18 Haziran 2017 Pazar

İhale etmeyi seviyoruz vesselam!

Son yıllarda toplum olarak her şeyimizi ihale etmeyi alışkanlık haline getirdik. Eleman mı taşınacak? Hemen bir taşıma şirketini buluyoruz, misafir mi ağırlamak istiyoruz? Soluğu lokantalarda alıyoruz, inşaat mı yaptıracağız? Bir müteahhidin kapısını çalıyoruz, bina ve iş yerimizin temizliğini mi yaptıracağız? Bir temizlik şirketi ile anlaşıyoruz, evimizin yıllık ve bayram temizliğini mi yapmak istiyoruz? Eve temizlikçi kadın çağırıyoruz, evin halılarını mı yıkamak istiyoruz? Hemen telefona sarılıp halı yıkama şirketini çağırıyoruz.

Her şeyi ihale etme furyasına askeriyemizde katıldı. Er ve erbaşların yemeklerini yemek şirketine verir oldu. Ne zamandır askeriyenin yemek işleri yemek şirketine verilir oldu? Bilmem. Askeriyenin yemeklerinin de ihale edildiğini geçen ay Manisa’da bir kışlada 1046 askerin  yedikleri yemekten dolayı zehirlendiğini duyunca anladık. Bugün yine ajanslara düşen haberlere göre yine Manisa’da 500 askerimiz zehirlenmiş. Ardı arkasına üstelik aynı ilde vatani görevini yapan eratın zehirlendiği haberini duyunca ister istemez insan ‘Ne oluyor’ demeye başlıyor. Gerçekten ne oluyor? Bu konunun iyice irdelenmesi gerekir. Sonuçta kim suçlu olursa olsun hatta yemek şirketinin hiçbir kusuru olmasa bile askeriye gibi stratejik öneme sahip kurumların yemek işleri başkasına ihale edilecek kadar basit bir olay değildir. Sanki askeriye eleman sıkıntısı çekiyor gibi başkasına ihale etme işi de nereden çıktı? Bu milletin erkekleri vatani görev sırası geldiği zaman kimi aşçı, kimi bulaşıkçı, kimi aşçı yardımcısı olarak askeriyede  sırasıyla bir hizmet ifa etmiştir. Kimse de bundan gocunmamıştır. Dışarıdan olsa olsa bir iki sivil aşçı ihdas edilmiştir. Hiç iş yapmadım diyen masalara servis açmış, patates soymuştur. 1993 yılında vatani görevimi yapmak için gittiğim Burdur’da bedelli bir er olmama rağmen bulaşık yıkadım, masalara servis açtım. Seve seve yaptım bu işi. Ne oldu şimdi askeriyede er sıkıntısı mı çekiliyor, ya da mevcut asker biz yemek yapmayız, patates soymayız diye isyanlara mı oynadı da yemek işleri ihale edilir oldu? Üstelik askeriyenin içerisinde yapılan yemekler komutan tarafından tadılmadan, denetlenmeden erata yedirilmezdi. Gerçekten ne oldu da askeriyemiz bizim sivil hayatta lükse düşkünlüğümüzden ve tembelliğimizden, rahatımızdan ödün vermediğimizden dolayı her şeyimizi ihale ettiğimiz gibi askeriye de bu ihale etme kervanına katıldı? Acaba amaç, askeriyenin bulunduğu illerdeki yemek firmalarına iş bulmak, onların cebini doldurmak mıdır? Yetkililerin buna cevap vermesinde fayda vardır.

Askere gönderdiğimiz çocuklarımızın teröre maruz kalıp şehit olmalarına alıştık. Çünkü vatani görevlerini yapıyorlar ve biz onlar sayesinde sıcak yataklarımızda rahat uyuyabiliyoruz. Ama askerlerimizin yemek şirketlerinin yemeklerinden dolayı pisipisine ölmelerine gönlümüz asla razı değildir. Umarım bu zehirlenme kasti değildir, kusur ve ihmalden kaynaklanır. İhmali bulunanlar gerekli cezayı alırlar. Ya bir de kasti bir durum varsa işte o zaman bunun hesabını millet o yetkililere sorar. Çünkü aynı yerde ikinci defa meydana gelen zehirlenme basite alınacak bir olay değildir. Orada uçan kuştan koruduğumuz çocuklarımız vardır. Oradaki görevlilerin emanetindedir. Bu işler savsaklamaya gelmez, mutlaka inceden inceye incelenip soruşturulmalıdır. Suçu tespit edilenlere en ağır ceza verilmelidir. Bununla da yetinilmeyip eratın yemeği dışarıdan yemek şirketlerine ihale edilmiş ne kadar askeriye kurumu varsa tez elden ihaleler tek taraflı feshedilmelidir. Yemekler önceki yıllarda olduğu gibi sivil aşçı nezaretinde kendi eratımız tarafından yapılmalıdır.

Girişte verdiğim örneklerde görüldüğü gibi devlet her şeyini ihale ede ede vatandaş da işin kolaycılığına kaçar oldu. Amma rahatına düşkün bir millet olduk. Hep başkalarına yüklü miktarlarda paralar vererek kendimizi boşa çıkarmayı bir marifet saymaya başladık. Elimizden gelen şeyleri ihale etmekten ne zaman vazgeçeceğiz? Bunun için kaç insanımızın heba olması gerekiyor? 

Bir babalar gününde evlatlarını size emanet eden babalara en güzel babalar günü hediyesi olarak evlatlarını zehirleme hediyesi verdiniz. Ne güzel hediye! Helal olsun size! 

Evladı zehirlenen babalar! Babalar gününüz kutlu olsun! 18/06/2017

Öğrenciye ödül olarak tablet takdim etmek

Birkaç yıl önce bir derneğin Kutlu Doğum haftası etkinlikleri çerçevesinde ortaokul öğrencilerine yönelik yapacağı Hz Muhammed'in Hayatı ile ilgili bir yarışma toplantısına davet edildim. Sınavın ne şekilde olması gerektiği ile ilgili görüşlerimizi serdettik. Toplantı bitiminde bu yarışmanın öğrenciler için iyi bir sınav olacağını, bu vesileyle kitap okuyacaklarını ve kültürümüze yabancı olmayacakları gibi faydalarına değinildi. Çocukların bilgisayar hastası olduklarını, küçük çocukların ellerinde babaları tarafından hediye olarak alınan tabletler olduğunu, çocukların durmadan bilgisayar ortamında dijital oyun oynadıkları, çocukları elektronik aletlerden uzak tutmamız gerektiği konuşuldu. 

Toplantı bitiminde "Hocam, sınavı yapacağız yapmasına ama dereceye giren çocuklara ne tür bir hediye düşünüyorsunuz" dedim. Yetkili, "Abi, laptop vereceğiz" dedi. "İyi de hocam! Az önce çocukları dijital ortamdan uzak tutalım diyen biz değil miydik, vereceğimiz bu hediyelerle çelişmeyecek miyiz" dedim. "Öyle de abi! Belediyenin elinde dağıtılmak üzere laptop varmış, onlar bize laptop verebileceklerini söylediler" dedi. 

Yarışma sonrasında kendimizle çelişircesine dereceye giren öğrencilere sponsoru belediye olan laptopları dağıttık. Bizim bu durumumuz israftan bahseden bizlerin yemek sofrasına oturduktan sonra envaiçeşit yemeği görünce israfı unutup her şeyi silip süpürmemize benzer. Mükellef sofranın arkasından da bilen birisine yemek duası yaptırırız. O da ellerini açar: "Yiyiniz, içiniz, fakat israf etmeyiniz. Çünkü Allah israf edenleri sevmez" ayetiyle başlar duasını yapmaya. Orada birinin "Arkadaş! Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu" dese yeridir ama böylesi de pek sevilmez böyle ortamlarda.

Beni bu tür bir yazı yazmaya iten sebep de dün sanal alemde gördüğüm bir paylaşımdır. Paylaşımda okul müdürü arkadaş, "Hafız olmak için seçme sınavına girip başarılı olan ve kursa katılmayı hak eden okulunun öğrencilerini bir sponsor vasıtasıyla hediye tablet takdim ettiğini" yazıyordu. Bu paylaşımı tebrik eden epey de bir eğitimci gördüm maalesef. Güzel bir hediye diyebilirsiniz. Hediye güzel olmaya güzel ama bu hediye çocukları derslerinden uzaklaştıran bir araç mesabesindedir. Çünkü dijital ortama dadanan bir çocuğun ilk boş verdiği alan eğitim ve öğretim alanıdır. Kanaatimce eğitimci arkadaş çocukları sevindireyim, onların gönlünü alayım, onları motive edeyim, ödüllendireyim derken iyi yapmamıştır. Ödül verilsin verilmesine ama bu, tablet olmamalıydı. Çünkü tablet düzenli bir öğrenciye mesafe koyduran bir silahtır bugün. Eğitimciler ve anne ve babalar mümkün olduğunca bu tür hediyelerden uzak durmalıdır. Burada okul müdürüne de çok kızamıyorum. Çünkü ne hediye alalım dediğinde kitap, defter, kalem, saat vb hediyeleri insanımız klasik buluyor, bu tür hediyelerin demode olduğunu savunuyor. Çaresiz okul müdürü de eleştirenlerin dümen suyuna giriyor.

Çocuklara tablet, bilgisayar, dizüstü, cep telefonu gibi hediyeler vermek çocuklara yapılan en büyük kötülüktür. Çünkü çocuklar bu tür hediyeleri kullanmaya, oynamaya başladıkça derslerden biraz daha uzaklaşacaktır. Bu yüzden başarılı olan çocuklarımızı ödüllendirelim ödüllendirmesine ama bu hediyeler kesinlikle tablet, dizüstü gibi hediyeler şeklinde olmamalıdır. Zaten bunları anne babalar alarak çocuklarına en büyük kötülüğü yapıyorlar. Bir de biz eğitimciler alarak ikinci bir kötülük yapmayalım. 18/06/2017

Kime ne kadar adalet istiyoruz? *

Kimin kuyruğuna basılsa 'Bu ülkede adalet yok, adalet ayaklar altında, tuz koktu artık, siyasetin adalete baskısı var, bağımsız mahkemeler yok...' şeklinde serzenişler duyarız, isyanlara oynarız çoğu zaman.

Bu ülkede ben kendimi bildim bileli adaletimizde sorun var. Adaletten dert yanan herkes haklı. Çünkü adaletimiz hiç gönüllere su serpmedi. Zaman zaman niçin var adalet isminde bir bakanlığımız ve adliye saraylarımız derim. Sahi niçin varlar? Adi suçlarda eh diyebiliriz. Siyasi, örgütlü, organize suçlarda ise maalesef yoklar. Bu tip davalar yıllar yılı devam eder, nedense bir türlü karar verilemez. Onlar karar verinceye kadar yazılı ve görsel medya aracılığıyla siyasiler, akademisyenler vb hemen hemen herkes her şeyi söyler. Onlar susar. Bir iddianame hazırlamak bile ayları hatta yılları alır. Celse üstüne celseler yapılır, hep nabız ölçerler, rüzgara göre hareket ederler, zanlıyı mahkum etmeden ya yıllar yılı içeride tutarlar, ya tutuksuz yargılamak üzere serbest bırakırlar, kamuoyundan gelen tepkilere göre saldıklarını tekrar tutuklama yoluna giderler, nafile turlar devam eder durur. Bir türlü karar çıkmaz. Davalar ya müruruzamana uğrar, ya siyaset hızlandırmak için tutukluluk süresini indirir, ya Anayasa Mahkemesi hak ihlali kararı verir, mahkemelerimiz bundan sonra lütfedip karar verme yoluna giderler. Hızları kaplumbağa hızı bile değil. Ya siyasi iradenin beklentisi doğrultusunda ya da onun muhalifi bir karara imza atarlar. Tartışma karar verdikten sonra da bitmez, ilanihaye devam eder durur. Çünkü karar maşeri vicdanı rahatlatmamıştır. Mahkum olanlar taraftarları vasıtasıyla vaveylayı basarlar: “Mahkemelere baskı var. Hakimlere emir verildi,” diye. Karar kimin işine gelmiyorsa mağdurlara oynanır. Kimse suçunu kabul etmez. Karar, istedikleri gibi çıkanlar ise gece gündüz mahkemelerin verdiği kararları öven nutuklar atar. Ne zaman ki kendi aleyhlerine olan bir karar çıkıncaya kadar yargıya methiyeler düzülür.

Bu ülkede yargının verdiği mahkumiyet kararlarının ya eleştirenleri vardır ya da kararları yerinde bulanlar. Kimse hak yerini buldu demez. Aslında esas sorun da burada. Çünkü kimse şeriatın kestiği parmak acımaz düşüncesinde değil. Herkes adalet denilen şeyin kendilerine doğru yontulmasından yanadır. Zaten bu yüzden yargımız hep evlere şenlik olmaya devam etmektedir. Lehte ve aleyhte verilen kararlar dolayısıyla hakim ve savcılarımız, Yargıtay’ımız hep topun ağzındadır. Kimseyi memnun edemezler. Bu ülkede Allah kimseyi hakim, savcı ve yargı mensubu yapmasın. Adaletten memnun olmayan kimse adalet mensuplarını da kendi halinde vicdanlarıyla karar verecek şekilde serbest bırakmaz. Sürekli bir baskı altındadır. Bu baskı siyasi irade tarafında olabildiği gibi toplumsal da olabiliyor. Sonucunda da verilen kararlardan kimse memnun kalmamaktadır. Çünkü yargımız karar verirken bakası ne der psikolojisini yaşamaktadır hep.

Bu ülkede adaletin hakim olması isteniyorsa tarafların yargıyı rahat bırakmaları gerekiyor. Yargı mensuplarına diyecekleri tek söz var: “Elinizi vicdanınıza koyun, kınayanın kınamasına aldırmayın, kimseyi gözetmeyin, suçluya suçunu verin, mağduru kurtarmaya bakın” denmelidir. Yoksa kendimize doğru yontmasını istediğimiz adaletten hiç hayır gelmez bu ülkeye.

Bugün adalet isteriz diyenlerin samimiyetlerini şiir okuduğu için ceza verildiğinde veya Meclis yeter sayısının 367 nitelikli çoğunluk olması gerektiği şeklinde karar verdiği zamanlarda görmek isterdim. Dün, “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın, rakibimin haddini bildiriyor…” denmeyip mağdurların yanında saf tutulsaydı bugün çığlıklarına cevap bulabilirlerdi.

Adalet isteyelim istemesine. Çünkü çözüm mercii orası olmalıdır. Ama istediğimiz adalet bizi koruyan rakibimize diz çöktüren adalet olmamalıdır. Önce rakibimize yapılan haksızlığa karşı çıkarsak adalette mesafe kat edebiliriz.  Gelin önce bu konuda samimi olalım. İnanın samimiyet her şeyi çözer. Gerisi boştur. 18/06/2017

* 07/07/2017 tarihinde anadoludabugun.com'da ve 08/07/2017'de Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


16 Haziran 2017 Cuma

İster misiniz tacı tahtı bırakıp hep yollara kan revan olsun!

Yıllardır ana muhalefetin liderliğini yapan ama bir türlü gündem oluşturamayan siyasimiz sanırım gündemin başköşesine oturdu. Üstelik ünü ülke sınırlarını da aşmış durumda. Böylesi duruma kedi olalı bir fare tuttu denir bizde.

Malumunuz partisinin bir milletvekilinin Yargıtay'da onanmamış 25 yıl bir hapis cezası alması dolayısıyla “kendim için bir şey istiyorsam namerdim” misali siyasimiz iki gündür yollara düştü. Hedefinde İstanbul Maltepe var. Belirlenen süre 28 gün. Siyasette partisine pek bir katkıda bulunamasa da bakarsınız  'adalet yürüyüşü' kendisine ve partisine bir ikbal getirebilir. 

İki gün oldu yürüyüş startını vereli. İhtiyar delikanlı gibi maşallah! Günümüz gençlerine taş çıkarırcasına yorulmadan, usanmadan yürümeye devam ediyor. Üç-beş kilometre yolu yürümekten aciz gençlerimize örnek olsun siyasimizin bu davranışı. Dile kolay 450 km yürüyecek. Elinde 'adalet' yazılı pankartı bana ilkokul çocuklarının 23 Nisan yürüyüşünde ellerinde taşıdıkları "Bugün 23 Nisan/ Nasıl sevinmez insan" yazılı pankartları hatırlattı.

Bakarsınız bu yürüyüş siyasi parti liderimizin aynı zamanda bir yol haritası olur. Bu uzun maratonu azim ve gayretle bitirebilirse belki siyasimiz tasını, tarağını toplar, bundan sonra yollar yürünmekle aşınmaz diyerek sadece Ankara-İstanbul arası ile yetinmez, tüm Türkiye'yi dolaşmaya kalkar. Hatta dünyaya açılabilir. Siyaseten aldığı müzmin muhalif unvanından sonra 'yürüyen adam' namıyla müşerref olur. Sonra iki günlük iradesinden ben bunu görebiliyorum kendisinde. Onda bu irade var. Yürüdükçe iyice pişer. "Bir lokma bir hırka" diyerek derviş misali dünyayı ve dünyalık işleri elinin tersiyle iter; "Mal da yalan, mülk de yalan" der, tüm dünyayı arşınlar. İki gündür yollarda gösterdiği efor göz kamaştırmadı değil hani. İster istemez acaba yanlış meslek mi seçti, kendisinden iyi bir atlet olurmuş, dedirtti herkese. Demek ki insan zorda ve darda kalmaya görsün kendisinde gizli kalmış cevherleri bir bir ortaya çıkarabiliyor. Yeter ki insan azmi elden bırakmasın, araya araya buluyor muradını. Zaten bizim kültürümüzde bunun yeri var. Malumunuz Belh Sultanı İbrahim Ethem ismini duymuşsunuzdur. O, kuş tüyü yatağında yatarken damdan gelen tıkırtı ile uyanır. “Kim var orada?” diye seslenir. Damdaki adam, “Kaybettiği devesini” aradığını söyleyince sultan, “Behey gafil, damda deve mi aranır?” deyince adam, “Damda deve aranmaz da kuş tüyü yatakta Cennet nasıl aranır” cevabı verir. Bunun üzerine İbrahim Ethem tacını tahtını bırakarak sultanlığa veda eder ve kendisini ilme verir. İbrahim Ethem sultan olarak kalsaydı diğer krallardan biri olarak tarihteki yerini alıp unutulup gidecekti. Ama tahtından feragat edince adı ve sanı günümüze kadar gelmiş biri oldu. Sayın ana muhalefet lideri de öyle zannediyorum İbrahim Ethem’in yolundan gidiyor. Ankara’da makamında oturup sıcak yatağında yatmaya devam etseydi diğer muhalefet liderlerinden biri olarak bilinip tarihteki yerini alacaktı. Ama adaleti ve hak aramayı yatağında arama kolaylığını bırakarak yollara kan revan olması onu bugüne kadar olduğundan daha fazla meşhur edeceğe benziyor.

Hasılı, siz ne derseniz deyin, ana muhalefet liderimiz doğru yolda. Beğenseniz de beğenmeseniz de çıktığı bu adalet yürüyüşünde Nirvana’ya ulaşacağa benziyor. Bakarsınız günümüz Gandi’si olur. Yürü müzmin muhalifimiz! Seni kim tutar? Kınayanların kınamasına aldırmadan hızını alamayıp tüm ülkeyi arşınla. Bak, hiç olmadığı kadar görsel ve yazılı basın senden bahsediyor. Günlerce millet seni konuşuyor, ekranlardan seni seyrediyor. Analar çocuklarına ileride seni anlatacak bir yürüyen adam vardı diye. Yolun açık olsun! Umarım bu yürüyüşün ülke adaletine bir katkısı olur. 16/06/2017


Öğretmen mi Olmak İstiyorsun? O Zaman Gör Gününü!


Türkiye’de çok az kişinin dışında kahir ekseriyet gönülden yapabileceği mesleği seçmez. Herkes gelecek vadeden mesleklerde  kendine bir yer kapmaya çalışır. Sonunda içimize sinse de sinmese de rüzgârın sürüklediği yerde tutunmaya çalışırız.

Öğretmenlik çoğumuzun istemeden de olsa yapmak zorunda olduğu mesleklerden biridir. Bir zamanlar okuduğu okuldan mezun olunca iş alanı olmayanların bile göz kırptığı bir meslektir öğretmenlik. “Hiçbir şey olamasa öğretmen bari olur” denilen meslek yani. Bu düşünceye sahip olanlar çok da haksız sayılmazlar. Çünkü öyle dönemler geldi ki öğretmen ihtiyacını karşılamak için boşta bulunan herkesin istihdam edildiği geniş bir alandır. Bunun için kah lise mezununu 45 gün eğitimden geçirerek enstitü mezunu yapıp öğretmen olarak atadık, kah alanında görev alamayan fakülte mezunlarını okullara öğretmen olarak verdik. Hemen hemen  herkes öğretmenlik yaptı bu ülkede. Hiç öğretmenlik yapmadım diyen ücretli veya vekil öğretmenlik yaparak  okuduğu okullarda öğretmenlik yaptı ya da öğretmencilik oynadı. Yine öğretmen ihtiyacını karşılamak için fakülteler bünyesinde ikinci öğretimler açıldı. Hala da birçok fakülte bünyesinde ikinci öğretimler mezun vermeye devam ediyor.  Seri mal üreten bir fabrika gibi eğitim fakülteleri bol bol mezun verdi. Sonunda mevcut öğretmenlerin alternatifinin alternatifi öğretmen adayları atanmak için gün sayıyor, kimi umutla kimi de ümidini yitirerek. Olan da öğretmenlik mesleğine oldu. Bu meslek grubu hem içeriden hem de dışarıdan gelen etkenlerle itibar kaybetmeye devam ediyor. Eğitim ve öğretimde istediğimiz başarıyı yakalayamama sebebi olarak da hem devlet nezdinde hem de vatandaş nezdinde öğretmenler ordusu görülmektedir.

Nihayet oyun bitti, düşünme zamanı şimdi. Çünkü deniz bitti, kum göründü artık. Devlet öğretmenliğe bir neşter vurma arifesinde bugünlerde. Öğretmeni silkelemeyi, istenen kaliteyi yakalamayı hedeflemekte. “Öğretmenlik Strateji Belgesi” de bu yüzden yayımlandı. Artık bundan sonra hem öğretmen olmak hem de öğretmen olarak görev yapmak iyice zorlaşacak. Kişi öğretmen olmak istese de olamayacak yayımlanan belgeye göre. Çünkü kılı kırk yararcasına konan kriterler her önüne geleni öğretmen yapmayacak görünüyor. Hasılı öğretmenliği yapmak isteyenleri ve öğretmen olmak için eğitim fakültelerini okumayı isteyenleri uzun soluklu bir maraton koşusu bekliyor. İçinizden ben zoru severim, bu işi en iyi yaparım diyenleriniz varsa aşağıda sıraladığım kriterleri yerine getirmesi gerekiyor:

·         Öncelikle üniversite sınavına giren bir öğrenci ilk 240 bin arasına girmelidir. 
·    Eğitim fakültesine kayıt yaptırdıktan  veya bir müddet okuduktan sonra fakülteler bünyesinde kurulan komisyondan ‘Akademik, sağlık ve psikolojik yönden öğretmen olabilir’ onayını almalıdır.
·   “Mesleğe girişte adayların psikomotor ve duyuşsal becerilerinin de göz önüne alan öğretmen yeterlilikleri çerçevesinde seçme sınavları ile lisans başarısı, ürün seçki dosyası, öğretmenlik uygulaması değerlendirmesi, mülakat gibi çoklu kaynağa dayalı değerlendirmelerden atanabilecek puan alabilmelidir.
·  Öğretmen olduktan sonra öğretmen yeterliliğinin ölçülebilmesi için okul müdürü, meslektaş, öğrenci ve veli gibi kişilerin vereceği puanlarla performans göstermelidir.
·      Kariyer basamaklarında ve görevde yükselme, yurtdışında görevlendirilme ve ödüllendirilme için okul müdürü, veli, öğrenci ve meslektaşının vereceği puanlarda başarı gösterebilmelidir.
·  Kariyer gelişimi, terfi ve hizmet puanı alabilmesi için dört yılda bir öğretmen yeterliliğinin ölçülmesi için açılacak sınavda başarılı olmalıdır.
·     Zorunlu yer değişimi denilen rotasyona hazır olmalıdır.

Bunlarda bir şey mi? Bunlar benim için çocuk oyuncağı, bu iş tam bana göre diyorsan hiç durma öğretmen olmak için tüm yollar sana açıktır. “Öyle öğretmenlik yap ki ekmeğini taştan çıkardı, helal olsun desin millet ve devlet sana. Bu şartlarda yapacağın öğretmenlikte yolun açık olsun, iyi nesiller yetiştirmeni temenni ederim. Unutma ki zoru seçeni herkes sever. Ben tüm bunları yapamam, başka bir yol, yöntem yok mu dersen öğretmenliğin dışındaki hiçbir meslek grubunda, iş hayatında böyle kriter yoktur. Seç beğen, hayat senin hayatın… Bil ki kendi düşen ağlamaz. 16/06/2017


"Şükranlarımızı arz ederiz"

Sosyal medyayı kullanıyorsanız çok güzel ve faydalı paylaşımları görmekle beraber vıcık vıcık yağ kokan paylaşımları da görürsünüz. Birilerinin bir yerlere mesaj vermeye çalıştığını, kendi reklamını yaptığını da görürsünüz. Bu kadar da olmaz ki dedirtiyor insana bu tür paylaşımlar.

Sosyal medyada genelde görsel paylaşımlar birbiriyle çarpışıyor. Benim görselim seni yener dercesine yarışıyor insanlar. Herkes anı yaşıyor. Bir üst veya meşhur kişi ile çekinilen fotoğraflarla doyuma ulaşmaya çalışıyor insanımız. Aynı karede yer almak ve anı ölümsüzleştirmek için çabalıyor. Amirlerin rutin kurum ziyareti bile fotoğraf karesi ile taçlandırılıyor. Çekilen fotoğrafı paylaşmanın yanında bir de "Sayın .....müdürümüz kurumumuza teşrif ettiler. Kurumumuz adına kendilerine şükranlarımızı arz ederiz, teşekkürlerimizi sunarız..." şeklinde yazı döşenmesi 'ne oluyor' dedirtiyor insana. Yazının arz ile bitirilmesi bana çok sağlıklı bir ifade gibi gelmiyor. Amirin kurumu ziyaret etmesi kadar doğal bir şey yok. Memuru da onu ağırlar ve uğurlar. 'Şükranların sunulması, teşekkürlerin arz edilmesi' de ne demek oluyor Allah'ın aşkına! Garip ve manidar değil mi bu ifadeler. Sosyal medyanın dili olmasa gerek. Olsa olsa hormonlu bir fil olur. Ayrıca bu ifadeyi yazan ve paylaşan insana da  bir değer  katmaz. Anlaşılan bu tür dile de alışacağız bu gidişle. 

Kullanılan ve dillerimize pelesenk olan bu ‘arz etme’ işi resmi yazışmalarda kullanılır ve arşivdeki yerini alır. Üstelik Bakanlık yeni yazışma kurallarında bu tür arz etme diline de biraz tırpan getirdi. Nedense kurumlar unutulmaya yüz tutması gereken ve insan onurunu zedeleyen bu tür ifadeleri hala kullanmaya devam ediyorlar. Üstelik sosyal medya gibi resmiyeti ifade etmeyen, biraz free takılmayı gerektiren alemde bile bu tür ifade tarzları bana sağlıklı bir iletişim dili gibi gelmiyor. İnsana bir şey vermediği gibi kişiliğinden bir şeyler alır götürür.  İşin garibi bu tür ifadeleri kullananlar yine kullanmaya devam ediyorlar. Kendilerine şükranların arz edildiği kişiler de "Arkadaşlar ne yapıyorsunuz? Resmi bir yazı yazmıyorsunuz. Şunun şurasında kurumunuza bir ziyaret yaptım. Arz etmeyi bu kadar ayaklar altına almayın. Bu dil, ne size ne de bana bir şey kazandırır. Bana gösterdiğiniz bu ilgi ve alakayı bana eşim bile göstermiyor. Lütfen biraz ciddiyet!" demiyor. O zaman insanın aklına arz eden memnun, arzı alan memnun...sana ne oluyor arkadaş demek düşüyor.

Sosyal medyada aşağıdaki memurun üstüne şirin gözükmek için vıcık vıcık yağ kokan bu tavrının yanında bir de kurum amirlerinin kurum ziyaretlerini paylaşıp 'Falan yeri denetlerken' diye yazı yazmaları da bana garip geldi. ‘Denetlerken’ deneceğine ziyaret ederken dense ne olur? Kıyamet mi kopar. Denetlemeye gidilen yerin adına ziyaret dense bence daha şık olur. 

Kurumlarda amir veya memur olarak çalışan insanların körler-sağırlar misali bu şekilde kendilerini ağırlamaları hoş bir görüntü vermediği gibi sağlıklı bir psikolojiyi de yansıtmıyor. Bu şekildeki paylaşımlarla ya birileri yerini garanti altına almaya çalışıyor, ya da birileri egosunu tatmin etmeye çalışıyor. Bunun başka izahı olamaz. Başkasına çalışacağımıza kişiliğimizden ödün vermeden kişilikli bir şekilde görev yapmanın yollarını bulmak için Amerika’yı yeniden keşfe gerek yok. Sadece kafamızı kumdan kaldırıp insanlar benim bu dilime ne der, ya da bir başkası paylaşınca ben bu tür görüntüyü nasıl karşılarım demek lazım.

Bana yabancı olan bu dil için ben sadece ‘Efendim size iyi arzlar!’ derim. Başka da yapacağım bir şey yoktur. 16/06/2017  



15 Haziran 2017 Perşembe

Devlet dediğin böyle olur *

07/06/2017 günü İran Meclisi ve Humeyni’nin türbesine yapılan terör saldırısında 12 kişi ölmüş, 43 kişi de yaralanmıştı. İran, saldırının arkasında Suudi Arabistan’ın olduğunu açıklamış, saldırıyı ise DAEŞ’in üstlendiğini biliyoruz. Olayın ardından dört gün sonra İran İstihbarat Bakanı, İran meclisi ve Humeyni'nin türbesine yapılan terör saldırısının planlayıcı ve emir verenin yurt dışında yapılan bir operasyonla öldürüldüğünü, saldırıyla alakalı ülke içinde bağlantısı olan tüm unsurların temizlendiğini açıkladı. Planlayıcının kim olduğunu, hangi ülke sınırları içerisinde öldürüldüğüne dair bilgi verilmedi.

Faillerin sessiz ve derinden çabucak tespit edilip yok edilmesi dikkatimi çekti. Anladığım kadarıyla istihbaratları  çok güçlü. Dört günde az konuşup çok iş yapmışlar. Devlet dediğin böyle olur. İstihbarat var, operasyon var, iz sürme var. Tüm bunları yaparken sessiz ve derinden gidiyor. Terörle bağlantılı tüm unsurlar temizlendikten sonra ilgili bakan birkaç cümlelik bir açıklama ile ekranların karşısına çıkıyor.

İran'ı bu başarısından dolayı alkışlayıp tebrik etmek lazım. Biz kamera ve mobese görüntüleri olan Reina katliamcısını ancak 17 gün sonrasında bulabilmiştik. Bereket seri katil bir başka yerde başka eylemlere kalkışmadı. Günlerce katil kaçtı, kaçırıldı haberlerini konuştuk durduk. Bir İran devletini, bir de Türkiye devletini gözümün önüne getirdim. Ülkem adına üzülmedim desem yalan olur. Çünkü İran her yönüyle bizden birkaç gömlek daha üstün geldi bana. İran’da bizdeki gibi niçin terör saldırısı olmadığını şimdi daha iyi anlıyorum. Halbuki ülkemiz gün aşırı terörün at koşturduğu bir ülke. Biz şimdiye kadar terör konusunda iyice uzmanlaşmamız gerekirdi. Demek ki hala bizde eksik olan bir şeyler var. Yine PKK’nın İran’daki kolu olan PJAK’ın İran’da niçin eylemler yapamadığını daha iyi anlamış oldum. İran; güvenlik güçleri ve  istihbaratı ile  operasyon yapabilme yeteneği açısından kendisini ispatlamış görünüyor. Öyle her önüne gelen bu ülkede istediği eylemi yapamıyor. Yapıyorsa da son terör eyleminde olduğu gibi dört gün gibi kısa bir zaman diliminde hem ülke içindeki hem de dışarıya kaçan terör uzantılarına haddini bildirebiliyor. Üstelik bunu yaparken ortalığı velveleye vermeden sessiz ve derinden yapıyor bu işi.

Terörün uluslar arası çalıştığı günümüzde hiçbir ülkenin kendi istihbaratının yeterli olmadığını iyi bilmemiz lazım. İran istihbaratı diğer dost ülke istihbaratlarıyla da uyumlu çalıştığını söyleyebiliriz burada. Terör saldırısının ardından teröristleri eliyle koymuş gibi operasyon yapması da bunu gösteriyor. Hasılı İran devleti terör konusunda aciz değil. Bu ülkede teröre kalkan İran devletinin nefesini arkasında hissettiğini iyi biliyor. İran devletini birçok yönden eleştiririm. Ama bu yönüyle gıpta ettim onlara. Birçok alanda rekabet halinde olduğumuz İran’dan devletimizin öğreneceği çok şeylerin olduğunu bu olayla daha iyi anladım.   

Eskiye oranla Türkiye terör konusunda epey mesafe kat etti. İyi de mücadele ediyor. Fakat yeterli olduğunu sanmıyorum. Bunun için istihbaratımızın yabancı istihbarat örgütleri ile karşılıklı bilgi alışverişinde bulunmasında fayda vardır. Teröristin peşine düşerken de soğukkanlı bir şekilde basını işe karıştırmadan, basına bilgi vermeden sessiz ve derinden götürmesi lazım bu işi. 15/06/2017

*17/02/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.