6 Haziran 2017 Salı

Eğitim ve öğretim üzerine öneriler -II-

Beş yıllık zorunlu eğitim önce 1997 yılında 8 yıla, 2012 yılından itibaren de 12 yıla çıkarıldı. Şimdi de zorunlu eğitimin 13 yıla çıkarılması gündemde. Bir filden şikayetçi olan Nasrettin Hoca'nın, Timur’dan ikinci fili istemesine benzer bu durum.

Yetkililerimiz 12 yıllık zorunlu eğitimden ne buldular ki 13 yıla çıkarmayı düşünüyorlar. Baştan söyleyeyim bu ülkenin sorunu yapılan eğitimin yıl bazında az veya çok olmasından kaynaklanmıyor. Amaç sorunu çözmekse eğer, çözümü başka yerlerde aramak lazım. MEB'in çabası "Kellim kellim la yenfeu" olmaktan öte bir amaca hizmet etmeyecektir.

Bizim kültürümüzde "Beşikten mezara ilim öğrenme vardır." bir defa. Öğrenmenin yaşı, başı ve sınırlaması olmaz. Eğitimde yıl dayatmasından ziyade eğitim ve öğretimin belirli bir yaşa kadar örgün, ardından yaygın ve çıraklık şeklinde devam etmesinde fayda vardır. Marifet ana sınıfından alınan çocuğun sene kaybetmeden liseyi bitirmesi olmamalıdır. Burada sorun kapasitesine, yeteneğine bakılmadan aynı yaş grubundaki çocukların aynı ortamda okutulmasının istenmesidir. Nasıl ki beş parmağın beşi de bir değilse kapasite, fıtrat, zeka ve akıl yönünden de çocuklarımız aynı değildir.

Çocuklar ilk kademeyi bitirdikten sonra kapasite ve yeteneklerine göre tasnif edilmeli. IQ-zeka testi çıkarılmalı her çocuğun. Zekasına göre sorumluluk verilmeli. Hangi zeka türünün ne kadar okuyacağı tespit edilmeli. İş şansa bırakılmadan, herkesi aynı torbaya koymadan yol almanın yolları bulunmalıdır. Bazı çocuklar vardır ki ortaokul 6.sınıftan itibaren çıraklık eğitim marifetiyle meslek öğrenme yoluna gitmelidir, bazı çocuklar, ortaokulu bitirdikten sonra yeteneğine uygun iş alanlarını öğrenmek için seçilmelidir. Bazı çocuklar liseyi bitirdikten sonra iş hayatına atılmalıdır. Bazı çocuklar vardır ki üniversiteyi okuması zorunlu hale getirilmelidir. Bazıları vardır ki lisans eğitiminin üzerine yüksek lisans yapma yolu açılmalıdır. Devlet hangi alanda ne kadar elemana ihtiyaç varsa bir fizibilite çalışması yaptıktan sonra zeka testine uygun öğrenci seçerek eğitim ve öğretimde mesafe almalıdır. Her öğrenciye her sınıfı, her dersi okutma modasından vazgeçilmelidir. Çünkü bu iş kapasite meselesidir. Çocuklara kaldırabileceği kadar yük yüklenmelidir. 

Bu ülkenin sadece üniversite mezunlarına değil, hayatın her alanında çalışabilecek insan gücüne ihtiyacı vardır. Çünkü hayat iş bölümünden ibarettir. Liseyi bitirdikten sonra üniversite kapısında öğrencileri bekletmek, onlara zorla üniversite kazanma yolunu dayatmak, üniversiteyi okuduktan sonra alanıyla ilgili iş verememek hayra alamet değildir bilesiniz. Herkesin efendi olmaya çalıştığı bir ortamda hizmet sahasında çalışacak adam bulunamayacak bu gidişle.

İlkokulu bitirdikten sonra her yaş ve sınıf seviyesinde “Ben okumak istemiyorum” diye bağıran çocukları elemek suretiyle okumaya hevesli, belirli hedefi olan çocukların önü açılmalıdır. Elenen çocuk ya kendine gelecek, ya da ekmeğini ve geleceğini kazanacağı bir alana kayacaktır. Devlet, anne ve babalar okuma hedefi olan kişiler üzerine yoğunlaşacaktır. Siz hangi sistemi getirirseniz getirin, eleme sisteminin olmadığı hiçbir sistem bu ülkeye başarı getirmez. Yaptıklarımızla, sarf ettiğimiz gayret ve çaba ile sadece havanda su dövülmüş olur. 06/06/2017

Eğitim ve öğretim üzerine öneriler -I-

Başta eğitim ve öğretime yön veren siyasiler olmak üzere hepimizin malumudur ki eğitimimizi sos veriyor. Yapılan onca sistem değişikliğine rağmen ileriye gideceğimiz yerde gerisin geriye gidiyoruz. Toplum olarak yerinde saymaya bile razıyız. Eğitim ve öğretimin lise bitinceye kadar ücretsiz ve zorunlu olduğu ülkemizde hem devlet hem de veliler olarak dişimizden tırnağımızdan artırdığımızı eğitime harcıyoruz. Sonuç sıfır elde var sıfır bile değiliz. Sıfır elde eksilerdeyiz.
Başta yetkililer olmak üzere yediden yetmişe eğitim ve öğretimin iyileştirilmesine odaklandık, maalesef bu kadar iyi niyetin bol olduğu bu ülkede bu alanda bir arpa boyu yol alamadık. Denemediğimiz yol, metot, sistem; harcamadığımız para kalmadı. Dolduruyoruz olmuyor, boşaltıyoruz olmuyor. Onca çabaya rağmen ne yaptığımızı bilen varsa beri gelsin. Hiç olmadığı kadar aciziz bu konuda. Eğitim konusunda ortaya koyduğumuz değişimin meyvelerini yemeden akşamdan sabaha yeni değişikliklerle uyanıyoruz durmadan. Yarım mürekkep yalayan herkesin söz söylediği eğitim konusunda yarım bile yalamamış biri olarak bu konuda görüşlerimi ifade etmek istiyorum.
·         Çocuğun başarısında, ona kişilik verilmesinde birinci faktör sınıf öğretmenidir. MEB sınıf öğretmeni seçiminde küçük dimağların seviyesine inebilecek, onları işleyebilecek kalifiye sınıfçılar yetiştirmeli ve çocuklarımızı onlara emanet etmelidir.
·         Ortaokul ve lise eğitim ve öğretim arasındaki uçurumlar yok edilmelidir. Zira öğrencilerin bozulmaya yüz tuttuğu yerler ortaokullardır. İlkokulda tek öğretmeni olan çocuk ortaokula gelince aynı anda 10-12 öğretmenle karşılaşıyor. Hayatında ilk defa böyle bir şeyle karşılaşan çocuk ‘Ne oluyorum’ demeye başlıyor. Çocuk ortaokulda sahipsiz kalıyor, yeterince ona rehberlik yapılmıyor, ağır ders yükünün altında eziliyor; yalanı, dolanı, sahtekarlığı, kopya çekmeyi, devamsızlık yapmayı, okuldan kaçmayı burada bulduğu boşluktan öğreniyor. Yeterince sorumluluğunu üstlenemiyor. İlkokulda görmediği ve yapmadığı kadar sınavı ortaokulda görmeye başlıyor, TEOG’da ihtiyaç olacak diye notlar alabildiğince şişiriliyor. Veli-öğrenci-okul yönetimi notların yükseltilmesi peşinde. Bunu gören öğretmen alabildiğine notları şişiriyor. Böylece kimse çocuğun seviyesini öğrenemiyor. Yapılan merkezi sınav alabildiğine kolaylaştırılıyor ve 17 bin birinci çıkıyor. Herkes mutlu mu mutlu! TEOG sınavına giremeyen öğrenci bir başka zaman telafi sınavına alınıyor, öğrenci sınava gelmediği zaman öğretmen mazeretine bakmaksızın peşinden koşarak  sınavını yapmaya çalışıyor. Takdir almayan öğrencinin sayısı bir sınıfta neredeyse yok gibidir. Hiç belge alamayan teşekkürle yetiniyor.

Çocuk liseye gelince derslerin çeşidi ve haftalık ders yükü biraz daha artıyor, devamsızlık mazeretsiz on güne iniyor, ortaokulda aldığı yüksek notların yarısını almaya başlıyor öğrenci. Bu sefer veli ve öğrenci yine “Ne oluyor” demeye başlıyor. Öğretmeni, yönetimi ve okulu suçlamaya başlıyor. Düşük notu gören öğrenci ve veli derslere takviye amaçlı başka yollara tevessül ediyor. Lise üçüncü sınıftan itibaren geleceğine yön verecek seçmeli dersleri seçmeye başlıyor. Kimse yeteneğine ve yapabileceğine uygun seçmeli dersleri seçmiyor, herkes gelecek vadeden seçmeli dersleri seçiyor. Öğrenci kakalamaca okulu bitiriyor. Önce YGS, ardından LYS sınavlarına giriyor. Bu sınavlara giren öğrenci sınav başlama saatinden en az 15 dakika önce sınav yerinde olmak zorunda. Olamadıysa hiçbir mazeret kabul edilmez. İştah ve hevesini önümüzdeki yıla saklar. Sınava giren çoğu öğrenci boyunun ölçüsünü alır, TEOG’da sayısız birincinin yerini birkaç birinci alır. Çoğu kimse barajı geçemez, TEOG birincisinden fazla sayıda öğrenci sıfır çeker. Çünkü burada ortaokulun zıddına dört yanlış bir doğruyu da götürmektedir. Anlatmak istediğim ilkokul, ortaokul, lise okuma ve değerlendirme arasında uçurumlar vardır. Basitten zora doğru azar azar sorumluluk verilerek makas daraltılmalıdır.

İlkokulda alabildiğine verilen geniş alan, biraz daraltılarak ortaokulda devam ediyor, lisede ise tamamen sıkboğaz etme yoluna gidiliyor. Ortaokulda çocuğun gerçek başarısı ve yeteneği ölçülemediği için veli, çocuğunun lisede değiştiğini sanıyor. Halbuki, esas çocuğun kendini ve sorumluluğunu kaybettiği alan ortaokullardır. İşin garibi çocuğa sorumluluk verilecek yer olan ortaokulda çocuklara rehberlik yapabilmek için 8.sınıf hariç müstakil bir ders saati bile yoktur. 8.sınıf ve lisede yapılmak istenen rehberlik en fazla ihtiyaç duyulduğu 5.6.7.sınıflardan esirgenmektedir.

Ortaokulda ders çeşitleri ve haftalık ders yükü azaltılma yoluna gidilebilir. Devamsızlık için bir süre belirlenebilir, Beden Eğitimi gibi öğrenciyi rahatlatacak, oyun isteğini giderecek derslere haftalık ders saatinde daha fazla yer verilebilir. Belirli bir not ortalamasını yakalayamayan öğrencinin sınıf tekrarı yapılmasına imkan verilebilir, ŞÖK ile öğrenci geçirme yöntemi kaldırılmalıdır. Özellikle ortaokullarda getirilecek eleme usulü eğitim ve öğretimde başarıyı yakalayacak düşüncesindeyim.

Kangren haline gelmiş eğitim ve öğretimi birkaç öneri ile halletmek mümkün değildir. Başka yapılması gereken hususlar da vardır. Ama ne yaparsınız ki tüm bunları yazmaya bizim sayfamız yeterli gelmez. Bu yüzden önerilerimi burada noktalamak istiyorum. 06/06/2017



5 Haziran 2017 Pazartesi

Ramazan ve ben *

Geçen yılın ramazan başlangıcı olan 6 Haziran aynı zamanda benim doğum günümdü. Ramazanda doğduğum zaman ailem isim bulmada zorlanmamış, birçok ailenin yaptığı gibi, “Bunun adı ramazan olsun” demiş. Geçen yıl ramazanın başlangıcı dolayısıyla kendi sayfam olan blogspotumda (http://dilinkemigiyok.blogspot.com.tr/2016/06/ramazann-ilk-gunu-ben.html) ramazanla ilgili yazdığım yazıdan bir kesit paylaşmak istiyorum:

06/06/2016 tarihi itibariyle 219.213 kişi Ramazan ismini kullanıyormuş. Türkiye'de en fazla kullanılan 58.isim. Sözlüklere göre ‘ramaz’ kökünden türemiştir. Yanmak manasına geliyor. Güneşin sıcaklığının şiddetinden gayet kızmasıdır ki böyle pek kızgın yere ‘ramda’ denir.  Bu aya ‘Ramazan’ denmesinin bir sebebi; bu ayın günahları yaktığıdır. Elmalı Hamdi Yazır'a göre bu ayda açlık, susuzluk hararetinden ıstırap çekilir. Veyahut oruç hararetinden günahlar yakılır.  Ayrıca yaz sonunda güz mevsiminin başlangıcında yağıp yeryüzünü tozdan temizleyen yağmur manasına gelen ‘ramadiyun’ mastarından gelir. Bu yağmur yeryüzünü yıkadığı gibi şehr-i Ramazan da ehl-i imanı günahlardan yıkayıp kalplerini temizlediği için bu isim ile isimlendirilmiştir. 

Özetlersek Ramazan: Yanmış, kızarmış, kızgın, yağmur anlamlarına geliyor. Bugün malumunuz Ramazan ayının ilk günü idi. İlk günde yakmadı. Hava bulutlu ve hafif rüzgarlı idi. 17 saati aşkın oruçlu olduk, ilk gün  teğet geçti, halen yakmadı. Susatmadı. Başı rahmet deniyordu. Bu akşam rahmetine de kavuştuk. Teravihe giderken ıslattı bizi.  İnşallah rahmeti daim olur bizlere.

219 bin isimden % 90'ı bu ayda dünyaya geldiği için bu ismi almıştır. Diğer 10'luk bir kesim baba ya da dedenin isminin verilmesinden ibaret olsa gerek. Ben de bugün yani Ramazan ayında doğduğumdan bana,  bu isim verilmiş. İsmimle müsemma olmuşum: Yanmış, sararmış, susamış, kızarmış görüntüm tam Ramazan'ı ifade ediyor sözlük anlamı itibariyle. Hatta öyle ki; kimine göre kırmızı, kimine göre sarı, kimine göre turuncu, kimine göre havuç renkli saçlarım alameti farikam olmuştur. Saçlarımın şimdilerde ağarmış olması sizi yanıltmasın... Hatta saçımın rengi yüzüme de vurmuş……Doğum günümle Ramazan'ı karşıladım. Rabbim nefsime ağır gelen nice ramazanlara ulaştırmayı ve bu ayda samimi bir şekilde oruç tutmayı nasip etsin cümlemize.”

Hasılı, siz yılda bir ay ramazanı yaşıyorsunuz. Ben hem ismim, hem ruhen, hem de fiziki yönümle 12 ay bu mübarek ramazan ayını yaşıyorum. Kışın üşür, yazın da yanarım. Hele bir Güneş görmeye görsün yüzüm. Kırmızı yüzüm kıpkırmızı olur. Günlerce yanmış yüzümü iyileştirmek için uğraşırım… İsim olarak sayımız fazla olduğu için bir yerde biri ‘Ramazan!’ diye seslense kime sesleniyor diye en az  birkaç kişi birden bakarız. İsmimi duyan, rengimi gören de aynı zamanda ramazanı yaşamış olur. Bereket, ramazan bu sene tıpkı geçen ramazan gibi serin geçiyor, Güneşiyle fazla yakmıyor. En azından ramazanın şu ilk on günü böyleydi. İnşallah geri kalan günler de bu şekilde geçer. Allah her zorlukla beraber bir kolaylık veriyor. Yeter ki sabretmesini bilelim, böylece muradına ereriz.

Bu vesileyle ramazan; adına uygun olarak verdiği açlık, susuzluk hararetiyle günahlarımızı yakar inşallah! Yağan yağmurlarıyla bizleri günah kirinden temizler! Kalplerimizi iman ile mutmain kılar! 05/06/2017

* 07/06/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

"Büyük mü, küçük mü?"

Belediyelerimizin hizmetlerinden birisi de tuvaletlerin bedava olması. Çarşının birçok yerinde görebilirsiniz. Yan tarafta gördüğünüz resmi bugün Zafer Meydanında çektim. Epeydir geçmiyordum oradan. Ne zaman yapıldı bilmiyorum. Ama o bölgedeki insan yoğunluğunun ihtiyacını giderecek türden bir yer olmuş. Belediyelerimizin yeni hizmet anlayışında wc'lerden para almak yok artık. Üstelik içerisi de bakımlı mı bakımlı.

Çok değil 8-10 yıl öncesinde Konya'daki tuvaletlerin Çıkrıkçılar içindeki wc hariç çoğu paralı idi. Vatandaş ihtiyacını karşılamak için mutlaka para ödemesi gerekiyordu. Çünkü her tuvaletin girişinde tuvaletin temizlik işlerine bakan kişi oturur olurdu. Çıkışta parasını alırdı. Bazıları kolonya tutar ve peçete verirdi yaptığı hizmete karşılık. 

Tuvalet ihtiyacından sonra ödenen paranın bir ehemmiyeti yoktu.  Ama kiminin parası vardı, kimin yoktu. Kim akıl ettiyse para alınmaktan vaz geçildi. belediyeleri bu hizmetinden dolayı tebrik etmek lazım. Belediyeler bu şekilde amme hizmeti verirken biz bu hizmeti takdir ederken üzümünü yediğimiz bu bağ kimin diye sormazken belediyelerimiz kaz gelecek yerden tavuğu esirgemediğini de düşünmek lazım. Bize buraları bedava yapan belediyelerimiz evlerde kullandığımız suların yanında aldıkları yüksek atık-su bedelleri onlara yeter de artar bile. Neyse bu konu ayrı bir konu.

Ben bugün Zafer'deki ücretsiz wc levhasını görünce çocukluğumdaki ücretli wc'lerin kapısında yazılı olan wc fiyatları aklıma geldi. Gerçi paramız 8-10 yıldır epey değişti ama bugünün parasıyla söyleyelim. "Büyük 1 TL, Küçük 50 Kuruş" yazılı idi. Yani tuvalet ihtiyacının büyüğünün fiyatı ayrı, küçüğününki ayrı idi. Bugün çoğumuzun Teksas Durağı diye bildiğimiz Alaaddin otobüs duraklarının karşısında bugünlerde olmayan bir tuvalet vardı. Orada yazıyordu fiyat listesi. Bazı yerlerde yazmazdı ama görevli çıkarken sorardı: "Büyük mü, küçük mü" diye. Söylediğine göre fiyatını keserdi.

Bugün hatırlamadığımız bu "Büyük mü, küçük mü" sözünü her tuvalete girişimde hatırlarım. Garibimize gitse de mantık doğru idi. Çünkü büyüğün temizlik masrafı ile küçüğünki bir olur muydu?

Sahi büyük mü yaptınız, yoksa küçük mü? 05/06/2017

Belediyeler asli vazifesini yapmalı!

Çocuklarımızı camiye çekmek amacıyla Türkiye çapında zaman zaman kampanyalar düzenlenmektedir. Her bir kampanyaya da ödül verilmekte. Bu sene bu kervana Selçuklu Belediyesi de katıldı. Kampanyanın adı: "Güle oynaya camiye gel...40 gün camiye gel, bisikletini al!"

Yan taraftaki afişte gördüğünüz gibi kampanyanın hangi tarihlerde olacağı, başvuruların nereye, hangi tarihte yapılacağı yazılı. 7 ve 17 yaş aralığını kapsayan kampanyada 40 gün boyunca sabah namazına gelen çocuğumuz Belediyemiz tarafından bisiklet ile ödüllendirilecek.

Görüntü güzel, kampanya güzel, hediye de güzel. Amaç çocuklarımızı camiye alıştırmak. Zira "Namaz müminin miracıdır." Kampanyada süre olarak 40 gün belirlenmiş. 40 rakamı da gereksiz yere seçilmemiş. Zira vücudun yapa yapa alışkanlık haline getirip sürekliliği amaçlamakta anladığım kadarıyla. Fıkra olarak anlatılır. Bektaşi'ye sormuşlar, "Niçin namaz kılmıyorsun" diye. Bektaşi de "Kılasım gelmiyor" demiş. "Sen 40 gün kıl, bir daha bırakamazsın, sürekli kılarsın" dediklerinde Bektaşi, "Siz kırk gün bırakın bakalım, bir daha başlayabilecek misiniz" demiş. Fıkra bu. Olmuş mu olmamış mı bilmem. Ama fıkranın içinde geçen 40 kavramı önemli burada.

Kampanyayı başlatanların iyi niyetinden şüphem yok. Niyetleri, gençleri daha çocuk yaşta iken camiye, cemaate alıştırma olsa gerek. Eğer kampanyanın bitiminde çocuklarımız yine camiye gelmeye devam ederlerse kampanya amaca hizmet etmiş olacaktır. Kampanyada niyet halis, inşallah sonucu da hayır olur diyelim.

İzin verirseniz iyi niyetle başlanacak olan bu kampanyayı eleştirmek istiyorum. Kampanya için konan ödül yüksek bir defa. Burada manevi değeri büyük sembolik hediye ve ödüller tercih edilebilirdi. Zira mevzu bahis olan namaz ve bisiklet. Bir menfaat ilişkisi söz konusu. Son zamanlarda yapılan yarışma vb etkinliklerde ödülün çıtası epey yükseltildi. Aynı amaca hizmet eden farklı STK'lar hatırı sayılır bir şekilde birbirleriyle yarışırcasına ödüllü kampanya ve yarışmalar düzenlemeye başladı. Hepsinin hitap ettiği alan ise öğrenciler. Yarışmayı gören öğrenci, "Ödülü ne" diye sormaya başladı. Hediyesi düşük olan yarışmalara pek itibar etmedi anlayacağınız. Öğrenci yarışmalara kendini yetiştirmekten ziyade ödülü kapmak için girer oldu. Ödülü düşük olan yarışmaları es geçer oldu. Burada bir menfaat ilişkisi ön plana çıkmaya başladı. Ödül yoksa ya da ödülün maddi değeri yüksek değilse pek itibar görmüyor. Belediyenin başlattığı kampanyada da ben böyle bir sıkıntı görmekteyim. Yarın çocuğumuza namazını kıl desek belki de çocuğumuz, "Karşılığında ne ödül var" diyecek. Çocuk yapacağı işte -tabir yerinde ise- bir rüşvet bekler duruma gelebilir.  Anlatmak istediğim ödülün çıtası yüksek olmamalı.

İkinci bir eleştirim, kampanyanın belediye tarafından organize ve finanse edilmesi. Bu işi -eğer illaki yapılması gerekiyorsa- belediyeler yapmaktan ziyade STK'lar yapmalı diye düşünüyorum. Belediyeler asıl vazifelerini yapmalı, belediyenin imkanlarını bu şekilde harcamamalı diye düşünüyorum. Belediyeler yapacağı etkinlik, düzenleyeceği kampanya ve yarışmalarla haber olacağına asıl vazifeleri olan şehir planlayıcılığı üzerine eğilseler daha iyi olur. Şehrin yeni yollara ihtiyacı var mı, alt yapımız tamamlandı mı, trafiğin akışı nasıl, şehrin su ve ulaşım durumu nedir, niçin yaptığımız asfalt uzun ömürlü olmuyor, neden sık sık kaldırım taşlarını değiştiriyoruz..gibi konulara kafa yormalıdır. Bize yaşanabilir sorunsuz bir şehir bırakmanın ve ölmez eserler vermenin yollarını aramalıdır.

Hani bir şemsiye tamircisi, yazdığı şiirleri "Nasıl olmuş, bir inceler misin" diye  ünlü şaire göndermiş, Şair şiirlere bakınca şemsiye ustasına şiirleriyle birlikte bir de not yazmış: "Efendim! Siz sadece şemsiye tamirciliği yapınız, başka bir işe karışmayın" demiş. O hesap belediyelerimiz de sadece kendi işleriyle uğraşsalar daha iyi olur kanaatindeyim. 05/06/2017

Konya'da orucun uğramadığı yer

Konya'da orucun, ramazanın uğramadığı yer desem hemen aklınıza otogar gelir. Hayır, derim. O zaman hastane dersiniz. Yine hayır, derim. O zaman neresidir burası? Sizi oruç oruç fazla uğraştırmayayım: Alaaddin Tepesi.

Baştan söyleyeyim, kimsenin oruç tutup tutmadığında değilim. Tutan kendisine tutar, tutmayan da kendine tutmaz. Kimseyi ayıplayacak değilim. Ne tutan benim sevabıma ortaktır, ne de tutmadığı için sevabını almayan kişinin ecri bana yazılıyor. O zaman derdin ne derseniz? Benimki bir merak daha doğrusu. Birkaç yıl öncesinde yanıma iki arkadaşı alıp yıllardır çıkmadığım Alaaddin Tepesine çıktım bir ramazan günü. Mevlana Türbesine batan tepeden çıktım, tepenin zirvesinde biraz oturdum, sonra İnce Minare tarafından indim, uzaklaştım. İstisnalar kaideyi bozmaz ama ne kadar kişi görmüşsem ya sigara içiyor, ya bir şeyler yiyor gördüm. Anlaşılan ramazan uğramamıştı bunlara ve buralara. Çarşını ortasında olmasına rağmen çoğu kimsenin uğrak yeri değil burası, etrafında döner, işini halleder, çeker gider. Tepe, ipini koparmış kimselerin daha rahat hareket edebileceği zula bir yer olmuş. Her bir tarafı lalelerle süslü tepe bu tiplere hizmet ediyor. Herhangi bir değişiklik var mı diye bugün o değilden İnce Minare tarafından yukarıya doğru bir çıktım, zirveye varmadan geri döndüm. Zira birkaç yıl öncesindeki gördüğüm manzaradan farklı bir durum yoktu. Yayılmış yine birileri. Kimi aşk-meşk peşinde, kimi vakit geçirmeye çalışıyor. O güzelim tepe bu tiplerin tekelinde.

İyiler veya bir memleketin dokusunu oluşturan, kültür ve geleneğini oluşturan insanlar nereyi terk etmişse tabiat boşluk kabul etmez misali boşluklar birileri tarafından doldurularak sahipleniliyor. Artık gerçek sahiplerine yabancılaşıyor buraları. Şehrin gerçek sahipleri buraları terk edince ipi kopuk insanların meskeni haline geliveriyor hemen. benim bu değerlendirmem sadece Alaaddin Tepesiyle sınırlı değil. Konya'nın merkezi sayılan Arapoğlu Makası, Şems civarı artık bir başkalarının elinde. Ne buralarda kalan var, ne de uğrayan. kazara işi olan varsa hızlı bir şekilde işini halledip uzaklaşıyor buralardan. Artık buralar her türlü kötülüğün yeri oldu denebilir. Konya'nın dokusunu değiştirecek kişiler cirit atıyor buralarda. Hem gece hem gündüz. Bizler kafamızı gömüp şehrin dışını mesken edindik. Şehrin dışında temiz hava bol gıda alıyoruz almasına. Ama Konya'nın can damarı denilen mevkiler kaybedilmiş. Kendimizi kurtardık diye şükrediyoruz.

Dışarıdan Konya'yı görmeye gelen birinin uğrak yeridir Alaaddin tepesi ve Şemsi Tebrizi Türbesi civarı. Şehrimize misafir olarak gelen kişiler bu kişilerle muhatap oluyor, memleketine döndüğü zaman Konya'yı anlatırken bu bölgelerde gördüğüyle anlatacak şehrimizi. Şehri dokusunu değiştiren bu görüntüler öyle zannediyorum hiçbirimizin hoşuna gitmez.

Çok değil, çoğumuzun  çıkıp çay içtiğimiz, çekirdek çitlediğimiz, manzarasını seyrettiğimiz ve hatıra olsun diye fotoğraf çektirdiğimiz Alaaddin tepesini başı boş insanlara terk etmememiz gerektiğini söylüyorum. Konya'nın hassasiyetlerine uygun davranan kişilerin toplu halde buralara çıkıp eski hatıralarını canlandırmasını istiyorum. Çıkalım ki bize yabancı olan kişiler bizim varlığımızdan rahatsız olsun. Ama tek başına çıkmayalım, çünkü tek kişiye zarar da verebilirler. Belediye, zabıtası vasıtasıyla, polis de asayişiyle buralarda sık sık kontroller yapmalı diye düşünüyorum. 05/06/2017


Yolda görünce bana selam vermeyen kişi

Adını bilmediğim biri bana sanal alemden arkadaşlık isteği göndermiş. Garip karşıladım doğrusu bu isteği. Sahte hesap mı diye test ettim. Değil, hakiki sanal arkadaşlığı. Ne var bunda? Sanal alemde doğaldır bu tür arkadaşlık diyebilirsiniz. Doğrudur, buna da bir şey diyemem. Fakat bana sanaldan arkadaşlık teklifi yapan kişiyi size biraz anlatınca bana hak vereceğinizi düşünüyorum.

Mahallemde bir okulda müdür yardımcılığı görevi yapıyordu bir zamanlar. Zira birkaç defa okulunda o kişiyi koltuğunda  otururken görmüştüm. Çok  ciddi bir görüntüsü ile gördüm hep. Dağları ben yarattım der gibiydi. Bana ciddiyet ve resmiyet dense Türkiye'de sadece onu gösterirdim.

Bildiğim kadarıyla aynı mahallede oturuyoruz onunla. Çünkü kaç defa otobüs durağında gördüm. Selam vermek için yüzüne baktım, yüz vermedi hiç. Ben otobüs durağında beklerken o geldi, selam verir mi diye yüzüne baktım, hiç pas vermedi. Resmiyet ve ciddiyet böyle bir şey olsa gerek.

Ben de çok hevesli değildim selam vermeye ve selam almaya. Ancak "Tanıdığınıza ve tanımadığınız selamı yayın" diyordu peygamberimiz. Üstelik tenha bir muhitte otobüs/dolmuş beklerken göz göze geldiğin birine selam vermek kadar doğal bir şey yoktu. Ama hiç selam veremedim. Çünkü ne zaman yüz yüze gelsek yüzünü kaçırdı hep. Adama kızsam da gıpta ediyordum gizli gizli. Yıllardır aradığım ciddiyet ve resmiyeti bana öğrettiği için. Ayrıca öyle her gördüğüne selam verecek veya herkesin selamını alacak olsa orta yerde ne ciddiyet kalırdı, ne de resmiyet. Sonra bir selam verse biz hemen şımarır, kırk yıllık tanıdık gibi olur, ulu orta isteklerimiz olurdu. Yüz verirse astarını da isterdik. Zira kendisi bir okulda müdür yardımcısı idi. Adam bu işi biliyordu nitekim. Keşke bu kişiyi yıllar önce idarecilik yaparken tanımış olsaydım daha iyi olurdu. Zira veli, istediği gibi odama dalamazdı. Geç kalmıştım onu tanımada. Prensip sahibi olmak her zaman iyidir. Ciddiyeti seven ve resmiyete hayran biriydi belli ki.

Karşılaştığım zaman bana yüz vermeyen bu kişiye olan hayranlığım maalesef bugün itibariyle sona erdi. Çünkü gerçek hayatta selamı-sabahı esirgeyen kişi bana arkadaşlık isteği göndermişti. Kendi kendine prensibini çiğnemişti. Onu idol kabul etmem kısa sürdü. Demek ki gerçek hayatta ciddi ve resmi olmak gerekiyormuş ona göre. Sanaldan arkadaşlığın kime ne zararı vardı ki. Hem böylece sanaldan da olsa arkadaş sayısını artırmış oluyordu. Profiline baktım, arkadaş sayısı da epey fazla maşallah. Bu  kadar arkadaşı ciddiyet ve resmiyetinden dolayı edinmiş olsa gerek. Adı geçen kişi müdür yardımcısı değil de ya bir de müdür olsaydı acaba nasıl bir tavır takınırdı? Yanından geçebilir miydim? Bunları da düşünmedim değil.

Bugüne kadar sanaldan arkadaşlık teklifi yapan herkesi kabul ettim. Zira çoğunu tanıyordum. Az sayıda tanımadığım kişilerden gelen arkadaşlık isteğine de olumlu cevap verdim. Çünkü tanımadığım kişinin profiline bakınca ortak arkadaşları gördüm. Zira tanıdığımın  tanıdığı diyerek eyvallah dedim. Fakat bir zamanlar burnu havada pas vermeyen bu kişinin çok makul görünen arkadaşlık isteğine maalesef olumlu cevap veremeyeceğim, bir başka kapıya gitmesini istiyorum. bana gerçek hayatta yüz vermeyen bir kişinin sanaldan ne faydası olacaktı. Ne benim ona, ne de onun bana verebileceği bir şey vardı. Uzak dursun benden. Ne onu, ne gölgesini, ne de ihsanını istiyorum. 05/06/2017