya geldiklerini, bize FETÖ gibi bakanlara ‘Biz onlar gibi değiliz’ dediğini yeni nesli iyi yetiştirmek için elinden geleni yaptığını, kendi çocuğu gibi çocukların sayısını artacağını” ayaküstü birkaç dakikada anlattı durdu. Çaya davet ettim, teşekkür ederek ayrıldı yanımızdan.

Namaz kıldırmadaki çocuğun teşebbüsüne hayran kaldığımı tekrar ifade etmek isterim. Ama yine kendinden emin bir şekilde “Tespihsiz namaz olmaz” fetvası garibime gitmedi değil. Ayaküstü bizi tanımadan, hırlı mı hırsız mı olduğumuzu test etmeden babasının kırk yıllık dost gibi bize kendisini anlatmaya başladığını görünce inan üzüldüm kendi kendime.

Be mübarek! Bana kendini ve yaptıklarını anlatmadan keşke önce tanışma yoluna gitseydik, daha şık olurdu. Üstelik makine gibi ardı arkasına konuşup “Bir de sizi tanıyalım” demedi. Haydi bundan da geçtim, küçücük çocuğunun kafasını “Tespihsiz namaz olmaz” diyerek yanlış bilgiyle doldurmanın ne anlamı var? Bu gelecek vadeden çocuk bu zihniyetle büyürse sonu ne olur? Kendi doğru bildiğin yanlışını kendi çocuğuna niçin enjekte ediyorsun? İnsan kendi çocuğuna bu şekil kötülük yapar mı? Tespih çekmenin önemini göstermek için böyle yola niçin başvurursun? Geçmişte insanları ibadete yönlendirelim diye iyi niyetle hadis uyduranların ceremesini asırlar geçti hala çekiyoruz ümmet olarak.

Hiç unutmam, ortaokula yeni başladığım zaman bir hocama “Peygamberimiz tespih çeker miydi?” diye sorduğumda bugünkü anlamda çekmemişti, dedi. O zaman tespihi bidat olarak görebilir miyiz diye sorduğumda hocamız tespih çekmeyi bana şöyle açıklamıştı. “Bid’at olmaya bid’at. Fakat tespih çekmeyi şöyle görmek lazım: Bir adam düşünün ki bir yerde çalışmak için bir yıllığına anlaşmış, adam yıl boyunca çalışıp çabalamış. Sene sonu ayrılma zamanı geldiğinde patronundan alması gereken parayı almadan çekip gidiyor. Tespih çekip dua etmeden camiden çıkanın durumu da buna benzer” demişti. Bu açıklamaya katılır veya katılmazsınız ama bana küçükken yapılan bu izah mantıklı gelmişti.

Sen gel de lise çağına gelmiş bu çocuğu eğit eğitebilirsen. Çocuğun akıl hocası babası, babasının akıl hocası ise cemaati. Kafası bu şekilde doldurulan bir çocuğa hiçbir eğitimci doğruyu gösteremez. Kimse doğruyu anlatmıyorsunuz diye eğitimcilere kızmasın.

Hasılı, çocuklarımızı en güzel şekilde yetiştirmeye çalışalım ama kendi yanlışlarımızla onların kafasını doldurmayalım! Zira bu şekilde yetiştirilen bu gelecek vadeden çocuk -söyleyecek kelime bulamıyorum ama- olsa olsa bağnaz bir kimse olur.  26/07/2017


Yorumlar

  1. hocam 25 senelik öğretmenliğimde herkes bana din anlatıyor..alevi ayrı,fetö sü ayrı,süleymancısı ayrı,tarikatçısı ayrı,mealcisi ayrı,atatürkçüsü ayrı,apocusu ayrı..ben bi şey söylemeye kalksam bu ögüt ü yuvada almış terbiyeliler he hoca he derler..emekli olana kadar daha din ahlak dersi alacağız..aldığım parayı helal ettirek barii.rüştü

    YanıtlaSil
  2. İlmin yaşı yok hocam beşikten mezara öğreneceğiz bu vesileyle. Onların fikirleri değişmez. Bari biz öğrenelim. Tevazu da bu.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde