19 Şubat 2017 Pazar

Aracımın otomatik kilidi

Bir gün önce aracımın kapılarını otomatik olarak açıp ve kilitleyen anahtarımın görev yapmadığını görünce otomatik kilit işlerini yapan bir esnafa gittim çarşıda. Benim aradığım esnafın oradan sanayiye taşındığını öğrendim, yerine gelen telefoncudan. Pili bitmiştir, getir ben yapıvereyim dedi. Eline aldı. Sonra belki bağlantı yapılması gerekir, sen bu işi şu okulun karşısındaki anahtarcıya götür dedi. Tarif edilen yere gittim. İçerideki usta: "Ben bu işlerden anlamam, benim oğlana götür bunu" dedi. Tarif üzere oğlunun olduğu yere gittim.

Oğlu anahtarın pilinin bitip bitmediğini kontrol etti. Çalışmıyor, pilini değiştirelim dedi. Dükkanında ne kadar alet ve edevat varsa anahtarı açmaya çalıştı. Olmadı. Bu, bıçakla açılır dedi. Bıçakla denedi yine olmadı. Dükkanda duran yaşlı biri "Sen bunu babana götür o yapar" dedi. Babasının yanından geldim, o da oğluna gönderdi, dedim. Anahtarı eline aldı delikanlı. O önden ben arkadan epey yürüdükten sonra bir başka anahtarcıya geldik. Çocuğa, kim kimin babası dedim. Senin dediğin adamın oğlu işe gitti şu anda. Bu geldiğimiz yer benim babamın yeri dedi. Bir taraftan da anahtarı açmaya çalıştı. Önündeki elektronik aletle koydu tekrar. "Çalışıyor bu, belki pili zayıflamıştır, açalım içini dedi. Uğraşırken açtı anahtarı. Sonra takmaya çalıştı. Anahtar bir türlü takılmadı. Sonra babasını çağırdı. Bunun içindeki yivi kırılmış dedi. "Demek ki önceden yaptıklarında yapıştırmışlar bunu" diyerek diğer eline de Japon yapıştırıcıyı aldı. Bir daha açılmayacak şekilde anahtarı kapattı ve elime verdi. Teşekkür ederek ayrıldım yanlarından. üstelik para da vermedim. Kim kime yapar bu devirde karşılıksız bir işi. Kırsa dökse de bir iş yapmıştı şunun şurasında. Bu yüzden kuru bir teşekkür de olsa hak etti yani.

Şimdi hafta içi arabayı alıp sanayide bu işten anlayan kilitçiye götüreceğim. Anahtar olur mu olmaz mı, olursa cezası ne olur, anahtar açılır mı, bunu da gidince göreceğiz. Ben anlarım, ben yaparım diyen kilitçiden kurtulduğuma şükrediyorum.

Yolda giderken kendi kendime bu memleket ne çektiyse "Ben anlarım, ben yaparım, ne var bunda" diyen kişilerden çekmiştir. Biz böylelerine elinin hamuruyla erkek işine karışmak" diyoruz. Toplumumuzda çoktur böyleleri. Bunlar Allah'a yakın olsunlar, yeter ki bizden uzak olsunlar. Bir şeyi yapacağız derken binlercesini kırıp döken tiplerdir bunlar. Kendi işlerinden başka her işe burunlarını sokarlar. Kendilerine olan öz güvenleri de tavan yapmış durumda. Aslında öz güven değil, olsa olsa hadsizliktir, kendini bilmezliktir. Eğer bir insan yaptığı işten başka bir işi anlıyorum diyorsa kaçacaksın onlardan. Selam bile vermeyeceksin. Selam verse de almayacaksın. Sayıları az da olsa "Bu işten anlamam diyen kişileri de görmek mümkün. haklarını yememek lazım. 

"Ben -her işten- anlarım" diyen bu tiplere yolun düşerse biraz yanlarında oyalansan kendi meslekleriyle hiç alakası olmayan işlerden de anladıklarını görebilirsin. Kimi doktorluktan, kimi veterinerlikten, kimi öğretmenlikten de anlar. Aslında bulunmaz Hint kumaşı gibiler. Bakmayın siz onların çilingir görevi yapar göründüklerine. Tevazuundandır onların ki. Ülkeyi teslim etsen onlar için peynir-ekmek gibidir. Onu da hallederler.

Başkasının mesleğine, işine saygıyı öğrenmek lazım bir meslek öğrenmeye başlamadan önce. Her meslekte mutlaka had bilme, haddini bilme diye bir etik değerler dersi işlenmeli ilk önce. Kimse kimsenin alanına müdahale etmemeli, ehline tevdi etmeli. kendi işinden başka işlere anlarım diye tevessül edenler aslında kendi mesleklerine de saygıları yoktur. 

Aslında suç bunlarda değil, suç bunlarla yolları kesişenlerdedir. 19/02/2017

Haberiniz var mı? Savruluyoruz


Siyasi parti, sendika, STK, cemaat, vakıf, dernek, bir oluşum; adına ne derseniz deyin kurulurken çoğunda bir samimiyet, bir hizmet etme anlayışı hakimdir. Kuruluş esnasında bu hizmette ben varım deyip orta yere çıkanlar bin bir sıkıntıya katlanarak gece gündüz  dağ-taş demeden aldıkları görevi ifa etmeye çalışırlar. Oluşum kendisini ispatlamadığı için görev alacak nefer bulmakta da zorlanırlar. Böylesi çalışmalarda bir rant, makam-mevki gibi beklentiler olmayınca çalışan az sayıdaki kişiler arasında bir gönül bağı olur, kenetlenme olur, içtenlik olur, gönül rahatlığı olur. Çünkü bu tür hareketlerde davaya hizmet Hakka hizmet anlayışı vardır.

Ne zaman ki bu hareket büyümeye yüz tutsun, bir gelecek vaat etsin, bir güç olmaya başlasın, hemen etrafını dolduranlarda bir artış olur. İnsanlar buralarda görev almak için yarışmaya başlar. Kuruluşunda cazibe merkezi olmayan oluşumun isimsiz kahramanları ne oluyoruz demeye kalmadan dağdan gelenler tarafından koltuklar doldurulmaya başlanır, suyun ağzı tutulur, davaya hizmet etmek isteyenlerin sayısında müthiş bir artış olur. Zamanında sağlam temeller atılmadan, prensipler ortaya konmadan fahri bir anlayışla yürütülen duygu, düşünce, fikir ve hareket birliği yeni gelenlerle birlikte çıkışındaki samimiyeti kaybetmeye başlar. Çünkü rüzgarın ters esmeye başlamasıyla birlikte hormonlu bir şekilde hızlı bir şekilde büyüyen hareket zirveye çıkmıştır. Zirvedeyken  artık hareketin nimetlerinden, rantından, makam ve mevki dağıtmasından faydalanan yeni bir zümre türer ve bunlar harekete yön vermeye başlarlar. Dünkü isimsiz kahramanlar ise arşive kaldırılır. Makam-mevki dağıttıkça artan üye sayısı yönetimde görev alanların başını döndürür. Bu bizim başarımızdır, biz bu görevi aldığımızda şuradaydık, şimdi ise bir numara olduk. Saltanat sürmek, hareketin nimetlerinden faydalanma zamanıdır artık. Üye bakımından dava büyümüş, emsallerine fark atmış, elindeki güç sayesinde üyeleri belirli makamlarda görev almaya başlamışlardır. Dün esemesi okunmayan fakat samimiyetinden şüphe edilmeyen bu hareket büyüyüp bir güç olunca yapılan bireysel hata ve yanlışlar kurumsallaşmaya başlıyor. Üye bakımından büyümesine rağmen değerlerini kaybettiğini, itibar kaybına uğradığını hissedemez bile. Zaten samimiyet de kalkar ortadan. Herkes geleceğini garanti altına almak, bir yere gelmek, bir yere çıkmak için orayı basamak olarak kullanmak derdindedir. Rızayı ilahi aranmaz artık burada. Geçmişin alışkanlığı olarak her ne kadar dillerinden doğruluk, dürüstlük, adalet, hakkaniyet, liyakat ve ehliyet düşmese de pratik tersini söylemeye başlar bu durumda. Çünkü hepsi sözde kalır.

Hem dava itibar kaybeder, hem de hareketi yönetenler. Ama zirve itibar kaybını gölgeler. Hatta insana doğru yolda olduğunu bile söyletir nefis. Çünkü oluk oluk insanlar hareketin bir ferdi olmak için geliyorsa hatanın görülmesi zaten mümkün değildir. Hele bu hareket bir de siyasi bir parti ile dirsek temasına girmişse önünde kimseler duramaz artık. Astığı astık, kestiği kestiktir. Çünkü arkasında koca bir siyasi güç vardır. Devlet vardır. Kim tutar bunları. İstemediği adamları yok eder, üyelerine bir parmak bal çalar. Heveslileri, kendini pazarlayanları teşnedir böyle yerlere. Yukarıdan aşağıya doğru kendinin sözünden çıkmayacak VİP kişilerle donatır kadroları. Kimin ne demesi önemli değil, yapılanlar doğru mu yanlış mı sorgulanmaz artık. Su akarken suyu doldurmak lazım anlayışı hakim olur. Kafasını çıkarmak, itiraz etmek isteyenler de bir şekilde ya makam sahibi yapılarak susturulur, ya da görünen ve görünmeyen bir baskıyla sindirilir.

Çok iyi anlatamadım ama işte ben buna savrulma diyorum. Samimiyetin kaybolmasıdır. Şöhret ve makamın insanları, dava erlerini esir almasıdır. Adaletin, güvenin, itimadın zedelenmesi, yok olmasıdır. Güç zehirlemesidir. Makam, mevki ve şöhretin esir aldığı dava erlerini görünce "Keşke bu dava büyümeyip küçük kalsaydı da dava içtenliğini kaybetmeseydi. Dürüstlüğün timsali olarak parmakla gösterilenler olsaydı" diyesi geliyor insanın. 19/02/2017


"Haftada bir senin gibi biri damlar buraya..."

Konya'dan Adana'ya gitmek isteyen bir yolcu bir firmayı arayarak telefonla yer ayırtır. Biletini almak için otogara girerken kendisini biri karşılar ve aralarında bir diyalog başlar:
-Yolculuk nereye?
-Adana'ya,
-Bilet aldın mı?
-Ayırttım.
-Hangi firma?
-x firma.
-O firmada bilet 20 TL, şu firmada 15 TL
-5 TL'lik fark iyiymiş, ama ben telefonla yer ayırttım.
-Olsun kardeş, zaten bilet almamışsın, gel şuradan al.
-Kardeş, telefonla yer ayırttığım firmadan değil de senin dediğin firmadan alırsam ve herkes böyle yaparsa telefonla yer ayırtmak isteyen hiç kimseye firmaların güveni kalmaz. Ayrıca ben telefonla sizin firmadan yer ayırtsam, diğer firmanın elemanı karşıma çıkıp senin dediğini söylese razı olur musun?
-Doğru söylüyorsun, özür dilerim, diyerek oradan ayrılır. Bu ikisi konuşurken bunları dinleyen ve müşteri kapmaya çalışan firmaya ait olduğu belli olan, cüsseli biri araya girer:
-Sen niye o firma diye dayatıyorsun, niye 5 TL fazla vereceksin?
-Kardeş, ben telefonla yer ayırttığım firmadan bilet alacağım, gerekirse 10 TL fazla ücret ödeyeceğim, deyince adam:
-Git şuradan, haftada bir senin gibi biri damlar buraya, der ve ayrılır.
Sonuç mu? Haftada bir Konya otogarına damlayan o adam, telefonla yer ayırttığı firmadan bileti alır ve yoluna devam eder. 19/02/2015

18 Şubat 2017 Cumartesi

Farklı Dil ve Alfabelerle Yapılan Paylaşımların Abecesi *

Herhangi bir sebeple başka bir vilayete gidince eğer o ilin plakasını bilmiyorsam park ya da seyir halindeki araçların plakalarına bakar, değişik değişik plaka numaraları gözümün önüne gelir. 5-6 aracı bu şekilde izleyince aynı plakadan bir kaç aracın plakasını görünce o ilin plakasının kaç olduğu hakkında bir bilgiye sahip olurum. Şimdi de sanal alemi açınca acaba başka bir ülkenin, başka bir dilin sayfasına mı girdim diye düşünmeden edemiyorum. Çünkü yeni bir merak ve moda başladı paylaşımlarda.

Sanal alemin yeni modası: Genelin konuştuğu dil  ya da yazdığımız alfabe değil. İnsanımız vermek istediği mesajı Türkçe değil; Arapça, Osmanlıca olarak vermeye başladı. Kimi de İngilizce olarak yapıyor bunu. Bazısı da Kürtçe olarak yazıyor. Okuyan okuyabiliyor, anlamını bilen: " Biliyorum ben bu işi" diyor. Uğraşıp çözemeyen ne anlama geldiğini soruyor. Nihayet paylaşımcı biraz meraktan sonra meramını anlaşılır şekilde yazıyor. Kimi de yazdığı dilin altına "Çevirisine bak" yazdırmayı da ihmal etmiyor.

Bazılarımız, Osmanlıca yabancı dil değil, bizim öp öz Türkçemiz diye bir eleştiri getirebilir. Aksi iddiam yok zaten. Bazımız da bu toplumun ekseriyeti Kürt kökenli. Bu dil de bu toprağın insanlarına ait diyebilir. Buna da itirazım olmaz. İsteyen istediği dil ile meramını anlatsın. Zenginliğimiz olarak görürüm bunları. Fakat bu garibi de düşünmek gerekmiyor mu? Bu garip Latin harfleriyle yazılan Türkçeden başka bir dil bilmez. Bu dili de bildiğimi sanırım. Zira cümleyi öğelerine ayırmaktan, imla ve yazım kurallarına dikkat etmeye çalışmaktan Türkçe konuşmaya ve anlamaya sıra gelmedi. Bu dili çok iyi bildiğini söyleyenin konuşma ve yazmasından onlarca yanlış bulunabiliyor. İnsanlara anlayacağı şekilde seviyelerine inerek konuşmak/yazmak daha uygun olmaz mı?

Çoğumuz, ortaklaşa bildiği günümüz Türkçesiyle bile doğru-dürüst anlaşamazken, birbirimize meramımızı anlatamazken, niyet okumaktan öte birbirimize karşı körler ve sağırlara oynarken bu toplumun çoğunluğunun Fransız kaldığı Osmanlıca Türkçesi, Arapça, Kürtçe, İngilizce, Almanca gibi paylaşımları nereye koymamız gerekiyor? İnsan duygu ve düşüncesini sanalda niye paylaşır? Doğruluğuna inandığı fikrini herkese ulaştırmak, herkesin istifadesine sunmak diye düşünüyorum. Madem herkes niyet okuyor bu ülkede. Müsaadenizle bu tür paylaşımlarda bulunanların niyetini sorgulayacağım. (Yine de neyi kastettiklerini paylaşımcıların kendisi bilir.)
*Ben Türkçenin dışında bir başka dil de biliyorum, başka bir alfabeyle de yazabiliyorum. Bilmiyorsan gör... (Çobanın biri ıssız bir yerde kendi  halinde namaz kılarken onu gören iki kişiden biri: "Bak adam ne güzel, samimi bir şekilde namaz kılıyor, görüyor musun" deyince bu sözü duyan çoban namazı bırakır, geri döner: " Ben aynı zamanda oruçluyum" diye seslenir.)

*Çok maharetli ve yetenekliyim. Hünerlerim say say bitmez.
*Türkçe yazıyorum, anlamıyorsunuz, bir de başka dilden yazayım. Belki o zaman anlarsınız.
*Benimki tamamen merak, okuyabiliyor muyum diye çabalıyorum. Sen okuyamasan da olur.
*Ben bu halimle başka şekilde yazabiliyorsam sen de çabala, sen de öğren.
*Yazdığım hemen okunur ve anlaşılırsa başkasını oyalayamam. Hiç olmazsa takipçilerim sayfamda biraz oyalanır, kafa yorar. Hele okumaya çalışan, bana doğrusunu sormak için bir de yorum yazarsa keyfime diyecek yok.

*Herkesin anlayabileceği dilden yaza yaza sıkıldım. Biraz da çeşitlilik olsun.
* Paylaştığımın ne anlama geldiğini ben biliyorum, ne yaptığımın da farkındayım. Başkasının ne düşünmesi önemli değil. Onları hiç ırgalamaz. Beni anlayanlar bana yeter.
*Anlaşılmaz olmak iyidir. Hemen anlaşıldığın zaman değerin bilinmiyor.
*Ben paylaştığım bu dilin ve alfabenin önem ve değerinin farkındayım. Bu dili ve alfabeyi geri plana itenlerin gözüne sokmaktır niyetim.

*Biraz entel takılmak iyidir.

* Ben bu dil ve alfabeyi seviyorum, sevmeyenler çatlasın. Beni eleştirenler kıskandıkları için çekemiyorlar.
* Bu paylaşımı ben yapmıyorum, hazıra kondum. Değer verdiğim birinin şablonudur. Anlamını bilmesem de yazamasam da paylaşımını aldığım kişi yanlış bir şey paylaşmaz.
*Bu vesileyle millete değer verdiğim dil ve alfabeyi öğretiyorum.

*Daha dikkat çekici oluyor.

Gördüğünüz gibi epey bir niyet okuyuculuğu yaptım. Ne kadarını tutturdum, ne kadarını attım bilinmez. Bildiğim bir şey var; zamanın diliyle konuşmak, insanların seviyelerine inmek, onların derdine tercüman olmak daha iyidir diye düşünüyorum. Keşke farklı farklı alfabe ile yazınca birbirimizi anlayan duygularımız ve ülkülerimiz olsa. Bu durumda farklı yazmak, farklı konuşmak bizim zenginliğimiz olarak kalırdı.

*21/06/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

 


"Ben de öğretmenim" -I-

Bazı veliler var ki çocuğundan daha çocuk, çocuğundan daha problemli olduğunu anlarsınız. Yeter ki bir görüşme imkanınız olsun.

Veli hakkında karar vermek için öyle fazla zaman ayırmanıza gerek yok. Bir 5-10 dakika yeterli. Veliyi görünce çocuğunun yunmuş yıkanmış olduğunu, bu veliye göre çocuğun çok daha iyi olduğuna kanaat getirebiliyorsunuz.

Bir gün odama ikinci dönem karne haftasında 9.sınıflarda çocuğu olan bir veli geldi. Son hafta okula gelen veli niçin gelir? Konu malum.

"Ben de öğretmenim" diye başladı söze. "Okulunuzun biyoloji öğretmeni çocuğuma 40 vermiş. Zayıf düşüyor, öğretmeniniz liseden benim öğrencim olur, çocuğumun notunu düzeltsin, çocuğumu bu okula gelirken okulunun ikincisiydi. Bu ne böyle. Yemin etmiştim teşekkür-takdir belgesi almadan gelirsen eve, seni alacağım diye. Eğer zayıf düşerse okuldan alacağım, ben alırsam da okulunuz boşalır, kimse kalmaz bu okulda. Çünkü herkes benim arkamda. Burada herkes beni tanır..." şeklinde devam etti. Hocam öğretmenin çocuğunuza kasıtlı not verdiğini, bile bile zayıf verdiğini mi düşünüyorsunuz, dedim. Hayır dedi. O zaman ne yapalım? Çocuğunuz 40'in altında almış sınavlardan. Öğretmen de 50-50 sözlü notu vermesine rağmen ortalama 41'de kalmış. Burası lise. Dersler ilköğretim gibi olmaz. Yeni bir çevre, yeni bir ders, yeni öğretmenler, belki ergenlik dönemi de olabilir çocuğunuzda. Önümüzdeki yıl toparlayacağını düşünüyorum. Sizin istemenizle zayıf not değiştirilirse çocuğunuz her defasında nasılsa babam arkamda, zayıflarımı da düzeltiyor diyerek derslerine yeterince çalışmayabilir. Ya da siz zayıfa tahammül edemeyince babam bana yine kızacak, bu dersi başaramıyorum diyerek derse kendisini iyice veremeyebilir. Çocuğunuza karşı beklentinizi hissettirirseniz çocuğunuz heyecanlanır, stres yapabilir... Yok zayıf olmayacak dersen mademki öğretmenimiz senin öğrencinmiş, öğrencinle görüş, yapabileceği varsa çocuğunun durumunu yeniden değerlendirsin. Ben bugüne kadar hiçbir öğretmenime şu çocuğun notunu düzelt diye söylemedim, söylemem de. Not verme öğretmenin kendine özeldir. Ben olsam ortalaması 41 olan bir çocuğa zayıf vermem. Mutlaka 45'e tamamlarım. Ama her bir öğretmenin prensibi ayrı. Öğretmenimizin kendi takdiridir. Ayrıca çocuğunuz zayıf almaya alışsın, zayıfını da kendisi kurtarsın. Yazın ortalama yükseltme sınavlarına girsin. Orada kurtarsın, öğretmen kasıtlı not verdi dersen dilekçe ver, yazılılarını yeniden inceletelim, dedim. "Ortalama yükseltme sınavından geçer not alınca teşekkür-takdir alır mı" dedi. Sayın hocam, öğretmensiniz. Allah aşkına zayıfı olan bir öğrenci teşekkür-takdir alamaz. OYS'de zayıfını düzeltse bile belge alamaz. Bunu bilmeniz gerekir, dedim. "Dediğim gibi çocuğumun zayıfı düzeltilmeli, ben yemin ettim belgeli gelmezsen okuldan alırım diye. Bu durumda çocuğu alacağım, sizi de şikayet edeceğim. sonuç alıncaya kadar şikayetime devam edeceğim. İldeki ...şube müdürü tanıdığımdır, ona gideceğim. oradan sonuç alınamazsam basına vereceğim," dedi. teşekkür ederim, sayın hocam. Dilediğinizi yapmakta serbestsiniz, dedim.

Bir-iki hafta sonra milli eğitim müdürü bir toplantıda "Bir okul müdürü hakkında cebimde şikayet dilekçesi var" diye konuşmaya başladı. Kim dediysek de söylemek istemedi. Hocam sanırım benimle ilgili dedim. Evet, dedi. Bir kaç gün sonra milli eğitim müdürünü telefondan aradım, meseleyi öğrenmek için. "Seninle ilgili değil, biyoloji öğretmeninle ilgili" dedi. Hocam okula kadar gelebilirseniz öğrencinin sınav notlarına bakalım. Sizin branşının fen bilgisi. Biyoloji dersinin sınavını da anlarsınız dedim. Geldi. Sınav kağıtlarını çıkarıp kendisine verdim. "Ramazan Bey, burada yapılacak bir şey yok. Öğretmen sınavdan fazlasıyla puan vermiş" dedi. Ayrıldı.

Bir kaç ay sonra ildeki şube müdürüyle karşılaştım. Hocam falan öğretmenle tanışıyormuşsunuz, bir ara yanınıza gelecekti geldi mi dedim. "Geldi bir şeyler söyledi, gitti" dedi. 

Öğretmenimiz sözünde durdu. Çocuğunu okulda alarak ÇPL'ye nakil yaptırdı. Gittiği okulda biyoloji dersinden sınava girip sınavdan geçer not almış. Çocuğunun sınav notu açıklanır açıklanmaz bizim okulu aramış. Telefona çıkan müdür yardımcısına: "Sizin bir verdiğiniz çocuk bu okulda 4 aldı" diyerek telefonu kapatmış.

"Ben çocuğu alırsam, öyle bir propaganda yaparım ki bu okulda öğrenci kalmaz diyen öğretmenimizin kuru sıkısını kimse dinlemedi. Ne bir şey diyen oldu, ne de çocuğunu almaya gelen. 

Burada takdir sizin. Çocuk mu suçlu yoksa veli mi? 18/02/2017

17 Şubat 2017 Cuma

Üst yöneticiler ne kadar yöneticilerinin arkasında?

Okulun kantincisi küçük çocuğunu okula getirir. Çocuk bu! Yerinde durur mu? Az sonra sıkıldıktan sonra kapısı açık olan okulun her odasına girip çıkmaya başlar. Merakını gidermek için çocuk müdür yardımcısı odasına girer. Sağı-solu karıştırırken dosya dolabıyla oynamaya başlar. Koca dolap çocuğun üzerine düşer. Okulun kantincisi, yöneticileri soluğu hastanede alırlar. Çocuk bir taraftan tedavi olurken diğer taraftan polis tutanak düzenler. Adliye boyutu da işin içine girer.

Okulun müdürü, çocuğun yoğun bakımda yatmasına mı üzülsün, adliyelik olduğuna mı? Olayı ve içeriği hakkında bilgi vermek için bağlı bulunduğu müdürlüğü arar, durumu en üst amire birinci elden haber verir. Amiri: "Hocam, tutanağı bize gönder, bizim de size bir soruşturma açmamız lazım" cevabı vererek açık desteğini bu şekilde izhar eder.
***
Ortaokulun birinde 8.sınıf bir öğrenci ders öğretmenine saldırır. Olaya muttali olan okul müdürü, öğretmeni odasına çağırarak, dilekçe verip öğrenciden şikayetçi olmasını ister. Öğretmen şikayetçi olmak istemese de müdürünün: "Bu öğrenci yaptığı bu hareketinden dolayı okulda kalmamalı, yoksa diğer öğrencilerin hakkından gelemeyiz" şeklinde ısrarı sonucunda öğretmen şikayet dilekçesi verir. Az sonra milli eğitimden şube müdürü arar, çünkü veli milli eğitimi boylamıştır. "Müdür bey, o çocuk o okulda kalacak, bize dosyasını gönderme, çocuk TEOG sınavına girecek, moral ve motiveye ihtiyacı var" diye talimat verir. Okul müdürü olayla ilgili dosyayı hazırlayarak dosyayı bağlı bulunduğu müdürlüğe gönderir. İlçe disiplin kurulunda dosya karara bağlanır; iki ret, bir kabul oyu ile çocuk okulunda kalır.

Kararın bu şekilde çıkması sonucunda mağdur olan öğretmen: "Hocam, bu durumda ben bu okulda çalışmayayım, geçici görevlendirme ile bir başka okula gideyim" diyerek dilekçe verir. Dilekçe sonucunda öğretmen bir başka okulda görevlendirilir. Milli eğitim bu meseleyi de tere yağından kıl çeker gibi halletmiş olur.
***
Okuluna gelir getirsin diye okul müdürü, okul aile birliği tarafından alınan karar gereğince okulunun salonunu düğün, nişan, kına vb etkinlikler için kiraya verir. Bir akşam salon kına yapacaklar tarafından kiralanır. Kınaya gelen misafirlerden birine ait 15-16 yaşındaki bir çocuk, telefon görüşmesi yapmak için okulun yanında bulunan inşaata çıkar. Çocuk telefonla görüşmeye kaptırdığı esnada ayağını dalgınlıkla boşluğa bırakır ve düşer. Çocuk ölür. Çocuğun ailesi 800 bin liralık tazminat davası açar. Kime mi? Kime olacak? Okul müdürüne. Gerekçe ise, okulun yöneticisi olarak gerekli tedbiri almamak. Görünmez kaza dedikleri bu olay bundan sonra okul müdürü için mahkeme salonlarında devam edecek. Mahkeme okul müdürünü suçlu bulur mu/bulmaz mı zaman gösterecek. Olur ya mahkeme ceza olarak bir para takdir ederse paranın ödenmesi konusunda üst düzey amirleri destek olabilecekler mi? Müdür için bir avukat tayin edecekler mi? Dava esnasında müdürünün yanında yer alacaklar mı? Bunu da zaman gösterecek. Ama bilinen bir şey var. Bundan sonra okul müdürünün zamanının büyük bir çoğunluğu adliyede geçecek. Allah vere de davasının görüldüğü gün amirleri kendisini izinli saysalar bari. 17/02/2017



16 Şubat 2017 Perşembe

MEB niye başarılı olsun ki?

Hükümetin icraatlarını değerlendirirken bazıları, " Bütçeden en fazla pay ayırmasına rağmen hükümet eğitim ve öğretimde sınıfta kaldı ve başarısız" der. Haksız da değiller. Hükümetin kendisi de aynı kanaatte

Yeni dersliklerin yapılması, binaların iyileştirilmesi, okulların teknolojik alt yapıları hemen hemen tamam gibi. Okullar yakıt parasından da kurtuldu. Çünkü okulların giderlerinin ekseriyeti karşılanmaktadır. Boş geçen dersler de yok. En azından ücretli de olsa verebiliyor MEB. Müdürleri ve yardımcılarını kendisi seçti. Yani neredeyse MEB, okullar için saçını süpürge etti. Fakat her ne hikmetse eğitim ve öğretimde istenen başarı bir türlü yakalanamadı.

Un var, şeker var. Nedense ortaya bir helva çıkmıyor. Eğitimde başarısızlığın sorumlusu kim o zaman? Bu da soru mu şimdi? Amerika'yı yeniden keşfe gerek yok. Suçlu öğretmenler. Çünkü tam görevlerini yapmıyorlar. Halkın ve yetkililerin büyük bir kısmının bilinçaltında bu var. Yani eğitim ve öğretimdeki başarısızlığın faturası öğretmene çıkarılıyor. Suçu bulmuş, suçluyu da tespit etmişsek keyfimize diyecek yok milletçe. 

Soruyu MEB niçin başarısız diye soracağımıza MEB niye başarılı olsun şeklinde sormak lazım. Önce ben niye başarılı olamıyorum diye Bakanlık kendi kendine bu soruyu sormalı. Ciddi bir öz eleştiri yapmalı. Kanaatimce Bakanlık tıpkı bugünün velileri gibi davranıyor. Velilerde nasıl ki çocuklarına karşı aşırı bir korumacılık varsa, çocukları için saçını süpürge ediyorsa, çocuğuna hiçbir sorumluluk vermiyorsa, çocuğunun yapabileceği şeyleri bile kendisi yapıyorsa, onun her dediğini alıyorsa Bakanlık da aynısını yapıyor. Kitabını kendisi veriyor, yardımcı kaynağı yasaklıyor, okullarda sınav yapmayı zorlaştırıyor, veliden alınacak yardım/bağışa karşı çıkıyor, basın aracılığıyla tatilde öğrencilere ödev vermeyin diyor, (sanki ödev veren varmış gibi) okullarda hiçbir amaca hizmet etmeyen ücretsiz takviye kurslar açıyor, kalma ve eleme yok, düşük not verme yok, çocuk okulun altını üstüne getiriyorsa bir müeyyide yok, veli ve öğrenciden bir şey çıkmayacak şekilde Bakanlık kendisi karşılıyor. Veli ve öğrenci öğretmeni şikayet etmişse –veli ve öğrenci  haksızsa bile- yüzde 100 veliyi haklı buluyor. Başarısızlığın hesabını okullardaki idareci ve öğretmenden soruyor. Nedense veliye “Sen ne yaptın, öğrenciye; neyin eksikti, niçin başarılı olamadın” diye sormuyor. Bakanlık ve veli tereyağı gibi her defasında üste çıkıyor. Çapraz ateşle vurun abalıya dercesine öğretmene atış yapıyor. Her ikisi de biz ne yaptık demiyor. Çünkü olması gereken her şeyi biz yaptık. İş öğretmende bitecek beklentisi var.

Öncelikle başarı ve başarısızlıkta okulla ilgili olan tüm iç ve dış paydaşların az veya çok sorumlulukları vardır. Bugün sorumluluk tamamen kamu çalışanına yüklenmiş, veli ve öğrenciye ise herhangi bir sorumluluk verilmemiştir. Bakanlık, “Senden hiçbir şey almadan ben sana hizmet edeceğim. Dağıtacağın paran varsa git özel kurslara dağıt, ben her şeyi bedava halledeceğim. Çünkü ben babayım” demeye getirmektedir işi. Bakanlık okullardan verim almak istiyorsa hiç vakit kaybetmeden sorumluluk ve yetki alanlarını belirlemeli, performansa dayalı bir sistem getirmeli, tatilde öğrenciye ödev vermeyin demekten ziyade çocukların kapasitesinin üstünde olan haftalık ders saati azaltma yoluna gitmeli, eleme/kalma sisteminin yolunu açmalı. Okullarda kurs açmamalı, açacaksa da kursun ciddiyetinin anlaşılması ve verim elde edilebilmesi için mutlaka veliden ücret alınmalı.

İstediği başarı gelmediği takdirde tüm bileşenlerden sorumlulukları çerçevesinde hesap sormalı. Yoksa daha çok arayışlara gideriz, her bir modelden de kısa zamanda hevesimizi alır, bir başka modele/sisteme geçeriz. 16/02/2017