1 Nisan 2016 Cuma

Elimizin altından kayıp giden yitik çocuklarımız*

Her yeni evlenen bir çocuğa sahip olmayı ister. Çünkü her çocuk bir umuttur, mutluluk kaynağıdır aile için. Çocuk doğar; bir emeklese, bezden bir kurtulsa, yürümeye başlasa, okul çağına bir gelse, okulunu bir bitirse, bir görev alsa, bir evlendirsem... temennileri birbirini kovalar.

Çocuk bizim her şeyimiz. Çocuğumuz için de biz her şeyiz. Belirli bir yaşa kadar çocuk bize bağlı, biz çocuğumuza bağlıyız. Her aile çocuğunun iyi bir geleceğe sahip olabilmesi için imkanları çerçevesinde neredeyse saçını süpürge eder.

Bir zaman gelir ki çocuğumuz büyür, yavaş yavaş elimizin altından kaydığına şahit oluruz. Farkına vardığımızda çoğu zaman inisiyatif bizde değildir artık.  Çoğu zaman çocuğumuz:
1.Ya laftan sözden anlamayan/dinlemeyen bir sokak çocuğu olup çıkmıştır.
2.Ya arkadaş kurbanı olmuştur.
3.Ya bir karşıt cinse gönül vermiştir.
4.Ya bir grup, bir camianın içerisine, onların emrine girmiştir.
5.Ya madde bağımlılığı vb zararlı alışkanlıkların müptelası olmuştur.
6.Ya söz dinlemeyen, her dediğinin tersini yapan asi biri olup çıkmıştır.
7.Ya evlenip uzaklaşmıştır.
8. Ya da evi terk edip canlı bomba olmuştur…vs.

Örnekleri çoğaltabiliriz. Artık yediğimizi yemeyen, giydiğimizi giymeyen, düşündüğümüzü düşünmeyen, bizimle aynı dili konuşmayan, bizi beğenmeyen bir nesil olup çıkıyor. Artık aynı evi paylaştığımız birbirimize yabancı bir çocuk olup çıkmıştır. Kuşak çatışması olur da böylesi pek eskiye benzemiyor. Çarşıya çıkıp etrafımıza bir baktığımızda giyim kuşamdan bile birbirimize ne kadar yabancılaştığımızı görebiliriz. Bize yabancılaşan bu neslin bir kısmı biraz sendelemeden sonra er veya geç kendini buluyor.

Ya kaybettiğimiz diğer çoğunluk. Onları ne yapacağız? Nasıl sorumluluk vereceğiz? Nasıl anne baba olacaklar? Nasıl çocuk büyütecekler? Soruları çoğaltabiliriz. Abarttığımı düşünebilirsiniz. Asla ümitsiz değilim. Demem odur ki, dert ediniyorsak tedbir alalım el birliğiyle. Kendi çocuğumuzu kurtarmamız yetmez. Çocuğumuzla aynı havayı teneffüs edecek  kaybettiğimiz diğer çocuklar için de mutlaka bir şeyler yapmamız lazım.

Kaybetme ve kazanma sebep/nedenleri çoktur. Buradaki sayfam bunu işlemeye yetmez. Kısaca nasıl kaybetmeyiz? Kaybettiğimizi nasıl kazanabiliriz?
1.Yaşına göre sorumluluk verelim.  
2. Aşırı korumacılıktan kaçınalım. Her istediğini yapmayalım.
3.Ne tamamen serbest bırakalım ne de sıkalım. Güvene dayalı denetimli serbestlik verelim.
4.İyi olması için başkasına ihale etmeyelim. Kendimiz iyi örnek olalım. Kuru nasihatten kaçınalım.
5.Öz güven sahibi bir birey olarak yetişmesine imkan sağlayalım.
6. İletişim ve diyalog yolunu kesmeyelim. Onları dinleyelim.
7.Aklını kullanmasını, aklını kiraya vermemesini sağlayalım.

8. Sevgi ve saygıya dayalı bir aile ortamı oluşturalım… 01/01/2016

* 02/04/2016 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

29 Mart 2016 Salı

Yaka'da üç yabancı

29.03.2016 akşamı 19.30 sularında konferansa gitmek için otobüs durağına geldim. Durağa modern giyimli bir bayan geldi. Yanında da iki erkek vardı. Ellerinde de üç adet valiz. Bir naylon poşetin içerisinde de kocaman oyuncak bebek ya da köpek.

Hal ve hareketlerinden çok mutlu oldukları görülüyordu. Başladılar aralarında konuşmaya. Rahat tavırları gözümden kaçmadı. Konuşmaları, gülüşmeleri ve rahat tavırları bu ülkede uzun yıllar yaşadıklarını hissettirdi bana. Konuşmalarına kulak kabartmam gerekmedi. Çünkü yüksek sesle konuşuyorlardı. Arapça konuşuyorlardı. Yarım dilimle nereye gidiyorsunuz, nereye taşınıyorsunuz akşam akşam demeden kızın arkadaşına "Abartma,abartma" dediğini duydum. Çatır çatır Arapça konuşan kızın ağzından çıkan "abartma" kelimesi sanki İstanbul şivesini andırıyordu. Çok fasih Türkçe gerçekten.

Konuşmalarını anlamaya çalışıyorum. Ne de olsa 12 yıl Arapça eğitimi aldım.  Çok da başarılı olamadım. Çünkü çok hızlı konuşuyorlardı. Sık sık kullandıkları "Ba'de'l harbi" harpten sonra kelimesi dikkatimi çekti.

Az sonra kızımız durakta bekleyenlerin oturduğu oturağa çıktı ayakkabısıyla birlikte. Erkeklerden biri koca ve kaliteli cep telefonunu çıkardı. Poz veren kızı çekmeye çalıştı. "Valizlerle beraber çek" demesiyle durakladı erkek.  Kızım! Ayakkabınla bastığın yere insanlar oturuyor. Oldu mu ya şimdi yaptığın dedim. Kız aşağıya indi. Hep beraber "Özür dileriz" dediler. Sonra valizlerinin yanına geçti kız. Yanına gelen erkekle beraber fotoğraf çektirdi. Sonra fotoğraf çeken de onlara yaklaştı birlikte bir kaç selfi çektiler.

Otobüs geldi. Eşyalarıyla birlikte orta kapıdan bindiler. Ben de en öne yaşlılar koltuğuna oturdum. Benim onları izlemem bu şekilde sona erdi diye düşünürken sesten duramadım otobüste. Geriye dönüp baktım. Benim üçlü orta kapının oraya demir atmışlar. İkisi oturakta, diğeri aradaki boşlukta. Tüm otobüsün duyacağı şekilde yüksek sesle konuşmaya devam ediyorlar.

Pes doğrusu dedim tabii içimden. Yabancısı oldukları memlekette hiç yabancılık çekmiyorlar. Yüksek sesle konuşmaları yine manidar bulduğum diğer yönleri. Hayret ettim ve takdir ettim. Bizim insanımızdan ne de çok şeyi çabucak öğrenmişler bazı şeyleri. Bizde de bazıları otobüste yüksek sesle konuşur herkes onu dinlemek zorunda kalır. Bunlar da öyle. Duraktaki oturağa ayakkabısıyla çıkması yine bize yabancı değiller izlenimi verdi bana. Tek bize benzemedikleri yönleri, oturağa  böyle
çıkılmaz dediğimde benimle kavga etmediler. Hasılı kafam, gözüm kırılmadı. Bize benzemeyen bir yönleri daha var. Ne zaman geldiler bilmem ama 20-22 yaşlarında olan bu gençler Türkçe'yi öğrenmişler ve konuşuyorlar. Konuştuğumu da anlıyorlar. Ben 12 yıl Arapça ve İngilizce gördüm. Ne konuşurum, ne de konuşulanı anlarım. Bu yönleriyle de bize yabancılar. Diğer yönleriyle hep bu toprağın insanı.

İyi de kardeşim, adamlar oturağa çıktılar, otobüste yüksek sesle konuştular diyeceğin bu. Yazıyı bu kadar uzatmana ne gerek vardı diyebilirsiniz. Sizin kadar kelamı kibar değilim bunu da ifade edeyim.

Sahi bizim yurtdışında olanlarımız onlar gibi rahat hareket edebiliyorlar mı oralarda? Otobüs duraklarına ayakkabılarıyla basıyorlar mı? Topluluk içerisinde bağırarak konuşuyorlar mı başkasına aldırmadan... 29.03.2016



28 Mart 2016 Pazartesi

Şeytan’ı bol nesil


Bu nasıl başlık böyle diyebilirsiniz. Kusura bakmayın. Ben koydum bile. Daha önce “Maliyeti yüksek nesil” isimli bir yazım yayımlanmıştı. Bugün sizlere yine günümüz neslini ele alacağım.

Deruhte ettiğim işim dolayısıyla zaman zaman velilerimizle muhatap oluruz. Velilerimizden büyük bir çoğunluğunun derdi ortak. “Aslında çocuğum çok zeki. Ama çalışmıyor.”  Nasıl, size de tanıdık geldi mi bu velinin söylediği. Aslında çoğumuzun sıkıntısı bu maalesef.  Gerçekten çocuklarımız zeki. Daha bu yaşta leb demeden leblebiyi anlıyorlar.  Zeki ama çalışmıyor. Evet doğru. Çocuklarımız zeki. Aslında bize zeki değil; düzenli çalışan ve çalışmada sürekli çocuklar lazım. Bugün gözde olan okullarda okuyan çocuklar çok zeki oldukları için bu okullarda değillerdir. Sadece düzenli, tertipli ve bir plan dahilinde çalıştıkları için bu tip okuldalar. Bugün sanayide çalışan, dışarıda bomboş gezen, meslek liselerinde okumama mücadelesi veren o kadar zeki çocuğumuz var ki… Sayıları saymakla bitmez. Bir defa şunu baştan söyleyeyim. Bizim eğitim sistemimiz çok zekilere ve normal zekanın altındakilere hitap etmiyor.

Gelelim sadede…Uçan kuştan koruduğumuz, her türlü imkanı sunduğumuz, saçımızı süpürge ettiğimiz bu zeki çocuklarımız niye çalışmıyor? Güzel soru. Bu soruya cevap vermeden önce ben size “Niçin çalışsınlar” diye bir soru sorsam. Cevabınızı merak ediyorum gerçekten. İlk önce kendi zamanımızdaki yoklukla bugünkü imkanları kıyaslamayalım. Bizim devrimiz geçti bir kere. O halde niçin çalışmıyorlar? Çalışmazlar, çalışamazlar. Çünkü Şeytanları bol bu neslin: Akıllı telefon, bilgisayar, tablet, sanal alem, filmler, diziler, 24 saat yayın yapan kanallar, kız-erkek ilişkileri, başka arkadaşlara özen gösterme, bizim geçmişte ne olduğunu bilemediğimiz bugünkü nesilde başlı başına bir problem olarak ortaya çıkan ergenlik dönemi, aile sorunları, parçalanmış aile yapımız, ben okumayacağım diye bas bas bağıran çocukları okuyacaksın  diye diretmemiz, eğitim ve öğretimde kaliteyi yakalamak için eleme usulünü terk etmemiz…vs sorunları sayabiliriz.

Görüldüğü gibi bu neslin Şeytan’ı bol. Bir tarafta dünyalık Cennet vadeden bir hayat. Diğer tarafta özel hayattan kopuk bir şekilde yarış atı gibi sınavlara hazırlanma hayatı. Hele bu neslin nasihate karnı tok bir kere. Nasihat üstüne nasihat yapılacağına belki bir musibet onları kendilerine getirebilir. Yine sosyal hayattan kopardığımız bu çocuklara hiç sorumluluk vermeden ders çalışma sorumluluğu vermek eziyettir gerçekten. Her türlü imkanın ayakları altına serildiği bu nesil çalışmıyor. Bizim geçmişte imkansızlıklar içerisinde okumak isteyişimize rağmen. Çünkü hazıra konmuştur. Hazır yiyicidir. Sorumluluk vermek istesek de zaten kulakları duymaz. Çünkü evde, arabada her yerde o kulağını sağır eden ses geçirmez kulaklık olduktan sonra, sorumluluk vermek istesen de duyuramazsın zaten. Hayatta zorluk çekilmeden başarı gelmez. Gelse de kıymeti bilinmez.


Bu mesele daha çok su götürür. Çocuk yetiştirmemizden, eğitim sistemimize varıncaya kadar radikal kararlar almamız gerekir. Bir defa çocuğun okumak için susaması gerekir. Susamayana su içiremezsin. Hafta sonu, yaz tatillerinde okul dışında başka bir yerde çalışan çocuk, okumanın kıymetini bilir. Gerisi laf-ı  güzaftır. 

Sahi, çocuğuna  sunduğun bu imkanları, Şeytanı bol bu dünyada sana bugün sunsalardı sen okur muydun? İstersen bir düşün. 28/03/2016

Niçin hep piyonlar ölür? *


Hiç satranç oynadınız mı? Ya da biliyor musunuz bu oyunu?  Eğer bilmiyorsanız öyle zannediyorum bu oyunu da sevemezsiniz. Çünkü her konuda olduğu gibi satranç sevenler bir de sevmeyenler vardır bu ülkede.

Bu ülkede oyun olarak sanırım en az oynanan oyundur. Çünkü satrançta birkaç hamle sonrasını planlamanız gerekiyor. Bir düşünce oyunudur.  Seyredeni de azdır. Pek ses yapılmaz. Oynayanlar genelde seviyesini korurlar. İki kişi ile oynanır.

Satrançta 16 taş bulunur.  16 senin 16 da rakibinin. Taşlar genelde siyah ve beyaz olur. En öne sekiz tane piyon konur öncü kuvvet olarak. İlk çıkışta öne  iki, sonrasında da tek hamle yapabilir. Rakip taşı yerken sağ ve sol karede rakibi varsa çapraz yiyebilir. Geriye dönüşü yoktur. Gemileri yakmıştır. Piyonların arkasında her iki köşede öne, arkaya, sağa, sola düz giden iki tane kale, yanlarında L çizebilen  birer at, atın yanında da çapraz giden filler bulunur. En ortada her bir tarafa bir hamle yapabilen  şah, yanında da  her bir tarafa gidebilen vezir bulunur. Aşağıdan yukarıya önem sırası: piyonlar-fil-at-kale-vezir ve şahtır. Oyunda korunması gereken, asla rakibe teslim edilmemesi gereken şahtır. Şah içindir bütün hayat. Şahı korumak ya da rakibi mat etmek için piyonlardan başlanarak tüm taşlar feda edilir.  Tüm taşlar yense, oyun dışı kalsa bile şah oyunda bir aktör olarak hayatiyetini devam ettirir. Ya mat olur: Mağlup olur. Ya da pat olur: Berabere biter maç.

Oyunda olan hep piyona olur. Darbeyi hep o yer. Oyunda yükselebileceği en iyi mevki-yaşarsa eğer- vezirlik makamıdır. Nedir bu piyon? Sözlüğe baktığımızda: “Bir çıkar sağlamak için yararlanılan, istenildiği gibi kolayca kullanılabilen kimse…  Satrançta oyun  başında ön sıraya dizilen sekiz küçük taş, piyade” şeklinde tanımı yapılmıştır. Satrançtaki piyona ve misyonuna  dikkatinizi çekmek istedim. Gördüğünüz gibi piyon en önde, tehlikelere göğüs geren, en ufak bir sıkışmada feda edilip heba edilen bir taştır.

Gelelim günümüze… Günlük yaşantılarımız bu şekilde değil mi? Nerede bir STK, nerede bir siyasi parti, nerede bir gönüllü kuruluş, nerede bir camia varsa hep başında vazgeçilmezler vardır. En son onlara zarar gelir. Altlarında ise onları korumaya çalışan, onlar için göğsünü siper eden samimi insanlar vardır. Feda edilecekse ilk önce onlar feda edilir. Hapse atılacaksa, işine son verilecekse -tıpkı piyon gibi- onlara verilir. Zaten bizim filmlerimizde böyle değil mi? Başrolde ve kötü rolde iki aktör olur. Hele kötü rolde olanın sürüyle ayak takımı olur. Bütün plan kötü roldeki aktörü korumaya yöneliktir. Son çare yurt dışına kaçar. Ağa babaları onu orada kullanmaya devam eder. Eğer kaçamazsa filmde en son kötü roldeki aktör yakalanır, tam iyi roldeki aktör öldürecek iken polis gelir, elinden alır. Hapse götürür. Hasılı diyeceğim iyi rolde olsun kötü rolde olsun baş aktörler ölecekse de tüm camiasını yok ettikten sonra ölüyor. Tıpkı satrançta şahın kalıp tüm taşların başta piyonlar olmak üzere öldükleri gibi. Filmlerimiz de gerçek hayatın bir kopyası değil mi? Bugün Esed’i korumaya yönelik değil mi tüm akan kanlar? (Ben Esed’i örnek verdim. Siz alın başkalarına kıyaslayın.) Gazete köşelerinde veya herhangi bir yerde  lideri adına tetikçilik yapanlar bir yolunu bulup yurt dışını mesken edinmediler mi? Bugün çoğu sırça köşklerde yaşamaya devam ediyor. Öne sürdükleri samimi insanların mağdur olması önemli değil onlar için maalesef. Başkası piyon bulamazsa sesi o kadar gür çıkmaz. Ortalığı da yaşanmaz bir hale getiremez.

Ne demek istediğimi anlatabildim mi acaba? Yok anlaşılmamışsa bu benim eksikliğimdendir. Rabbim bizleri başkasının oyuncağı olmaktan, piyonu olmaktan kurtarsın. Kendimiz olalım yeter. 28/03/2016



* 13/08/2016 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Neden Sorgula-ya-mıyoruz?*

                                          
Küçükken içimizdeki gibi konuşur ve davranış sergileriz. Çünkü sırtımızda yumurta küfesi yok. Büyüdükçe içimizden geldiği gibi konuşup davranamıyoruz. Niçin?

İçinde bulunduğumuz muhit, aidiyet duygusuyla bağlandığımız yerler, "Başkası ne der, tepki çeker miyim, bulunduğum yeri kaybeder miyim, ayıplanırım, dışlanırım…” endişesi, bizi sınırlamaktadır. İçimizdeki duygu ve düşüncelerin dışında başka düşünceleri savunmak durumunda kalıyoruz hiç içimize sinmese de. Yani büyüyünce kendimiz olamıyoruz. Belki de çoğu zaman iki kalp taşıyoruz. Farklı görünüm kişiliğimizi zedelemektedir. Küçüklükteki öz güveni büyüyünce kaybediyoruz. Çünkü küçüklükte o masum halimizle hiç hesap  yapmıyorduk..

Büyüyünce ilk işimiz hesap kitap yapma olmaktadır. Hasılı özgür birey olamıyoruz. Hep birine, bir yere bağlılık tekdüze insan olmaya zorluyor birey ve topluma yön vermeye çalışan köşe başlarını tutmuş, ölünceye kadar postunu kimseye bırakmayan kişiler. İnancımızda mutlak itaat sadece Allah'a ve Resulüne iken itaat ve bağlılık yaptığımız insanların sayısını çoğaltıyoruz. Hep "Vardır bir bildiği, hikmetinden sual olunmaz" psikolojisi nasıl bir ruh hali gerçekten? Bu ruh hali her alanda kendisini göstermektedir: Hem dini cemaatlerde, hem siyasette, hem amir-memur ilişkilerinin olduğu vb. yerlerde.

Mutlak itaat, sorgulanamaz bir alan, aklı kullanmama sanırım doğu toplumlarının özelliği oldu. Halbuki biz böyle mi idik. Değildik. Tarihimiz öz güven sahibi insanların örnekleriyle dolu: Allah Teala,  "Ölüleri dirileceğim" dediği zaman İbrahim(as), "Nasıl dirilteceksin. Bu konuda beni ikna et" demişti… Yaşlanınca kocası tarafından bir boşanma sözü olan "Anamın sırtı gibisin" dendiği zaman peygambere gelip " Beni nasıl boşar? Ben ona şu kadar çocuk verdim" şeklinde cevap veren ve ardından kocası hakkında yaptırımlar inmesine sebep olan  bir kadın vardı. Adı:  Havle…  "Ben bir hata yaparsam beni kim düzeltir" diyen Ömer'e(ra.), "Seni bu kılıcımla düzeltirim" diyen bir arkadaşı vardı…"Ya Muhammed, bu görüşün vahiy mi, yoksa kendi kanaatin mi" sorusuna, " Kendi görüşüm" cevabı verilince " O zaman öyle değil de, şöyle yapalım" diyen bir sahabe topluluğu vardı.

Bu konudaki örnekleri çoğaltabiliriz. Nasıl bu hale geldik? Bunun sebebini irdelememiz gerekiyor. Aklımızı kiraya verme, sorgulamama denince sadece aklımıza dini cemaatler gelmemelidir. Maalesef günümüzde dini cemaat, siyasi parti, sivil toplum örgütleri vb her alanda aynı sıkıntıyı görebiliriz. Bu konudaki istisnaları da göz ardı etmemek lazım. Hepimiz itiraz etmeyen, sorgulamayan, bize itaat eden, bize benzeyen insanlar istiyoruz. Yani köle. Zaten bir kölenin de en büyük hayali, özgürlüğe kavuşunca bir köle edinmekmiş.  Herkesi kendimize benzettik. Şimdi de birçok alanda özgün eserler bekliyoruz.

İnsanlar özgür olmadan, kendisini özgür hissetmeden kesinlikle özgün eserler veremez. Birbirinin fotokopisi olan kişilerden özgün eser beklenmez. Farklı ses çıkartanı -kısa zamanda tu kaka yapmak suretiyle- annesinden doğduğuna pişman ediyoruz.

İnsanların hakaret etmeden, efendiliğini bozmadan, üslubuna dikkat ederek uygun zeminlerde görüşünü rahatça söyleyebileceği günlerin gelmesi temennisiyle. 30/11/2015 

30/03/2016 tarihinde Anadolu'da Bugün Gazetesinde yayımlanmıştır.

27 Mart 2016 Pazar

İleri-geri saat uygulaması veya Nesî’ olayı


Her yıl saatler; ekim ayında geri, mart ayında da ileri alınır. Türkiye’de bu uygulama 1972 yılından beri var olagelmiştir. Amaç,  gün ışığından daha fazla faydalanmak. Yetkililere bakınca enerjiden baya tasarruf ediliyor.  Gün ışığından faydalanıyor mu bilmem.  Geldim-gidiyorum fakat hala bu olayı ve mantığını çok kavramış değilim.  Çok iyi anlayan biri varsa bana bunu anlatırsa kendimi bahtiyar hissedeceğim.

Ben bu saatle oynanmasını görünce aklıma hep Cahiliye Dönemi Araplarının adına “Nesî” dedikleri ayı öne çekme ya da sonraya erteleme gelir. Tevbe Süresi 37.ayette Allah: “(Haram ayları) ertelemek, sadece kâfirlikte ileri gitmektir. Çünkü onunla, kâfir olanlar saptırılır. Allah'ın haram kıldığının sayısını bozmak ve O'nun haram kıldığını helâl kılmak için (haram ayını) bir yıl helâl sayarlar, bir yıl da haram sayarlar. (Böylece) onların kötü işleri kendilerine güzel gösterilmiştir. Allah kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez.” Buyurarak Arapların yaptığı bu uygulamayı eleştirir. Kur’an’ın dediği aylar: Zilkade, zilhicce, muharrem ve recep aylarıdır. Bu aylar hürmete layık aylardır. Savaş yapılmaz, kabile savaşları bu aylarda diner. Ticaret, alış veriş canlanır. Kervanlar bu aylarda daha emniyetli yolculuk yaparlardı. Panayır adını verdikleri fuarlar bu aylarda açılırdı. Araplar ticaret ya da savaş dolayısıyla ayları genellikle muharrem ayını tehir  ya da öne alırlarmış. Yani hile yaparlarmış. Savaşmak istemiyorlarsa bu ayları öne alırlar. Yok savaş yapmak isterlerse de bu ayları sonraya ertelerlermiş.  Hoş o dönemin Arapları cahil olsa da en azından aylara hürmeten savaş ve yağmayı keserler, insanlar 4 ay emniyetli bir şekilde yaşarlarmış. Irak, Libya, Suriye, Afganistan vb ülkelerdeki savaşlar ise yıllar yılı kesintisiz devam ediyor. Ne bayram, ne Ramazan bilinir. Ne de “Bin aydan daha hayırlı olan Kadir gecesi” geldi denir. Bizim kesintisiz eğitim gibi.

26/03/2016 gecesi saatler 03.00 iken 04.00’e ilerletilecek. Hepsi bir saat. Ne var bu meseleyi bu kadar problem edinecek. Neredeyse tüm dünya bu şekil yapıyor diyebilirsiniz. Bir defa Pazartesi’den itibaren mesai saatleri yeniden düzenlenecek. Muhtemel mesailer ileri saatle beraber daha ileriye alınacak. Yani baharla beraber geceler kısalmaya, gündüzler uzamaya başlar. Gece uykuları tatlanır. Sabahleyin insanlar uykuyu alamadan kalkıyor. İşine-gücüne bir saat öncesinden başlıyor. Akşam ise mesaiden erkenden çıkıyor. Akşam Güneş’in batmasına daha epey bir zaman kalıyor. Saatle oynanacağına Güneş’in durumuna göre mesailer ayarlansa ne olur? Çoğu insan saatlerin değişmesiyle birlikte ekim-mart aylarında bir sendeleme yaşar. Özellikle mart ayındaki ileri saat uygulaması çoğu insan için zor oluyor diye düşünüyorum. Bugün geri saat uygulaması dediğimiz saat aslında bünyemize uygun bir saat diye düşünüyorum. Mesai denince illa 08.00-17.00 ya da 08.30-17.30 olacak diye ayarlama yoluna gidilmemeli. 07.30-16.30 gibi mesai olabilir gün uzaması, kısalmasına göre.  Sanki saatler ileri-geri alınınca insanlar 8 saatten daha fazla mı mesai yapacak.

2013 yılında bu hükümet bu saat uygulamasından vazgeçeceğini açıkladığı zaman sevinmiştim bir komedi daha sona erecek diye. Ama nedense uygulama aynen devam ediyor bir türlü hayata geçiremediler.

Yazımın başında “Nesi” olayına değinerek ilgili ayeti de yazdım. Bugünkü saat uygulamasını nesi kavramı ile kıyasladım. Saatle oynayanlar dinen hata yapmışlardır iddiasında hiç değilim. Sadece kıyas yaptım. Araplar aylarla oynamış biz de saatle oynuyoruz. Teşbihte hata olmaz biliyorsunuz.

Yazımı bir fıkra ile bitireyim: Adamın biri 3 arkadaşına bir fıkra anlatır. Fıkranın bitiminde ikisi güler, bir tanesi gülmez. “Sen niye gülmedin. Yoksa fıkrayı komik mi bulmadın” diye sorarlar. Arkadaşı: “Anlamadım” der. Tekrar anlatır, diğer ikisi yine gülmüşler bu yine gülmemiş. “Yine anlamadım” demiş fıkrayı anlamayan. Adam üşenmemiş 3.defa fıkrayı anlatmış, fıkraya gülen iki arkadaşı bu sefer gülmemiş, çünkü fıkranın artık komikliği kalmamış. Daha önce gülmeyen bu sefer gülmeye başlamış. Gülmüş de gülmüş. Adamı susturamamışlar. Adam epey güldükten sonra: “Yahu arkadaş fıkra bu kadar komik miydi, çok güldün demişler.  Adam: “Arkadaşlar ben yine anlamadım, yine anlamadım” demiş.


Hasılı 53 yaşındayım. Bu fıkrayı anlamayan 3.kişi gibi ben de bu saatlerle yılda iki kez oynanmasını hala anlayamadım. Yine anlayamadım. Yine anlayamadım. Anlamışsam harap olayım. İçinizde anlayan varsa beri gelsin. Sahi siz anladınız mı? Yoksa anlar gibi mi görünüyorsunuz? Olsun! Vardır bir hikmeti  değil mi? 27/03/2016, 01.18

24 Mart 2016 Perşembe

Dikkat! Sapık var **


Gün geçmiyor ki bir sapık haberiyle uyanmayalım. Gün geçmiyor ki bir taciz olayıyla irkilmeyelim. Gün geçmiyor ki önce tecavüz ardından hunharca öldürülmüş mağdureler görmeyelim. Çocuk kaçırmalar, kayıplar…vs. vakayı adiyeden oldu. Şimdi de sübyancı dediğimiz pedofili çıktı ortaya.

Kimden miras kaldı bize bu sapıklık? Ruhumuza işlemiş sanki. Hocamız kim bizim yahu? Sahi kim?

Sırplarla savaşırken bir komutan Aliya’ya gelir ve şöyle der: Efendim Sırplar bizim kadınlarımıza tecavüz etti. Çocuklarımızı öldürdü. Köylerimizi yaktı. Şimdi biz de Sırpların bir köyünü kuşatma altına aldık. Biz de onlara bize yaptıklarının benzerini yapacağız.”
Aliya şöyle cevap verir: “Onlar gibi davranamayız. Çünkü onlar bizim öğretmenimiz değil.”(Levent Gültekin)

Sırplar bizim öğretmenimiz değilse kim bizim öğretmenimiz? Hep uçkurunu düşünen bu tipler nereden türedi? Toptancılığı sevmem ama kimse kızmasın. Bizim eski Türk filmlerimizin ekserisinde hep tecavüz sahneleri var. Coşkun, Sütçü gibiler damga vurdu. Beyinlerimize işlediler. Bu filmlerin senaristleri bu toprakların mahsulü mü gerçekten. Yabancı filmler de izledim zaman zaman. Ben hiç onlarda tecavüz sahnesine rastlamadım. Adam hırsızlığa gelmişse gelir hırsızlığı yapar, çıkar gider. Bizde ise hırsızlık için gider. Önce evin kızına, kadınına tecavüz eder. Sonra hırsızlık yapar. Şimdi o filmler maalesef gündüz sinema kuşağı adı altında evlerimizde arzı endam ediyor. Suçlu aramıyorum ama eğer bu suçtan bir pay verilecekse  birinci sırayı bizim Türk filmlerini oturtmak gerek. Her filmde bu iğrenç sahneler işlene işlene bu uçkuruna bağlı aklı evvel beyinsizlerin beyinlerine işlemiş maalesef. Senaryo biraz değişmiş o kadar. Filmdekiler kötü rolde, içimizdekiler ise iyi rol görünümünde... Her meslek grubunun yüz karaları olduğu gibi büyük bir camia olan eğitim camiasında da  kendiyle barışık olmayan hasta ruhlu yüzü karalar çıkıyor maalesef. Sabi- sıbyana sulanan lanetli kişiler bunlar. Bunlar Aliya'nın dediği gibi Sırpları örnek almış tipler. Sonunda hoca bunu yaptıysa cemaat ne yapar?

Kime, nasıl güvenilecek, millet ne yapacak bilemiyorum. Ne evlerimiz emniyetli, ne sokaklarımız, ne caddelerimiz, ne eşimiz ne de çocuklarımız. Kime güvendiysek hep yaya kaldık. . Birine iki içki şişesi getirmişler. Tadına bak da hangisi daha iyi söyle  demişler. Adam ilk şişeyi açar. Ağzına bir yudum alır. Şu daha iyi demiş. Be adam daha onun tadına bakmadın, nasıl iyi olduğunu söyleyebilirsin demişler. Adam, evet tadına bakmadım. Çünkü hiçbir şey bu içtiğimden daha kötü olamaz cevabı vermiş. Hasılı birinden darbe yiyoruz, öbürüne yöneliyoruz. Öbürü,  öncekinden beter çıkıyor. Hani adama demişler, “Tecrübe nedir” diye. Adam: “Hayatta yediğin kazıkların bileşkesi” demiş ya. Geldik bu dünyaya. Deneme yanılma tahtası olarak kör-topal devam ediyoruz bu hayata yapışmaya. Hep bir sığınak, hep bir liman, hep bir güven kapısı, bir kurtarıcı  aradık. Çünkü kurtuluş buralardadır dedik. Ama umduğumuz dağlara maalesef hep kar yağdı.

Birilerine “Kurtar bizi baba” dedik. Ülkeyi 70 sente muhtaç etti. O gitti. Ardından kurtar bizi ana” dedik. İki anahtara sahip olacağız derken ülkeyi “Kara Çarşamba” diye adlandırılan ekonomik krize düçar etti.  Başımıza gelen her türlü kötülük eğitimsizlikten dedik. Çocuklarımız okusun. Ama eğitimdeki boşluğu değerlendirmek/takviye  için “Abi, abla, hoca” bulalım, çocuğumuza rehberlik yapsın, yol göstersin, onunla ilgilensin dedik. Kimi ruhumuzu, beynimizi esir aldı. Kimi namusumuzu.  Bir iğfal edilmediğimiz kalmıştı. Sonunda nur topu gibi sübyancılığımız ortaya çıktı. Görsel medyadan seyrediyoruz; yazılı basından ağzımız açık, hayretler içerisinde okuyoruz. Hala da her şeyimizi ihale etmeye devam ediyoruz. Bir içkiden içmediğimiz diğer içkiye tecrübe kazanmaya devam ediyoruz. Ne zaman vaz geçeceğiz her şeyimizi başkasına ihale etmekten. Şunu bilelim ki tabiat boşluk kabul etmez. Evet güvenelim ama hiçbir zaman tedbiri elden bırakmayalım. Her gördüğümüze amca diye sarılmayalım. Bir kanalda çocuk istismarcılarının özelliklerini söylerken bir öğretim görevlisi: “Nerede başarılı, işinde uzman, etrafınca sevilen, herkesin güvenini kazanmış biri varsa çoğunun sonu çocuk istismarcılığına çıkıyor” dedi. Sapıklar, sübyancılar gerçekten derslerine iyi çalışıyorlar: Önce güven kazanmak. Zaten biz bir insana güvendik mi sırtımızı dayarız. Sonuç hüsran, hep hüsran…

Allah Kur’an’ da  erkeklerin hemcinsleriyle alenen yaptıkları homoseksüelliği ve akabinde de yağmur yerine yağan taşlarla o kavmin nasıl helak edildiğini anlatır. Biz okuruz, durmadan Lut peygamberin kavminin sapıklığına kızarız. Rabbim niye anlatıyor bunu. Kur’an kıssa kitabı mı? İbret alalım diye anlatıyor. Görüldüğü gibi pek ibret almamışa benziyoruz. Çünkü özellikle çocuk ve öğrencilere taciz olayları lokal olmaktan çıktı. Mantar biter gibi Anadolu’nun herhangi bir ilinde ortaya çıkıyor. Bunlar tespit edilenler. Ya tespit edilmeyenler. Bazı yerden geçerken uyarı levhası görürüz: Dikkat köpek var!" diye. Sapık ve sübyancılar bilinse de "Dikkat sapık var" yazılsa alınlarına böylelerinin.

Cezalarımız suçluyu korumaktan vazgeçmeli. Her şeyden önce caydırıcı olmalı. Böylelerini hadım  etme dahi düşünülmeli. Cezaevinde milletin sırtından beslememeli. Emekliliği hak etse dahi maaş ve tüm kazanımları kesilmeli.   

Alevi ahlak sisteminde güzel bir şekilde ifadesini bulan şu sözle bu nahoş konuyu bitirelim: “Eline, diline ve beline sahip ol.” Rabbim her türlü kötülükten özellikle sapık, sübyancıların şerrinden korusun çocuklarımızı… 24/03/2016

** 25/03/2016 tarihinde kahta.soz'de yayımlanmıştır.