4 Nisan 2016 Pazartesi

Gelin Birlik Olalım *

Bildiğiniz gibi Diyanet İşleri Başkanlığı, Kutlu Doğum haftası etkinlikleri çerçevesinde 2011 yılından beri her yıl belli bir konuya dikkat çekmek için bir tema belirlemektedir.  Bu yıl 14-20 Nisan tarihleri arasında işlenmek üzere DİB tarafından belirlenen konu: "Tevhit ve Vahdet Gelin Birlik Olalım". Öncelikle her zamankinden daha fazla ihtiyacımız olan böyle bir konuyu seçtikleri için Diyanet camiasını ve fikir babasını tebrik ve teşekkür  ediyorum.

Cümlede geçen kelimelere bakalım: Tevhit, vahdet, birlik... Biz bu kelimelere çok hasret kaldık. Bizim  bulunmayan yitiğimiz artık. Çölde serap görme gibidir bizdeki birlik arayışı.  Çoğu zaman Allah'ın bir ve tek kabul edilmesi anlamına gelen  tevhidimize şirk, vahdetimize nifak ve fesat bulaşmış, birliğimizin temeline dinamit konmuştur. Hani biz "Bir binanın tuğlaları gibiydik." Yine biz, "Allah, kendi yolunda kenetlenmiş bir yapı gibi saf bağlayarak savaşanları sever."(1) ayetinin muhatabı idik. Yine biz, "Eğer müminlerden iki gurup birbirleriyle vuruşurlarsa aralarını düzeltin. Şayet biri ötekine saldırırsa, Allah'ın buyruğuna dönünceye kadar saldıran tarafla savaşın. Eğer dönerse artık aralarını adaletle düzeltin ve (her işte) adaletli davranın. Şüphesiz ki Allah, âdil davrananları sever. Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah'tan korkun ki esirgenesiniz."(2) olacaktık. Hatta biz, "Mü'minler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar."(3) şeklinde özellikleri belirtilen kişiler olacaktık. Aramıza kara kediler girdi. Filistin-İsrail gibi olduk. Kıyamete kadar sürecek kan davaları oluşturduk aramızda. Bölünmüşlükleri dolayısıyla bir zamanlar Ortaçağ’ı yaşayan Avrupa bir araya gelme sonucunda bu gün altın çağını yaşıyor. Biz ise altın çağdan Ortaçağ’ı yaşıyoruz asırlardır. Hani Avrupa’yı taklit ediyorduk. Taklidimiz de sahte anlaşılan. Onlardaki bir araya gelmeyi esas alsak biz aramızda vahdeti sağlarız yeniden...

2003 ya da 2004 yılı olsa gerek. "Kur'an ve İnsan" konulu bir konferans vermek için Adana'ya Engin NOYAN gelmişti. İçerik olarak kitabımızdan ne kadar uzak yaşadığımıza değindi. Bir de başından geçen bir anekdotunu anlattı: "Bir Avrupa ülkesine konferansa gitmiştim. Beni hava alanından aldılar. Yolda giderken 'Namaz geçiyor, şu camide namaz kılayım' dedim mihmandarıma. 'O cami falanların' dedi. Az sonra 'İşte bir cami daha burada kılalım' dedim. 'Orası da şunların' dedi. Yol üzerinde ne kadar cami göstermişsem hepsine  -ci, -cu eklenerek bir grubun ismi söylendi. En sonunda, 'Yahu Müslümanlara ait bir cami yok mu' dedim" şeklinde durumumuzu açıklamıştı.

29/03/2016 akşamı ÖĞ-DER tarafından düzenlenen konferansa konuşmacı olarak davet edilen İngiltere Eski Başbakanı Tony Blair'in -5 yıl önce Müslüman olmuş- baldızı, gazeteci-yazar Lauren BOOTH'a, "İslam dünyasının en büyük sorunu sizce nedir" diye bir soru soruldu. "Müslümanların birlik sorunu vardır. Bölünmüş toprak parçaları gibi insanlar bölük pörçük" dedi. İçimize yeni gelmiş biri olarak bizdeki hastalığın teşhisini koymuştu. Gerçekten ülkemize bir bakalım. Kim nerede bir grup kurmuşsa (yine istisnalar kaideyi bozmaz diyelim) binadan kopmaya hazır bir tuğla gibi oluyor bir müddet sonra. Arkasındaki tebaasını gören başka beklentiler içerisine giriyor. Irak ve Suriye'deki teröre bulaşmış örgütleri gözümüzün önüne bir getirelim. Durumun ne kadar fecaat arz ettiğinin farkına varırız. Adem ŞELEŞ bir konuşmasında: "Suriye'de kimse düşmanını öldürmüyor, hep birbirlerini öldürüyor" demişti.

Hani O, bizi: "Müslümanlar olarak isimlendirmişti. En güzel isim bize verilmişken başka isimlerle tavsif etmemiz ve edilmemiz de neyin nesi? Samimiyetle kurulan her hareket belirli bir güce ulaşınca maalesef değişiyor ya da değiştiriyorlar. Zafer sarhoşluğu mu yoksa? Hani hep beraber "O'nun ipine sarılacaktık." Maalesef hep beraber ters yola girmiş; gelen bize vuruyor, geçen vuruyor. Halimiz içler acısı.

Asırlardır hasretini çektiğimiz birlik ve beraberliğimizi yeniden tesis edelim. Yine adalette, doğrulukta, güvenilirlikte öncü olalım. Her birimiz yekdiğerini kendi meşrebine değil; Allah'ın "Kopmayan sağlam kulpuna" çağırsın. 

Sözümüzü Diyanet'in tema olarak seçtiği slogan ile bitirelim: "Tevhit ve vahdet gelin birlik olalım."

(1) Saff 4, (2) Hucurat 9-10, (3) Buhari

* 16/04/2016 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

3 Nisan 2016 Pazar

Algı operasyonları**

Bana, “Yarım asrı devirdin. Bir cümle ile yaşadığımız ülkeyi bir tanımla” dense: Algılar ülkesi derim. Bu ülkede olan her şey toz dumandır. Hiçbir şeyin gerçeği ortaya çıkmaz. Çünkü amaç gerçeği ortaya çıkarmak değildir. Birini ya da birilerini töhmet altında bırakıp savunmada kalmasını sağlamaktır. Olayları, başlangıcı ile değil de sonuçları itibariyle değerlendirmek lazım. Sonucu gördüğümüz zaman algıların niçin oluşturulduğunu daha iyi anlarız.

1980 öncesi kardeş kavgaları, sağ-sol meseleleri, aynı silahla meydana gelen ölümler halkta, kurtarıcı olarak askerin yönetime el koyması beklenir hale geldi. Bir yıl önce yapılması planlanan darbe, “Şartların olgunlaşması için beklendi.” Ülkeye binlerce cana mal oldu. 1980 ihtilali yapıldı. Akan kan durdu. Hala askerin yaptığı Anayasa 35 yıla yaklaşmasına rağmen yamalı bohça gibi olsa da yürürlükte.

28 Şubat 1996 sürecine gelirken irtica paranoyaları, şimdilerde hiç görünmeyen Aczimendiler, Fadime  ŞAHİN, Ali KALKANCI, Müslim GÜNDÜZ  gibiler aynı anda boy gösterdi. Her istediğin yerde seyredebileceğin Şevki YILMAZ, Hasan Hüseyin CEYLAN, İbrahim Halil ÇELİK’e ait kasetler TV ve gazetelerde haber olarak çıkmaya başlamıştı. MGK’da birinci tehdit olarak irtica, bölücü terör örgütünün önüne konmuştu. Ardından “Bin yıl devam edecek denilen 28 Şubat süreci geldi.” İstemedikleri hükümet gitti. Ülkeyi yamalı bohçalı bir hükümete teslim ettiler. Sonuç yine başarılı.

2004 yılında Sarıkız, Ayışığı, Yakamoz, Eldiven darbe teşebbüsleri, 2007 yılında 367 krizi, 2008 yılında  iktidar partisine kapatma davası, 2012 MİT Müsteşarının ifadeye çağrılması, 2013 Gezi Olayı ve 17-25 Aralık ‘Yolsuzluk ve rüşvet’ soruşturması ve  tapeler, 2014 MİT tırlarının durdurulup aranması, çevremiz ateş çemberinde iken, ülkemize milyonlarca mülteci gelmişken 2015 yılında Güneydoğu’nun bazı yerlerinde özerklik ilanları, terörün azması, hendeklerin kazılması, canlı bombaların büyükşehirlerde patlatılması… vb olayları ayrı ayrı sonuçları itibariyle değerlendirildiği takdirde; birilerine hırsız damgası vurmak, ülkeyi yaşanmaz hale getirmek, Türkiye’nin Ortadoğu’dan elini çekmesini sağlamak, ekonomiyi felç etmek… gibi amaçların güdüldüğü görüntüsünü vermektedir. Bunda da nispeten başarılı oldukları söylenebilir.

Şimdilerde başka bir algı operasyonu yapıldığı kanaatini taşımaktayım. TV ve gazetelere bakarsanız gündemimizde ensest ilişkiler, çocuk istismarcıları, öğrencilerine taciz eden eğitimciler boy göstermeye başladı. Anadolu’nun farklı illerinde bu tür haberler mantar gibi bitmeye başladı. Mahkemeler kararları şimdi vermeye başladı. Bu tür sapık ilişkilerin aslı yoktur iddiasında değilim. Ateş olmayan yerden duman çıkmaz. Mutlaka gizlilik kararı çerçevesinde olayların irdelenip suçluların açığa çıkarılıp en ağır ceza verilmelidir. Verilecek cezalar mutlaka kamu vicdanını rahatlatmalıdır. Cezalar caydırıcı olmalıdır.

Olaylar irdelenirken mağdur ya da mağdurelerin bu toplumda şu ya da bu şekilde yaşayacakları göz önünde bulundurulmalıdır. Olayların meclise taşınması, olayın geçtiği okulu ismiyle birlikte yayına alma, sapık ve mağdurelerin ad ve soyadının baş harfleriyle beraber verilmesi hoş bir görüntü arz etmiyor gerçekten. Bir şeyin şüyuu, vukuundan beterdir. Olaylar bir zümreyi, bir kesimi suçlamak için kullanılmamalıdır. Nasıl ki para ile imanın kimde olduğu tam bilinemezse sapıklığında kimde olduğu tam bilinemez. Bu tür sapık ilişkiler tarih boyunca olmuş ve maalesef olmaya da devam edecek görünüyor. Nasıl ki hırsıza kilit dayanmıyorsa sapığa da kilit dayanmaz. Bu toplumda beraber yaşıyoruz onlarla. Bu tür sapık ilişkilere girenler zaten gemileri yakmıştır. Kaybedecekleri bir şeyleri yoktur.

Aileler, okullar ve toplum… olarak bu sapık ilişkilere karşı ne tür tedbirler almamız gerektiğini iyi incelememiz gerekiyor. Çünkü tabiat boşluk kabul etmez. Önceden tedbirimizi alalım. Sapığa ve sapık ilişkiye kızmaktansa bu tür ilişkilere zemin hazırlayan ortamları yok edelim. Çocuğumuz nerede, ne zaman, kiminle niçin beraber...? Sonradan ağlamaktansa baştan ağlayalım.  Basın olarak, siyasiler olarak çok dikkatli olmamız lazım. Çünkü mevzu bahis olan geleceğimiz olan çocuklarımızdır. Gelin hep birlikte bu olaylardan en fazla etkilenecek olan çocuklarımız adına bu nahoş olaylar gizlilik kararı çerçevesinde mahkemelerde devam etsin. Hiçbir şeyin üstü örtülmesin. Rakibimizi alt edeceğiz diye siyasi malzeme olarak kullanılmasın.

Sonuç olarak;  bir şeyi hedefleyen üst akıl, önce algılarla karşımıza çıkıyor. Biz onlarla oyalanırken yine onlar vurucu darbeyle karşımıza çıkıyor ve sonuç alıyor. Oyuna gelip alet olmayalım…

**03/04/2016 tarihinde Kahta Söz gazetesinde yayımlanmıştır. 
** 03/04/2016 tarihinde ladik.biz. web sayfasında yayımlanmıştır

1 Nisan 2016 Cuma

Elimizin altından kayıp giden yitik çocuklarımız*

Her yeni evlenen bir çocuğa sahip olmayı ister. Çünkü her çocuk bir umuttur, mutluluk kaynağıdır aile için. Çocuk doğar; bir emeklese, bezden bir kurtulsa, yürümeye başlasa, okul çağına bir gelse, okulunu bir bitirse, bir görev alsa, bir evlendirsem... temennileri birbirini kovalar.

Çocuk bizim her şeyimiz. Çocuğumuz için de biz her şeyiz. Belirli bir yaşa kadar çocuk bize bağlı, biz çocuğumuza bağlıyız. Her aile çocuğunun iyi bir geleceğe sahip olabilmesi için imkanları çerçevesinde neredeyse saçını süpürge eder.

Bir zaman gelir ki çocuğumuz büyür, yavaş yavaş elimizin altından kaydığına şahit oluruz. Farkına vardığımızda çoğu zaman inisiyatif bizde değildir artık.  Çoğu zaman çocuğumuz:
1.Ya laftan sözden anlamayan/dinlemeyen bir sokak çocuğu olup çıkmıştır.
2.Ya arkadaş kurbanı olmuştur.
3.Ya bir karşıt cinse gönül vermiştir.
4.Ya bir grup, bir camianın içerisine, onların emrine girmiştir.
5.Ya madde bağımlılığı vb zararlı alışkanlıkların müptelası olmuştur.
6.Ya söz dinlemeyen, her dediğinin tersini yapan asi biri olup çıkmıştır.
7.Ya evlenip uzaklaşmıştır.
8. Ya da evi terk edip canlı bomba olmuştur…vs.

Örnekleri çoğaltabiliriz. Artık yediğimizi yemeyen, giydiğimizi giymeyen, düşündüğümüzü düşünmeyen, bizimle aynı dili konuşmayan, bizi beğenmeyen bir nesil olup çıkıyor. Artık aynı evi paylaştığımız birbirimize yabancı bir çocuk olup çıkmıştır. Kuşak çatışması olur da böylesi pek eskiye benzemiyor. Çarşıya çıkıp etrafımıza bir baktığımızda giyim kuşamdan bile birbirimize ne kadar yabancılaştığımızı görebiliriz. Bize yabancılaşan bu neslin bir kısmı biraz sendelemeden sonra er veya geç kendini buluyor.

Ya kaybettiğimiz diğer çoğunluk. Onları ne yapacağız? Nasıl sorumluluk vereceğiz? Nasıl anne baba olacaklar? Nasıl çocuk büyütecekler? Soruları çoğaltabiliriz. Abarttığımı düşünebilirsiniz. Asla ümitsiz değilim. Demem odur ki, dert ediniyorsak tedbir alalım el birliğiyle. Kendi çocuğumuzu kurtarmamız yetmez. Çocuğumuzla aynı havayı teneffüs edecek  kaybettiğimiz diğer çocuklar için de mutlaka bir şeyler yapmamız lazım.

Kaybetme ve kazanma sebep/nedenleri çoktur. Buradaki sayfam bunu işlemeye yetmez. Kısaca nasıl kaybetmeyiz? Kaybettiğimizi nasıl kazanabiliriz?
1.Yaşına göre sorumluluk verelim.  
2. Aşırı korumacılıktan kaçınalım. Her istediğini yapmayalım.
3.Ne tamamen serbest bırakalım ne de sıkalım. Güvene dayalı denetimli serbestlik verelim.
4.İyi olması için başkasına ihale etmeyelim. Kendimiz iyi örnek olalım. Kuru nasihatten kaçınalım.
5.Öz güven sahibi bir birey olarak yetişmesine imkan sağlayalım.
6. İletişim ve diyalog yolunu kesmeyelim. Onları dinleyelim.
7.Aklını kullanmasını, aklını kiraya vermemesini sağlayalım.

8. Sevgi ve saygıya dayalı bir aile ortamı oluşturalım… 01/01/2016

* 02/04/2016 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

29 Mart 2016 Salı

Yaka'da üç yabancı

29.03.2016 akşamı 19.30 sularında konferansa gitmek için otobüs durağına geldim. Durağa modern giyimli bir bayan geldi. Yanında da iki erkek vardı. Ellerinde de üç adet valiz. Bir naylon poşetin içerisinde de kocaman oyuncak bebek ya da köpek.

Hal ve hareketlerinden çok mutlu oldukları görülüyordu. Başladılar aralarında konuşmaya. Rahat tavırları gözümden kaçmadı. Konuşmaları, gülüşmeleri ve rahat tavırları bu ülkede uzun yıllar yaşadıklarını hissettirdi bana. Konuşmalarına kulak kabartmam gerekmedi. Çünkü yüksek sesle konuşuyorlardı. Arapça konuşuyorlardı. Yarım dilimle nereye gidiyorsunuz, nereye taşınıyorsunuz akşam akşam demeden kızın arkadaşına "Abartma,abartma" dediğini duydum. Çatır çatır Arapça konuşan kızın ağzından çıkan "abartma" kelimesi sanki İstanbul şivesini andırıyordu. Çok fasih Türkçe gerçekten.

Konuşmalarını anlamaya çalışıyorum. Ne de olsa 12 yıl Arapça eğitimi aldım.  Çok da başarılı olamadım. Çünkü çok hızlı konuşuyorlardı. Sık sık kullandıkları "Ba'de'l harbi" harpten sonra kelimesi dikkatimi çekti.

Az sonra kızımız durakta bekleyenlerin oturduğu oturağa çıktı ayakkabısıyla birlikte. Erkeklerden biri koca ve kaliteli cep telefonunu çıkardı. Poz veren kızı çekmeye çalıştı. "Valizlerle beraber çek" demesiyle durakladı erkek.  Kızım! Ayakkabınla bastığın yere insanlar oturuyor. Oldu mu ya şimdi yaptığın dedim. Kız aşağıya indi. Hep beraber "Özür dileriz" dediler. Sonra valizlerinin yanına geçti kız. Yanına gelen erkekle beraber fotoğraf çektirdi. Sonra fotoğraf çeken de onlara yaklaştı birlikte bir kaç selfi çektiler.

Otobüs geldi. Eşyalarıyla birlikte orta kapıdan bindiler. Ben de en öne yaşlılar koltuğuna oturdum. Benim onları izlemem bu şekilde sona erdi diye düşünürken sesten duramadım otobüste. Geriye dönüp baktım. Benim üçlü orta kapının oraya demir atmışlar. İkisi oturakta, diğeri aradaki boşlukta. Tüm otobüsün duyacağı şekilde yüksek sesle konuşmaya devam ediyorlar.

Pes doğrusu dedim tabii içimden. Yabancısı oldukları memlekette hiç yabancılık çekmiyorlar. Yüksek sesle konuşmaları yine manidar bulduğum diğer yönleri. Hayret ettim ve takdir ettim. Bizim insanımızdan ne de çok şeyi çabucak öğrenmişler bazı şeyleri. Bizde de bazıları otobüste yüksek sesle konuşur herkes onu dinlemek zorunda kalır. Bunlar da öyle. Duraktaki oturağa ayakkabısıyla çıkması yine bize yabancı değiller izlenimi verdi bana. Tek bize benzemedikleri yönleri, oturağa  böyle
çıkılmaz dediğimde benimle kavga etmediler. Hasılı kafam, gözüm kırılmadı. Bize benzemeyen bir yönleri daha var. Ne zaman geldiler bilmem ama 20-22 yaşlarında olan bu gençler Türkçe'yi öğrenmişler ve konuşuyorlar. Konuştuğumu da anlıyorlar. Ben 12 yıl Arapça ve İngilizce gördüm. Ne konuşurum, ne de konuşulanı anlarım. Bu yönleriyle de bize yabancılar. Diğer yönleriyle hep bu toprağın insanı.

İyi de kardeşim, adamlar oturağa çıktılar, otobüste yüksek sesle konuştular diyeceğin bu. Yazıyı bu kadar uzatmana ne gerek vardı diyebilirsiniz. Sizin kadar kelamı kibar değilim bunu da ifade edeyim.

Sahi bizim yurtdışında olanlarımız onlar gibi rahat hareket edebiliyorlar mı oralarda? Otobüs duraklarına ayakkabılarıyla basıyorlar mı? Topluluk içerisinde bağırarak konuşuyorlar mı başkasına aldırmadan... 29.03.2016



28 Mart 2016 Pazartesi

Şeytan’ı bol nesil


Bu nasıl başlık böyle diyebilirsiniz. Kusura bakmayın. Ben koydum bile. Daha önce “Maliyeti yüksek nesil” isimli bir yazım yayımlanmıştı. Bugün sizlere yine günümüz neslini ele alacağım.

Deruhte ettiğim işim dolayısıyla zaman zaman velilerimizle muhatap oluruz. Velilerimizden büyük bir çoğunluğunun derdi ortak. “Aslında çocuğum çok zeki. Ama çalışmıyor.”  Nasıl, size de tanıdık geldi mi bu velinin söylediği. Aslında çoğumuzun sıkıntısı bu maalesef.  Gerçekten çocuklarımız zeki. Daha bu yaşta leb demeden leblebiyi anlıyorlar.  Zeki ama çalışmıyor. Evet doğru. Çocuklarımız zeki. Aslında bize zeki değil; düzenli çalışan ve çalışmada sürekli çocuklar lazım. Bugün gözde olan okullarda okuyan çocuklar çok zeki oldukları için bu okullarda değillerdir. Sadece düzenli, tertipli ve bir plan dahilinde çalıştıkları için bu tip okuldalar. Bugün sanayide çalışan, dışarıda bomboş gezen, meslek liselerinde okumama mücadelesi veren o kadar zeki çocuğumuz var ki… Sayıları saymakla bitmez. Bir defa şunu baştan söyleyeyim. Bizim eğitim sistemimiz çok zekilere ve normal zekanın altındakilere hitap etmiyor.

Gelelim sadede…Uçan kuştan koruduğumuz, her türlü imkanı sunduğumuz, saçımızı süpürge ettiğimiz bu zeki çocuklarımız niye çalışmıyor? Güzel soru. Bu soruya cevap vermeden önce ben size “Niçin çalışsınlar” diye bir soru sorsam. Cevabınızı merak ediyorum gerçekten. İlk önce kendi zamanımızdaki yoklukla bugünkü imkanları kıyaslamayalım. Bizim devrimiz geçti bir kere. O halde niçin çalışmıyorlar? Çalışmazlar, çalışamazlar. Çünkü Şeytanları bol bu neslin: Akıllı telefon, bilgisayar, tablet, sanal alem, filmler, diziler, 24 saat yayın yapan kanallar, kız-erkek ilişkileri, başka arkadaşlara özen gösterme, bizim geçmişte ne olduğunu bilemediğimiz bugünkü nesilde başlı başına bir problem olarak ortaya çıkan ergenlik dönemi, aile sorunları, parçalanmış aile yapımız, ben okumayacağım diye bas bas bağıran çocukları okuyacaksın  diye diretmemiz, eğitim ve öğretimde kaliteyi yakalamak için eleme usulünü terk etmemiz…vs sorunları sayabiliriz.

Görüldüğü gibi bu neslin Şeytan’ı bol. Bir tarafta dünyalık Cennet vadeden bir hayat. Diğer tarafta özel hayattan kopuk bir şekilde yarış atı gibi sınavlara hazırlanma hayatı. Hele bu neslin nasihate karnı tok bir kere. Nasihat üstüne nasihat yapılacağına belki bir musibet onları kendilerine getirebilir. Yine sosyal hayattan kopardığımız bu çocuklara hiç sorumluluk vermeden ders çalışma sorumluluğu vermek eziyettir gerçekten. Her türlü imkanın ayakları altına serildiği bu nesil çalışmıyor. Bizim geçmişte imkansızlıklar içerisinde okumak isteyişimize rağmen. Çünkü hazıra konmuştur. Hazır yiyicidir. Sorumluluk vermek istesek de zaten kulakları duymaz. Çünkü evde, arabada her yerde o kulağını sağır eden ses geçirmez kulaklık olduktan sonra, sorumluluk vermek istesen de duyuramazsın zaten. Hayatta zorluk çekilmeden başarı gelmez. Gelse de kıymeti bilinmez.


Bu mesele daha çok su götürür. Çocuk yetiştirmemizden, eğitim sistemimize varıncaya kadar radikal kararlar almamız gerekir. Bir defa çocuğun okumak için susaması gerekir. Susamayana su içiremezsin. Hafta sonu, yaz tatillerinde okul dışında başka bir yerde çalışan çocuk, okumanın kıymetini bilir. Gerisi laf-ı  güzaftır. 

Sahi, çocuğuna  sunduğun bu imkanları, Şeytanı bol bu dünyada sana bugün sunsalardı sen okur muydun? İstersen bir düşün. 28/03/2016

Niçin hep piyonlar ölür? *

Hiç satranç oynadınız mı? Ya da biliyor musunuz bu oyunu?  Eğer bilmiyorsanız öyle zannediyorum bu oyunu da sevemezsiniz. Çünkü her konuda olduğu gibi satranç sevenler bir de sevmeyenler vardır bu ülkede.

Bu ülkede oyun olarak sanırım en az oynanan oyundur. Çünkü satrançta birkaç hamle sonrasını planlamanız gerekiyor. Bir düşünce oyunudur.  Seyredeni de azdır. Pek ses yapılmaz. Oynayanlar genelde seviyesini korurlar. İki kişi ile oynanır.

Satrançta 16 taş bulunur.  16 senin 16 da rakibinin. Taşlar genelde siyah ve beyaz olur. En öne sekiz tane piyon konur öncü kuvvet olarak. İlk çıkışta öne  iki, sonrasında da tek hamle yapabilir. Rakip taşı yerken sağ ve sol karede rakibi varsa çapraz yiyebilir. Geriye dönüşü yoktur. Gemileri yakmıştır. Piyonların arkasında her iki köşede öne, arkaya, sağa, sola düz giden iki tane kale, yanlarında L çizebilen  birer at, atın yanında da çapraz giden filler bulunur. En ortada her bir tarafa bir hamle yapabilen  şah, yanında da  her bir tarafa gidebilen vezir bulunur. Aşağıdan yukarıya önem sırası: piyonlar-fil-at-kale-vezir ve şahtır. Oyunda korunması gereken, asla rakibe teslim edilmemesi gereken şahtır. Şah içindir bütün hayat. Şahı korumak ya da rakibi mat etmek için piyonlardan başlanarak tüm taşlar feda edilir.  Tüm taşlar yense, oyun dışı kalsa bile şah oyunda bir aktör olarak hayatiyetini devam ettirir. Ya mat olur: Mağlup olur. Ya da pat olur: Berabere biter maç.

Oyunda olan hep piyona olur. Darbeyi hep o yer. Oyunda yükselebileceği en iyi mevki-yaşarsa eğer- vezirlik makamıdır. Nedir bu piyon? Sözlüğe baktığımızda: “Bir çıkar sağlamak için yararlanılan, istenildiği gibi kolayca kullanılabilen kimse…  Satrançta oyun  başında ön sıraya dizilen sekiz küçük taş, piyade” şeklinde tanımı yapılmıştır. Satrançtaki piyona ve misyonuna  dikkatinizi çekmek istedim. Gördüğünüz gibi piyon en önde, tehlikelere göğüs geren, en ufak bir sıkışmada feda edilip heba edilen bir taştır.

Gelelim günümüze… Günlük yaşantılarımız bu şekilde değil mi? Nerede bir STK, nerede bir siyasi parti, nerede bir gönüllü kuruluş, nerede bir camia varsa hep başında vazgeçilmezler vardır. En son onlara zarar gelir. Altlarında ise onları korumaya çalışan, onlar için göğsünü siper eden samimi insanlar vardır. Feda edilecekse ilk önce onlar feda edilir. Hapse atılacaksa, işine son verilecekse -tıpkı piyon gibi- onlara verilir. Zaten bizim filmlerimizde böyle değil mi? Başrolde ve kötü rolde iki aktör olur. Hele kötü rolde olanın sürüyle ayak takımı olur. Bütün plan kötü roldeki aktörü korumaya yöneliktir. Son çare yurt dışına kaçar. Ağa babaları onu orada kullanmaya devam eder. Eğer kaçamazsa filmde en son kötü roldeki aktör yakalanır, tam iyi roldeki aktör öldürecek iken polis gelir, elinden alır. Hapse götürür. Hasılı diyeceğim iyi rolde olsun kötü rolde olsun baş aktörler ölecekse de tüm camiasını yok ettikten sonra ölüyor. Tıpkı satrançta şahın kalıp tüm taşların başta piyonlar olmak üzere öldükleri gibi. Filmlerimiz de gerçek hayatın bir kopyası değil mi? Bugün Esed’i korumaya yönelik değil mi tüm akan kanlar? (Ben Esed’i örnek verdim. Siz alın başkalarına kıyaslayın.) Gazete köşelerinde veya herhangi bir yerde  lideri adına tetikçilik yapanlar bir yolunu bulup yurt dışını mesken edinmediler mi? Bugün çoğu sırça köşklerde yaşamaya devam ediyor. Öne sürdükleri samimi insanların mağdur olması önemli değil onlar için maalesef. Başkası piyon bulamazsa sesi o kadar gür çıkmaz. Ortalığı da yaşanmaz bir hale getiremez.

Ne demek istediğimi anlatabildim mi acaba? Yok anlaşılmamışsa bu benim eksikliğimdendir. Rabbim bizleri başkasının oyuncağı olmaktan, piyonu olmaktan kurtarsın. Kendimiz olalım yeter. 28/03/2016


* 13/08/2016 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Neden Sorgula-ya-mıyoruz?*

                                          
Küçükken içimizdeki gibi konuşur ve davranış sergileriz. Çünkü sırtımızda yumurta küfesi yok. Büyüdükçe içimizden geldiği gibi konuşup davranamıyoruz. Niçin?

İçinde bulunduğumuz muhit, aidiyet duygusuyla bağlandığımız yerler, "Başkası ne der, tepki çeker miyim, bulunduğum yeri kaybeder miyim, ayıplanırım, dışlanırım…” endişesi, bizi sınırlamaktadır. İçimizdeki duygu ve düşüncelerin dışında başka düşünceleri savunmak durumunda kalıyoruz hiç içimize sinmese de. Yani büyüyünce kendimiz olamıyoruz. Belki de çoğu zaman iki kalp taşıyoruz. Farklı görünüm kişiliğimizi zedelemektedir. Küçüklükteki öz güveni büyüyünce kaybediyoruz. Çünkü küçüklükte o masum halimizle hiç hesap  yapmıyorduk..

Büyüyünce ilk işimiz hesap kitap yapma olmaktadır. Hasılı özgür birey olamıyoruz. Hep birine, bir yere bağlılık tekdüze insan olmaya zorluyor birey ve topluma yön vermeye çalışan köşe başlarını tutmuş, ölünceye kadar postunu kimseye bırakmayan kişiler. İnancımızda mutlak itaat sadece Allah'a ve Resulüne iken itaat ve bağlılık yaptığımız insanların sayısını çoğaltıyoruz. Hep "Vardır bir bildiği, hikmetinden sual olunmaz" psikolojisi nasıl bir ruh hali gerçekten? Bu ruh hali her alanda kendisini göstermektedir: Hem dini cemaatlerde, hem siyasette, hem amir-memur ilişkilerinin olduğu vb. yerlerde.

Mutlak itaat, sorgulanamaz bir alan, aklı kullanmama sanırım doğu toplumlarının özelliği oldu. Halbuki biz böyle mi idik. Değildik. Tarihimiz öz güven sahibi insanların örnekleriyle dolu: Allah Teala,  "Ölüleri dirileceğim" dediği zaman İbrahim(as), "Nasıl dirilteceksin. Bu konuda beni ikna et" demişti… Yaşlanınca kocası tarafından bir boşanma sözü olan "Anamın sırtı gibisin" dendiği zaman peygambere gelip " Beni nasıl boşar? Ben ona şu kadar çocuk verdim" şeklinde cevap veren ve ardından kocası hakkında yaptırımlar inmesine sebep olan  bir kadın vardı. Adı:  Havle…  "Ben bir hata yaparsam beni kim düzeltir" diyen Ömer'e(ra.), "Seni bu kılıcımla düzeltirim" diyen bir arkadaşı vardı…"Ya Muhammed, bu görüşün vahiy mi, yoksa kendi kanaatin mi" sorusuna, " Kendi görüşüm" cevabı verilince " O zaman öyle değil de, şöyle yapalım" diyen bir sahabe topluluğu vardı.

Bu konudaki örnekleri çoğaltabiliriz. Nasıl bu hale geldik? Bunun sebebini irdelememiz gerekiyor. Aklımızı kiraya verme, sorgulamama denince sadece aklımıza dini cemaatler gelmemelidir. Maalesef günümüzde dini cemaat, siyasi parti, sivil toplum örgütleri vb her alanda aynı sıkıntıyı görebiliriz. Bu konudaki istisnaları da göz ardı etmemek lazım. Hepimiz itiraz etmeyen, sorgulamayan, bize itaat eden, bize benzeyen insanlar istiyoruz. Yani köle. Zaten bir kölenin de en büyük hayali, özgürlüğe kavuşunca bir köle edinmekmiş.  Herkesi kendimize benzettik. Şimdi de birçok alanda özgün eserler bekliyoruz.

İnsanlar özgür olmadan, kendisini özgür hissetmeden kesinlikle özgün eserler veremez. Birbirinin fotokopisi olan kişilerden özgün eser beklenmez. Farklı ses çıkartanı -kısa zamanda tu kaka yapmak suretiyle- annesinden doğduğuna pişman ediyoruz.

İnsanların hakaret etmeden, efendiliğini bozmadan, üslubuna dikkat ederek uygun zeminlerde görüşünü rahatça söyleyebileceği günlerin gelmesi temennisiyle. 30/11/2015 

30/03/2016 tarihinde Anadolu'da Bugün Gazetesinde yayımlanmıştır.