11 Haziran 2017 Pazar

Anladım ki benden moda tasarımcısı olmazmış! *

Yaptığım mesleği seçmeseydim acaba ne olabilir, neyi yapabilirdim diye zaman zaman düşünmedim değil. Az bir çaba ile birçok mesleği yapabileceğime kendimi inandırdım çoğu zaman. Modacılık ve stilistlikte bunlardan biri. Elbiseyi daraltıyor, bolartıyor, her yıla ait bir renk seçiyorsun, ardından mankenlere giydirip podyumlarda iyi bir reklam yapıyorsun, sonra piyasaya sürüyorsun. Satış rekorları kırmamak elde değil. Paraya para demezsin artık. Bu yılın modasını piyasaya sürer sürmez önümüzdeki yılın modasının üzerinde çalışmaya başlarsın. Özellikle erkeklerin giyeceği modeller benden sorulur diye düşünmedim değil.

Erkeklere ait model tasarımlarının yanında kadınların giyecekleri üzerinde de çalışmam gerekir. Ne de olsa bir elmanın yarısı da onlar. Üstelik giyim ve kuşama en fazla önem verenler ve para harcayanlar da onlar. Fakat kadınların giydikleri üzerinde daha başlamadan sınıfta kalırdım diye düşünmeye başladım son zamanlarda. Çünkü elbiseyi daraltmak, bolartmak, eteği kısaltmak ve uzatmakla olmuyor bu işler gördüğüm kadarıyla. Kadınların giyeceği yeni sezon sürümler içerisinde aklıma her şey gelirdi de bugünkü kadın ve kızların giydiği yırtık pantolonlar ne şeytanın aklına gelirdi ne de benim. Hiç düşünemezdim doğrusu. Pantolonun değişik yerlerini yırtmak suretiyle piyasaya sürmek büyük risk gerçekten. Kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi. Kim giyerdi ki yırtık pantolonları sonra? Üstelik yırtık olmayana göre daha pahalı. Ama iş benim düşündüğüm gibi değil. Mağazalar bu şekildeki yırtık pantolonları peynir ekmek gibi satıyor. Çarşıda gördüğün her on bayandan sekiz tanesinin üzerinde bu tür yırtık pantolonları görmek mümkün. Tasarlayan tasarlamış, diken dikmiş, mağazasına alan almış, satan satmış, alan  almış, giyen  giymiş, giydiren de giydirmiş. Herkes durumundan memnun gördüğüm kadarıyla. Ben çatlasam da patlasam da durum bu maalesef. Yırtık pantolonu tasarlayıp piyasaya sürenler bu işi iyi düşünmüş gerçekten. Ellerindeki defolu malları bile bu şekilde eritebilirler. Bu da milli ekonomiye bir katkı aynı zamanda.

Hayatın boyunca hiçbir insana giydiremeyeceğin anormal bir elbiseyi moda diyerek insanların üzerinde eritmek bu çağın modelistlerinin bulduğu en büyük icattır dense yeridir. Yeter ki adı moda olsun. Koşuyor bizim insanımız onu almak ve giymek için. İlk başta anormal görünse de bir süre sonra çok sayıda insanın giymesi normalleştiriyor bu şekildeki giyim tarzını. Bu şekilde ekmeğini taştan çıkartan, insanımızın aklını alan giyim tarzını ortaya çıkaranlara ancak şapka çıkarılır. Helal olsun adamlara! Giydiğini sorgulamayan bu tüketici insanımıza moda diye ne sürsen yeridir bundan sonra. Nasılsa insanımızda ‘Millet ne der, el âlem ne der, kamuoyu bu işe nasıl bakar, ben kalabalıkların içerisine nasıl çıkarım’ demedikten sonra adı moda olan her şey mubahtır artık toplumumuzda.

Moda sahasına girmiş olsaydım aç kalırdım. İyi ki girmemişim. Anladım ki çağın gerisinde kalmışım. Zira ben onların bir karış yukarıda olan akıllarının üzerine çıkamazdım. Siz siz olun eskiyen bir elbiseniz olmuşsa atmayın, kaldırın şimdilik gardırobunuza koyun. Bir gün gelir kendiliğinden yırtılan elbiseler moda olursa  hiç şaşırmayın. Hiç masraf etmeden dolabınızdan çıkarır, giyersiniz. Üstelik bedavadan modayı da takip etmiş olursunuz. Yok ben o zamana kadar bekleyemem, modayı takip edeceğim derseniz o zaman giye giye eskitemediğiniz pantolonunuzu rastgele yırtın ve moda diyerek giymeye başlayın. Böylece hiç masraf etmeden modayı takip etmiş olur, aynı zamanda giymekten usandığınız elbisenizi de değerlendirmiş olursunuz. Belki stilist olamadım ama size gösterdiğim bu kıyağımı da unutmayın olmaz mı? 11/06/2017

* 26/07/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


10 Haziran 2017 Cumartesi

Çocuğumuzun aldığı teşekkür-takdir bizi aldatmasın! *

2016-2017 öğretim yılı uzun bir maratondan sonra sona erdi. 17 milyon öğrenci uzun bir tatile çıktı. Kimimiz gezmek-dolaşmakla, kimimiz de kurs vb etkinliklerle tatilini değerlendirecek. Burada öğretim yılının son günü alınan karnelerle birlikte beraberinde alınan teşekkür ve takdir belgeleri üzerinde durmak istiyorum.

Okullardan ve basından edindiğimiz izlenime göre çocuklarımızın yarıdan fazlası takdir, bir kısmı teşekkür, çok az kişi de herhangi bir belge alamadı. Ortaokullarda zayıfı olan ve devamsızlığı yirmi günü geçen öğrenciler ise sene kaybetmeden şube öğretmenler kurulu kararı ile bir üst sınıfa geçebildiler. Liselerde ise bir elin parmağını geçmeyecek kadar bir öğrenci  sınıf tekrarına kaldı. Özellikle çocuklarının aldığı başarı belgesine sevinmeyen anne ve baba yoktur gibidir. Hatta birçok veli, başarısından dolayı çocuğunu -başta cep telefonu olmak üzere- ödüllendirme yoluna bile gitmiştir. Çocuğumuzun gösterdiği başarıya sevinelim, çocuğumuz da başarı karşısında kendisine alınan ödüle sevinsin. Burada değinmek istediğim husus, çocuğumuzun aldığı teşekkür ve takdirler ne derece çocuğumuzun başarısını gösteriyor? Çocuğumuzun aldığı puan ya da öğretmenin verdiği puan ne derece gerçek başarıyı göstermektedir. Eskiden bir sınıfta takdir alan öğrenci sayısı üçü-beşi geçmezken şimdi neredeyse sınıfın tamamına yakını takdir belgesi almaktadır. Bu demektir ki çocuğumuzun dönem sonu puan ortalaması 85,00-100 puan aralığındadır. Teşekkür alanların puan aralığı da 70,00-84,99 arasında demektir. Alınan takdir belgesini çocuğumuz bileğinin hakkıyla bir emek sarf ederek elde etmiş ve bunda öğretmenin fazla katkısı yoksa veli ve öğrencilerin sevinmesinde sınır yoktur. Haklarıdır, diledikleri kadar sevinsinler. Burada veli ve öğrenci elini başına koyup önce bir düşünmeli. Eğer öğretmen sınıf içi etkinlik veya performans puanlarını yazılı notlarından çok yüksek bir şekilde vermişse bu demektir ki çocuğumuzun aldığı başarı belgesinde bir sorun olabilir diye düşünmek gerekir. Abartılarak verilen yüksek puanlardan ne veli, ne öğrenci, ne okul yönetimi, ne de MEB şikayetçidir. Herkes durumundan memnun görünüyor. Bunu bilen öğretmen de döşüyor yüksek sözlü notlarını. Alan razı veren razı durumu yani. Kazara sözlü notunu tartarak veren öğretmen olursa da tüm paydaşların gözü onun üzerinde oluyor. Kimi bilgi edinmeye, kimi alo 147’ye, kimi okul yönetimine öğretmen hakkında dilekçe vererek şikayetçi olma yoluna gidiyor.

Sevindirmek güzeldir. Keşke kazın ayağı hep öyle gitse yine sorun olmaz. Her yıl yüksek puanlarla birlikte takdir belgesiyle dönemi kapatan ne  öğrenci ne de veli işin farkına varabiliyor. Hepimizin ayakları havada. Yere basmıyor bir türlü. Kimse önünü göremiyor. Çünkü başarıysa mesele zaten belge de bunu gösteriyor. O halde orta yerde bir sorun gözükmüyor. Ne zamana kadar devam eder bu durum? Çocuğumuzun hayat-memat meselesi dediğimiz sınavlara özellikle YGS, LYS sınavlarına kadar bu iş bu şekilde devam eder gider. Sınavda istenilen başarı gelmeyince “Çocuğumuza nazar değdi, çocuğumuz heyecanlandı, çocuğumuz sınava kendini veremedi…” demeye başlıyoruz.

O zaman ne yapmamız lazım? Veli ve öğrencinin önünü görebilmesi için öğretmenin ölçülebilir, objektif not vermesi gerekiyor. Öğretmen yapar bunu yapmaya. Yeter ki paydaşlar tarafından “TEOG’da, YGS ve LYS’de diploma notu önemli, özel okullar hep tam puan veriyor, böylece bizim çocuklarımızın hakkı yeniyor…” şeklinde öğretmene manevi bir baskı yapılmasın. Yoksa kendi kendimizi kandırmaya devam eder. İşin başında tedbirimizi alamayız. Bu durumda olan da bize ve çocuğumuza olur. 10/06/2017

* 12/06/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

9 Haziran 2017 Cuma

Olayların perde gerisini okuyabilmek

Bize nahoş gelen hiçbir olay kendiliğinden meydana gelmez. Mutlaka öncesi vardır, tetikleyen etmenleri vardır. Toplum olarak olayları nasıl okumamız gerekiyor?

Sömürgeci devletler plan yaparken en az yüz yıllık bir plan yapmakta ve onu oyuna koymaktadır. Sömürgelerine engel olan Osmanlı’yı yıkarak başladılar işe. Bizi etrafı düşmanla dolu küçücük bir toprak parçasına hapsederken onlar Orta Doğuyu bir güzel pay ettiler kendi aralarında. Zaman zaman bu paydan daha fazla pay almak için taşları yerinden bir oynatırlar. Taşlar yeniden yerine oturuncaya kadar hem silah satarlar, hem de gücü olmayan piyon devletleri kendilerine biraz daha yaklaştırırlar. Bu esnada ölen ölene. Ölen de hep Orta Doğu insanı, akan kan da Müslüman kanı. Piyonlar birbirini kırıp geçirirken büyük devletler olayları ‘endişe ile izlediklerini ifade ederler, barış nutukları atarlar, tarafları ‘sükûnete’ davet ederler. Müslümanlar birbirini kırıp geçirirken iyice güç ve takattan kesilir, bu sefer imdatlarına olayları planlayan ve tetikleyenler yetişir. Bir barış havarisi gibi olaylara el koyar ve pastadan büyük payı kapar. Büyük devletler kaybederken bile kazanırlar hep. Çünkü hiçbiri tek ata oynamaz. Birden fazla atı sahaya sürer. Hangisi gücü ele geçirirse onu muhatap kabul ederler.

Biz çoğu zaman meydana gelen olayın üzerinden yorum yapıyor, tarafımızı belirliyor ve yaygarayı basıyoruz. Sloganlarla yaşıyoruz dense yeridir. Çünkü hiçbir olayı derinlemesine irdeleme yoluna gitmiyoruz. Bu, işin kolaycılığına kaçmak, olaylara yüzeysel bakmak demektir, hamasi konuşmak demektir. Biz; şu haklı, bu haklı değerlendirmesinde bulunurken oyun kurucular çoğu zaman Üsküdar'ı geçmiş ve yeni bir dünya kurmuş oluyor.

Günübirlik yaşıyoruz, yarınımız yok dense yeridir. Ne dünümüz var ne de yarınımız. Rüzgarın sürüklediği yaprak misaliyiz. O nereye sürüklerse kendimizi orada buluyoruz. Yarına dair planımız olmadığı gibi düne dair bildiklerimiz de kalıplaşmış, değişmeyen bilgilerden ibarettir. Bu basmakalıp bilgiler çoğu zaman günümüzde cereyan eden olayları doğru okumamıza da engel olmaktadır. Yıllar geçiyor, iklimler farklılaşıyor, kişi ve aktörler değişiyor...nedense kafamızdaki basmakalıp fikirler değişmiyor. Günümüzde ortaya çıkan menfur bir olayı değerlendirirken çıkış noktamız hep geçmişteki bilgi kırıntısıdır.

Devir günübirlik yaşama ve yorumlama dönemi değildir. Olayları derinlemesine analiz etmede fayda vardır. Özellikle dış politikada hamasi nutuk ve tarafgirlikten ziyade olayların birkaç hamle ilerisini görmek için çaba sarf etmek gerekiyor. Fevri hareketten kaçınmamız lazım. Güçlü olmak için tek devlet hayali kurmaktan ziyade devletlerle birlikte hareket etme planları yapmalıyız. Unutmayalım ki tüm savaşlara beşiklik eden Orta Doğu’da devlet olmak da zor, yaşamak da. Çünkü sömürgecilerin emelleri bitmedi hala oralarda. Sürekli kaşıyacaklar. Oralarda söz sahibi olmak için güçler dengesi içerisinde kaybolmadan varlık mücadelesi vermeliyiz. Arazide çarpışan olmaktan ziyade masada oturma planları yapmalıyız. En son söylememiz gerekeni ilk başta söyleyerek pazarlık şansını yok etmemeliyiz. Taraflar bizi taraflar arasında denge gözeten biri olarak görmeli. Bunun için de soğukkanlılığı hiç elden bırakmamalıyız. 09/06/2017




8 Haziran 2017 Perşembe

Kamu adına düzenlenen iftar etkinlikleri

Ramazan dolayısıyla en fazla öne çıkan etkinliklerden biri de şüphesiz iftar programlarıdır. Neredeyse tüm kamu kurum ve kuruluşları, siyasiler, STK'lar, belediyeler, kaymakamlıklar iftar programı düzenlemede yarışıyorlar dense abartılmış olmaz. Yapan yapana.

Kimin parasını kime veriyorlar meselesi var ama konum bu değil. Haydi verdiler diyelim. Hepsi için söylemeyeyim ama bazıları yapılan bu etkinlikleri sanal medyadan paylaşmadan beri kalmıyor. Hatta kendisine gelen davetiyeyi "teşekkür ederim" şeklinde sayfasında paylaşanlar var. Yemek masasında çekilmiş fotoğraflar da eksik değil. Kimler katılıyor bu davetlere? Baktığımız zaman üst düzey yapılan davetlerin konukları da üst düzey. Artık iftar programları mahallinde kalmıyor. Neredeyse Tüm Türkiye'yi kapsıyor. Yapılan davete icabet etmek için kişinin kilometrelerce uzak yoldan davete katılması gerekiyor ve anı ölümsüzleştirmek için çekilmiş fotoğraflara bakılınca uzak-yakın denmeden davetlere özel misafirlerin katıldığı görülmektedir. Davetler ise mütevazı görünümünden uzak bir şekilde yapılmakta. Yer seçiminde çoğu zaman oteller ve lüks lokantalar seçilmektedir. 

Türkiye geneline yönelik yapılan iftar programlarında boy gösterenlerin çoğu muhitinin kalbur üstü olanlarından oluşuyor. Normal vatandaş yer almıyor nedense iftar sofralarında. Köylü Ahmet Ağa yok. Kim var peki? Bölgenin sivil kuruluşlarının ya başı ya da yönetiminde görev alanlar. Haydi ağırlıkları var, belli bir zümreyi temsil ediyorlar, diyelim. Niçin belli kişilerin arasında dönen bu tür iftar programları fotoğraflarla sanal alem veya sosyal medyadan tüm Türkiye'ye servis ediliyor? Göz hakkı denen bir şey var. Bu tür davetler niçin kapalı kapılar arasında yapılmaz. Haydi yapıldı diyelim. Gönderilen davetiyeler kişiye özel davetiyelerdir. Niçin herkesin görebileceği şekilde cümle alemin gözüne sokarcasına paylaşılıyor. Bulunduğu makam ve mevki itibariyle kendisine gönderilen davetiyeyi sosyal medyadan paylaşmada acaba ne murat edilmek istenmektedir? "Bakın a dostlar! Siz benim kadir-kıymetimi bilmiyorsunuz ama ta nereden bana iftar davetiyesi gelmektedir. Beni basite almayın, ben önemli bir kişiyim" mi denmek istenmektedir bu paylaşımlarla. Bu, nasıl bir psikoloji gerçekten? Anlamakta zorlanıyorum. Diyelim ki üst düzeye yapılan iftar programlarında tüm Türkiye'yi çağırmak mümkün değil, sadece mahallinde ön plana çıkmış kişiler davet edilerek verilmek istenen mesajlar onlar aracılığıyla tüm ülkeye duyurulmak isteniyor. O zaman bu tür organizasyonlara katılanlar üyelerini toplayarak aldıkları mesajı aktarmaları gerekmiyor mu?

Soruları çoğaltabiliriz. Vardır bir hikmeti diyelim. Fakat gördüğüm kadarıyla nefsin terbiye edilmesi, fakirin gözetilmesi de denilen ramazan ayında yapılan bu tür pahalı ve lüks iftar programları bu ayın atmosferine uymuyor. Hikmetini anlayamasak da haydi yapıldı diyelim. Buralarda yenen yemekleri sosyal medyadan paylaşma ile diğer günlerdeki yemek ortamlarını paylaşmanın arasında ne fark var.?Yiyebilen var, yiyemeyen var. 

Özellikle kamu adına bir işlev icra edenlerin kamu malını yetim malı bilmelerinde fayda vardır. Arkasına devletin imkanlarını alarak belli zümreye iftar vermek hakkaniyete uygun değildir diye düşünüyorum. Kendi ceplerinden verdikleri iftarları eleştirsem de bir şey diyemem. Kendi parasıdır, istediği kişi ve dostunu davet eder derim. Ama kamu malını kimsenin deniz görmesini hiç uygun görmem. Hiç düşündüler mi acaba? Bu tür lüks iftar etkinlikleri ile ne kadar aç ve susuz insanın bir aylık gideri karşılanır? Özellikle dini hassasiyetlerini hissettirenlerin bu konuda daha fazla duyarlı olmalarında fayda vardır. 

Dedim ya  bir türlü anlayamadım bu tür organizasyonların gerisindeki hikmet ve mantığı. Kim bilir, belki de böyle yerlere davet edilmediğimdendir benim hırçınlığımın, çekememezliğimin nedeni?08/06/2017


Açlık ve yoksulluk sınırı denen ne menem bir şey ki?


Yan taraftaki tabloda TES-İŞ'in dört kişilik bir ailenin bir aylık açlık ve yoksulluk sınırı gösterilmiştir. Özellikle sendikalar her ay rutin olarak açlık ve yoksulluk sınırı araştırmalarını kamuoyu ile paylaşırlar. Tabloyu değerlendirirken 2017 asgari ücret net maaşının 1404 lira olduğunu, evli ve üç çocuk sahibi birinin eline yaklaşık 1500 lira geçmektedir. 

Tabloya şimdi yeniden göz atalım.Dört kişilik bir ailenin açlık sınırı; 1528, yoksulluk sınırı ise 4979 lira. Bu tablo neye göre hazırlanıyor, bilmiyorum. Ama bu araştırmalar ciddi bir şekilde yaşıyorsa dört kişilik bir ailenin insanca yaşayabilmesi için eline 4979 lira geçmesi gerekirken maalesef asgari ücretlinin eline 1500 lira geçiyor. Bence sendikalar açlık sınırını belirlemekten ziyade bugün açlık sınırının altında ücret alan insanların nasıl yaşadıklarını, niye hala sağ kalıp ölmediklerini araştırmaları gerekiyor. Araştırma sonucu çıkan sınır ile verdiğimiz maaş bu ülkenin yüz karası görünüyor. Bugün asgari ücretli insana verdiğimiz para ile ölmeden yaşayabilirsen yaşa, yoksa kendin bilirsin, daha mezar orada demek gibi bir şey bu. 

Bu ülkede asgari ücretle çalışan insanların sayısı az değil. Burada asgari ücretlilere zam falan isteyecek değilim. Sadece empati yapalım biraz. Özellikle asgari ücreti belirleyen kişiler ve siyasi irade fazla değil sadece bir ay boyunca asgari ücretliye layık olarak gördüğümüz maaş ile geçinsinler. Eğer geçinebiliyorlarsa hiçbir şey demeyeceğim onlara. Aldıkları da helali hoş olsun, diyeceğim. Fakat asgari ücretliye reva görülen bu para işverenin ve bu ülkeyi yöneten insanların dişinin kovuğunu dolduracak kadar bir çerez parası bile değildir. O zaman niye empati yapmıyoruz. Kendimize yapılmasını istemediğimizi niçin başkasına yapıyoruz? Ülkenin imkanları çerçevesinde niçin sorumluluğa göre hakça paylaşım yapmıyoruz? Biz böyle her yıl yüz lira gibi komik bir rakamla zam verdiğimiz bu insanlar içimizde bu şekilde yaşadığı müddetçe bu ülkede sosyal adalet dengesini kurmamız mümkün değildir. Bu insanların huzurlu, mutlu olmaları, gelecek kaygısı çekmemeleri mümkün değildir. Aldığı parayla ayın sonunu nasıl getireceğim hesabı yapan bir ailenin çocuklarına iyi bir gelecek vadetmesi mümkün değildir. Yarı aç, yarı tok ölüme terk edilmiş insanlar olarak görmek lazım bunları.

Bu ülkenin yönetenleri, iş verenleri bir araya gelerek bu insanların hayat standartlarını nasıl normal bir seviyeye çıkarırız hesabını yapmalıdırlar.  Sizin yediğiniz önünüzde, yemediğiniz arkanızda olacak şekilde bu insanları aç be aç, naçar bir şekilde bırakmak suretiyle bu hayat bu şekilde devam ediyorsa nasıl yattığınız yerde rahat edebiliyor, nasıl gezdiğiniz yerde rahat dolaşabiliyor, nasıl yediğinizi rahat yiyebiliyorsunuz? Ancak insanda vicdan ve insafın kalmaması demektir bu. Taşıdığınız mide nasıl bir mide? Gerçi siz toksunuz, açın halinden, açlık sınırındaki insanın haleti ruhiyesinden anlamazsınız. Yiyin efendiler yiyin! Hem de tıka basa yiyin. Bu insanlar sizler bey gibi yaşarken içinizde yaşamaya ve yaşam mücadelesi vermeye devam etsinler. Eğer buna yaşama denirse. Unutmayın ki bu toprağın üstü varsa bir de altı var. Bu dünyada sorumluluk sahibi olanlar öbür dünyada bunun hesabını nasıl verecekler? Bunu bir düşünmelerinde fayda vardır. Komşusu açken bu dünyada tıka basa yiyenler, unutmayın ki öbür dünyadaki payınızdan yiyorsunuz. 

Yarınını düşünenlere ne mutlu! yarınını başkalarını düşünerek yaşayanlara ne mutlu! 08/06/2017

Namus 'İki bacak arası' değil, ama soyunmak hiç değildir...

Ar, namus, iffet, edep, haya milletimizin olmazsa olmazlarındandır. Uğruna kavgalar eksik olmaz. Hatta ölüm ve öldürmeler olur. Adına da 'Namusumuzu temizledim, namus uğruna işledim" bile denir.

Ekseriyet namus konusunda hassas iken içimizden bazıları, "Namus sadece iki bacak arası değildir" şeklinde eleştiri getirir. Doğru, namus sadece iki bacak arasından ibaret değildir. Ama tamamen soyunmakta değildir. Tamam her beraber namusu sadece iki bacak arasına hapsedenleri eleştirelim. Ama insafı elden bırakmadan insanların içerisinde anadan uryan soyunan insanlara da söyleyecek iki çift lafımız olsun. Nedense namusu sadece iki bacak arasından ibaret kabul etmeyenleri özellikle sahillerde sadece iki bacak arasını ve göğsünü kapatmış bir vaziyette görmek mümkündür. Mademki halkımızın değer yargılarından olan namus kavramı anlayışı masaya yatırılıyorsa bizlerin de sadece iki bacak arasını kapatanların anlayışını  masaya yatırmamızda fayda vardır.

Namus kavramı ve anlayışına hangi pencereden bakarsak bakalım, öncelikle kadının erkeğe, erkeğin de kadına ilgi duyması kadar doğal bir şey olmadığını bilmemizde fayda var. Ne olursa olsun Allah’ın meşru ölçüler içerisinde izin verdiği faydalanmanın dışında insanların eline, beline ve diline sahip olması gerektiğini düşünmemiz gerekiyor. Yani insanımız uçkuruna sahip çıkmalıdır. Çünkü neslin sağlıklı gelmesinde mutlaka namusa verdiğimiz önem ön plana çıkmaktadır. Uçkuruna sahip çıkmayı Hz Fatıma hayırlı hanımı tarif ederken "Hayaliyle de olsa haramlarda gezmeyen, beyini de haramlarda gezdirmeyen hanımdır." diye açıklar. Yine Hz Ali hayırlı beyi, “Hayaliyle de olsa haramlarda gezmeyen, hanımını da haramlarda gezdirmeyen beydir." şeklinde izah eder. Fark etti iseniz Hz Ali ile Fatıma hayırlı kimseyi tarif ederken hem erkeği hem de kadını konu edinir. Yani namusu sadece kadında aranan bir özellik olarak görmezler.

Kültürümüzde nasıl ki kadınlar tuvaleti, kadınlar hamamı ayrı ise plajlarda da buna dikkat etmede fayda vardır. Yatak odasında bile bulunulamayacak bir kıyafetle pardon kıyafetsizlikle kadının ve erkeğin aynı ortamda denize ve havuza girmesinin savunulacak bir yönü olmasa gerek. Kadının erkekten, erkeğin de kadından kaçınmasında fayda vardır. İki hafta öncesinde bir vesileyle eş-dost ile birlikte bir sahil kenarına gittim. Yüzme bilmem ama mademki denize geldim, en azından içine girip çıkayım istedim. Otelimize ait tahsis edilmiş bölümde suya girdik. Biz girerken eşlerimiz girmedi, onlar girerken de biz girmedik. Fakat tanımadığımız kişilerin içimizde anadan uryan arzı endam ettiğini görünce ne oluyor dedim kendi kendime. İşin garibi ben ve dostlarım bu durumu garip karşılarken yanında eşi veya sevgilisi olan karşıt cinsin erkeklerin içerisinde denize girerek sonra güneşlenmek için bulunduğumuz mahalde hiç kaçınmadan rahat tavırlar içerisinde bulunmaları içine düştüğümüz durumu göstermesi bakımından manidar gerçekten. Ne diyebilirsin böylelerine, “Az öteye git desen olmaz, bu ne hal desen olmaz.” Zaten bir şey söylesek karı-koca, bize namus adına epey bir nutuk atar ve namus dersi verirdi. Sonunda biz uzaklaşıp gittik oradan.

Toplumumuz ne kadar değişirse değişsin, ne kadar dejenere olursa olsun biz mahremimize kem gözle baktırmayız. En azından bakmamamız gerekir, onları korumaya çalışır, uçan kuştan  bile koruruz. Yanımızda çırıl çıplak uzanan kişilere “Bu kadar da olmaz, edep yahu!” demek geçiyor içimden. Allah kadın-erkek, hiçbirimizi haya perdesinden yoksun bırakmasın. 08/06/2017

  




7 Haziran 2017 Çarşamba

İmam-hatiplerde aranması gereken vasıflar

İlmihal kitaplarına bir göz atarsak namaz kıldıracak kişide bulunması gereken temel özellikleri "Müslüman, akil-baliğ, erkek, Kur'an'dan yeterince ezber bilmesi ve imamın özürlü olmaması" olmak üzere  maddeler halinde bulmamız mümkündür. Burada tüm maddeler üzerinde durmak gibi bir niyetim yok. Merak eden sanal alemden de bulabilir.

İmam olma özelliklerinden biri gördüğümüz gibi imamın özürlü olmaması. Bu özellikler imamda olmazsa olmaz şartlardandır. Sorularla İslamiyet adlı sitede imamın özür durumuyla ilgili, “…Özürlü olmayanlar, özürlü olanlara uyamazlar. Körün imamlığı sahihtir. Ama ondan daha ehil kimse varsa, onun imamlığa geçirilmesi tenzihen mekruh olur.” açıklaması mevcuttur. Acaba bu şartlara yeterince önem veriliyor mu? Gördüğüm kadarıyla dikkat edilmiyor. 1995-2002 yılları arasında görev yaptığım bir ilde mahalle imamının elleri çolak idi. Görüntüsü itibariyle kendi pantolonunu bağlaması bile mümkün değildi. Yine doğup büyüdüğüm ilçemde görev yapan bir görevlinin sağ eli mevcut değildi. Geçen gün şehir merkezinde öğle namazı için gittiğim bir camide imam olmadığı için onun yerine namaz kıldıran müezzinin ise sol eli çolaktı. Dikkat ettim elini dizine koyamıyor, secdeye giderken önce sağ elini yere koymak suretiyle secdeye gidiyor, yine kalkarken zorlanıyor, elini bağladığı zaman sol eli görev yapmıyordu.

Yazımı okuyan bana, “Özür bir Allah vergisidir, insanın kendisinden kaynaklanmıyor…” diye bir eleştiri getirebilir. Böyle bir eleştiriye eyvallah, el- hak doğru derim. Allah kimseye bir engellilik veya özür vermesin. Biz onlara baktıkça Allah’ın kendimize verdiği sağlam vücuttan dolayı ne kadar şükretsek azdır. Bu şekilde engelli kişileri zaman zaman otobüste, iş yerlerinde, çarşı ve pazarda görebiliyoruz. Onlar da yaşayacaklar, onlar da iş-güç sahibi olacaklar ve çalışacaklar ama kamuda, ama özelde. Fakat bu arkadaşların imamlık gibi cemaatin gözü önünde icra edilmesi gereken bir görevde bulunmamaları gerekiyor diye düşünüyorum. Sonra imam olacak kişide aranacak şartları ben koymadım. Ta geçmişten itibaren konmuş kurallardır. Bu arkadaşlar mutlaka kamu ve özel sektörde mutlaka istihdam edilmeleri gerekiyor. Ama bu istihdamın adı,  imamlık ve yeri, camiler olmamalıdır. Her şeyden önce imamlık temizlik isteyen bir vazifedir. Biz iki elimizle temizliğimize yeterince önem veremiyor ve yapamıyor iken bu şekilde engelli olan kardeşlerimizin yeterince temizliklerini yapabilmeleri mümkün değildir. Piyasada bu kadar sağlam insan varken bu arkadaşların sağlam kişilerin önüne geçerek namaz kıldırmaları uygun değil gibi geldi bana. Evet, bu şekilde engelli kişilerin kıldırdıkları namaz her ne kadar namaza mani değilse de tenzihen mekruh kabul edilmektedir. Din görevlilerini seçen Diyanet İşleri Başkanlığının bundan sonra imam-hatip ve müezzin seçiminde  gerekli özeni göstermesini istiyorum. Daha önce ataması yapılan ve halen görev yapan bu şekilde engelli kardeşlerimizin  müftülüklerde veya diğer kamu kurum ve kuruluşlarında memurluk yapacak şekilde planlanmasında fayda vardır.

İmamda aranan beş temel şarttan başka liyakat esasına göre başka esaslar sıralanır ilmihal kitaplarında. Bu özelliklerden biri de ‘güzel sesli olmak’tır. Bildiğimiz gibi güzel ses bir Allah vergisidir. Her insanda bulunmaz. Ama sesin eğitimli olması önemlidir. Hiçbir makam olmadan rastgele Kur’an ve ezan okumak cemaati bezdirebilir. Sesin akıcı olmasında ve terbiye edilmesine mutlaka ihtiyaç vardır. Her Kur’an ve ezan okuyan mihraba ve müezzinliğe geçmemelidir.

İmamlıkta olması gereken özelliklerin her biri önemlidir. Yazımı uzatmama adına burada hepsinden bahsetmeyeceğim. Bundan sonra imam alımında daha önce belirtilen özelliklere azami gayret gösterilmelidir. Hatta yeni şartlar konmalıdır. Özellikle İlahiyat Fakültesi mezunu olan kişilerin sayısında günümüzde bir artış söz konusudur. Pekala, lisans mezunu olma şartı getirilebilir. Yine imamların her şeyden önce ahlaki yönden parmakla gösterilen kişiler arasından seçilmesinde fayda vardır. 07/06/2017