1 Mart 2016 Salı

Vize Notum 40: Postu Deldirmekten Gücün Kurtuldum

1986-1987 öğretim yılında Kayseri’de üniversite öğrencisiyim. Aynı dersimize iki farklı öğretim görevlisi geliyordu. Bir tanesi: “Benim dersime girme. Ara sıra bir görün...Benim sana verebileceğim bir şey yok” dedi. Canıma minnet dedim. Ara ara göründüm. Öbürü: “Sen de bana fazla görünme. Ama odama gelip bana ezber vereceksin” dedi. Eyvallah dedim. Ara sıra odasına gidip ezber okudum. O da dinledi.

Bir gün hocamız sınıfa geldi. İki arkadaşı odasına götürdü. Geriye geldiklerinde arkadaşların kucağında kucak dolusu kitap vardı. Masasının üzerine koydular. Sonra: “Haydi bu kitaplardan birer tane herkese verin” dedi. Herkesin sırasının üzerine birer tane bırakıldı. Diğerlerine kitap dağıtımı yapılırken kitaba bir göz attım. Kitap, hocamıza ait bir tecvid kitabıydı. Sahasında hazırlanmış ender kitaplardan biriydi. Ebatı da kalın. Emek sarf edilmiş, kaliteli bir kitaba benziyordu. Ne iyi insanlar var dedim. Daha fakülteye başlar başlamaz böylesi bir kitabı kazandırmıştı bize. Üstelik cömert de dedim. Kitaplar dağıtılınca: “Haydi biner lira topla” demez mi? Şaşırdım birden. Kitabı elime aldığım gibi “Siz bunu bize ücretiyle mi veriyorsunuz” dedim. Evet deyince, “Ben almıyorum” dedim.

Kitap güzeldi aslında. Ama kendi bastırdığı bir kitabı öğrencilerine emri vaki ile satması bana biraz garip gelmişti. Bin lirayı da basite almayın. Konya-Kayseri yol ücreti 2500 lira idi o zamanlar. Neredeyse benim memlekete gitme paramın yarısı idi.

Ocak ayına girdiğimizde hocamız her bir öğrenciyi odasına çağırmış. Koltuklarının altına 5’er, 10’ar kitap sıkıştırmış; 15 tatiline memlekete gittiğinizde satın gelin diye. Verdiği kitapların parasını da peşin almış. Beni çağırmadı nedense. Adam beni çağırıp da ne yapacak: Bir kitabını bile satamamıştı. Boşa kürek çekmiyordu anlaşılan.

Baktım bizim Karadenizli arkadaş da koltuğunun altında 5 adet tecvid kitabıyla geldi. Görüntüsüne göre düşünceli ve üzgündü. “Hayırdır” dedim. “Ben ne yapacağım bunları, hem de 5 tane. Sonra ben köyde yaşıyorum, kim alır bunları parayla, köye falan götürmeyeceğim, zaten parasını verdim” dedi. “Almayaydın mübarek, mecbur muydun” dedim. “Canın isterse, ne olur ne olmaz” dedi. Kitap güzel bana ver dedim. Uzattı hemen “Al” diye. Ne kadardan vereceksin dedim. Para istemem dedi. Olmaz, fazla da zarar etme. Ben 500 liradan alayım. Yarı yarıya paylaşalım zararı dedim. “Sen nasıl satacaksın” dedi. Ben satmayacağım. Benim kitabım yok. Bir tanesini ben kendime ayıracağım. Diğerlerini de eşe dosta hediye ederim dedim. Anlaştık. Ben aynı anda 2500 lira kaybederken Karadenizli arkadaşım 2500 lira birden kazanmıştı. Aynı zamanda hocanın da gözüne girmişti. Hocaya bin lirayı vermeyen ben Konya’ya dönüş biletinin parasını bir çırpıda vermiştim. Üstelik kitabını aldığımı hocamız da görmemişti.

Efendim, şimdi kitap faslını bitirelim. Muhabbet iyi de vizeler geldi çattı. Hocamın dersinden sınav var. Hem de sözlü mülakat. Sırayla alıyor içeriye herkesi. Sıra bana geldi, ben de girdim içeriye. Kendinden bir parça olan kitabı da masanın üstündeydi. Zaten tecvitten bu kitaptan sorumluyduk. Kur’a usulü çektirdi soruları. Sordu da sordu. Ne kadarına cevap verdim bilmem. Bildiğim bir şey var. Vize sonuçları açıklandı. Vize notum 40 idi. 40’dan aşağı alan zaten dönemi bitiriyor, o dersten finale giremiyordu. Sağ olsun sınırda puan vermişti bana.

Kitabını alıp memlekete götüren ve parasını peşin veren arkadaşların keyfine diyecek yoktu. Arkadaşlar akıllıymış nidecen. İşi o zaman bitirmişlerdi. Ben, vize sonuçları açıklanınca işin vahametini anladım ama iş işten geçmişti bir kere.

Sınfta kitabını geri verdiğimde bana manidar bir bakışı vardı. O bakışın nedenini vize sonuçlarıyla daha iyi anlamıştım. Sanki: “Sen şimdi benim kitabımı alma, ben sana gününü gösteririm. Senin bana, benim de sana verebileceğim bir şey yok” demek istemişti. Anlayışım biraz kıt. Ne yaparsınız…

Belki de bu anlattığım benim hüsnü kuruntum. Başarısızlığıma kılıf bulmak. Başarısızlığı kim kabul eder ki... 01/03/2016

Yaşarsam şayet, yaşlılığım çok kötü olacak!

8’e giden çocuğumun kontörü bitmiş. Yüklemek için telefonu elime aldım. Telefon ve kredi kartı bilgilerini  girdim. Yüklemek için gönder butonuna bastım. Hemen mesaj geldi: “15 lira kart  harcamanıza ait şifreniz” diye.

Çocuğa: “Git oğlum telefonu al gel de, gelen şifreyi gireyim” dedim. Çocuk bir türlü gitmedi, bana bakıyor. “Telefonu al gel diye tekrarladım, biraz da sesimi yükselterek. Çocuktan yine tık yok. Sadece bakıyor bana. 3.defa söyledim. Nihayet çocuk gözüyle elimdekini işaret etti. Baktı hala ben bekliyorum. Sonunda: “Baba! Telefon elinde ya” demez mi? Evet baktım. Telefon elimde. Ne diyeceğimi şaşırdım. Halbuki ne de hazırlamıştım hemen gidip telefonu getirmeyen oğluma kızmaya. Sonunda ne mi yaptım. Kızamadığıma kızdım. Düşündüm: “Oğlum Ramazan, şayet yaşarsan ihtiyarlığın çok kötü olacak” diye. Kendisine: “Gel oğlum bu sır olarak kalsın aramızda.  Bak sana kontör de yükledim şimdi” dedim. Çocuk: “Baba, denk geldi bir defa. Ben böyle bir anı bir daha yakalayamam. Kusura bakma anlatırım” demez mi? Ne olacak zamane çocuğu işte. Bir de daha yeni iyilik yaptım güya.

Şartlanmışlık böyle bir şey işte. Genelde kontör yüklemeyi masaüstü bilgisayardan ya da laptoptan yaparken başka bir odada şarja takılı olan telefonu almaya giderdim; gönderilen mesajı girmek için. Bazen insan elindeki bir şeyi arar ya. İşte ben de elimdeki cep telefonunu aradım.

Gülme kardeş gülme! Gülünecek bir şey değil. Bak sıra sana da gelir. Sonra bu yazdığım, bir sır haberin olsun. Buraya yazılan sır olur mu dersen. Olur niye olmasın. Zaten kimse okumuyor ki. İnsana sır vermekten daha iyi. Ya kazara, yolunu şaşıran biri okursa... Evet ben de ondan korktum zaten. Olur ya biriniz benim oğlanla karşılaşır. Bunu benim oğlandan duymaktansa ilk önce benden duysun. Şayet yolunu şaşıran varsa.…Alo, var mı yolunu şaşıran... Kim kabul eder yolunu şaşırdığını. Düşmez kalkmaz bir Allah! Ne diyelim... 01/03/2016

29 Şubat 2016 Pazartesi

On parmağında 10 marifet

Cumartesi 13.00 suları. Bir elinde poşeti, diğer elinde kol çantası, yanında çocuğu ile otobüse binip  ters istikametteki boş olan iki koltuğa oturmuş bir anne dikkatimi çekti.

Otobüs  sonraki duraklarda durdukça dolmaya başladı. Şoförün “Arkaya doğru ilerleyin” sözüyle birlikte anlayış göstererek 6 yaşındaki çocuğunu kucağına aldı. Yanındaki çocuğundan boşalttığı koltuğa oturan olmadı. Bana göz ucuyla “Otur” dendi. Ben de oturmadım, çocuğunu oturtsun diye. Küçük otobüsün en arkasına sırtımı verdim.

Hanımefendi, sağ eliyle çocuğunu kucağına bastırdı. Koluyla çocuğunu tutmaya, eline; içerisinde çocuğunun yedek giysisi olması muhtemel poşeti yerleştirdi. Aynı zamanda  0.5 litre su şişesini avucunun içiyle beraber tuttu. Diğer eliyle  kolundaki  çantasını kendisine doğru bastırdı. Şimdi boşa çıkarttığı elini değerlendirmeliydi. O da ne? Boş olan eline telefonunu  aldı. Başladı girmeye. Nereye girdi bilinmez. Ama kısa  yolculuğuna diyecek yoktu.

Gördüğüm profil nereye kadar gitti? Nerede indi bilmem. Çünkü ben ondan önce indim. Hikayenin bundan sonrası meçhul. Çok merak ettiyseniz  hayal gücünüzü geliştirip bundan sonra hikayeyi siz devam ettirebilirsiniz.
*
Otobüsten inip sağıma soluma bakınca çarşı mahşer yeri gibiydi sanki. Sezon; tam kışlık ürünlerin indirime girdiği, indirim var diye insanların özellikle bayanların kendilerini dışarıya attıkları, evlerini boşalttıkları andı sanki. Hava da müsaitti üstelik.  Herkesin indirim var diye koştuğu tüketimden, kadın da nasibini almalıydı. Elini tutan çocuğu, alışveriş yapmasını biraz geciktiriyordu ama geç de olsa başladı mağazanın birinden girip diğerine çıkmaya.

Çok da acele etmesine gerek yok. Ama ya alacaklarından kalmazsa. En büyük sıkıntısı da buydu…Yoksa akşama kadar daha çok mağaza gezer, sonunda alacaklarını alırdı. Bazılarına ihtiyaç yoktu ama ucuzdu bir kere. Herkes alıyor, o da almalıydı. Hele bir de karta taksit yok mu? Kim yapardı bu iyiliği, hem de bu devirde! O da öyle yaptı. Alışverişleri  yapıp mağazadan çıktığında hava kararmıştı. Evine de gecikmişti. Olsun. Eşi bugün de bekleyiversin. Sanki ilk defa mı bekliyordu. Yemek dersen vardı zaten dünden kalma. Çok da acele etmesine gerek yok. Sadece bir ısıtması var. Geçen haftadan annesiyle beraber bolca sarıp buzluğa kaldırdığı sarma da vardı. Olmazsa onu da çıkarır. Bu akşam yemeğini de savardı. Alışveriş mutluluğu, bir de dünden kalan yemeğin olması keyfini getirmişti kadının. Ama bir düşüncedir aldı içini. Yemek yendikten sonra bulaşıklar ne olacaktı? Çünkü ne de çok yorulmuştu bu alışveriş çılgınlığından. Hemen aklına her zaman imdadına yetişen, bir dediğini iki etmeyen, kendisine hizmet etmesi için evlendiği, emir eri  eşi geldi. Evet, bulaşıkları makineye eşi koyardı. Sanki yapmadığı bir şey mi idi. Zaten eşine de bir gömlek, bir çorap almıştı. Kartın ekstresini de alıştıra alıştıra birkaç gün sonra verir, olur biterdi. Zaten taksitle, üstelik kartın günü de dönmüştü.
*
Yok. Hikaye böyle devam etmez derseniz. Kadın alışverişten sonra ya kendi annesine, ya da kayınvalidesine geçmiştir. Eşi de oraya gelecektir. Anneler zaten kızı/gelini gelecek diye yemekleri de hazırlamıştır. Zaten annesi kızının mutluluğu, kayın validesi de gelinini memnun etmek için uğraşmıyor muydu? Evladı zaten avucunun içindeydi. Allah’tan istemişti bir göz. Allah verdi ona üç göz. Daha ne istesindi ki?
*
Yok hikaye böyle gitmez diyorsanız. O zaman C planını devreye koyalım. Evde yemek yoktur. O zaman eşine telefon açıp akşam yemeğini bir lokantada mükellef bir sofra ile geçirebilirlerdi. Zaten ilk tanıştıklarının 10.yılıydı bugün.
*
Hayır, hikaye böyle sona ermez derseniz, o zaman D planını devreye koyalım. Ya eve erken gelen eşi yemek hazırlayacak. Ya da bu akşam kahvaltıya talim edeceklerdi. 
*

Gördünüz mü kadını? Maşaallah hamarat mı hamarat. Allah'ın verdiği azaların hepsini fazlasıyla kullandı. Her bir parmağında 10 marifet. Akılsa akıl... Zekaysa zeka. 

Allah benim hayrımı mı versin. Amin. Sizin de. 29/02/2016



Kendine temiz**


Toplu taşıma aracının sağında giderken bir ses işittim. Ses sağ taraftan gelmişti. Sağıma baktım.  Sağ tarafta aracını park yerinden çıkarmaya çalışan, görüntüsünden şık giyimli bir beyefendi vardı. Yanında da eşi olması muhtemel bir hanımefendi oturuyordu. Elinde de içmeye çalıştığı ayranı vardı. Yolun ortasında ise içilerek ambalajı yola atılmış bir ayran.. Evet ses, o ayranın sesiydi. Suçun sahibi olmaz ama. Suçlu ayan beyan belliydi: Beyefendi görünümlü zat.

Arabasının modelinden ve markasından zengin olduğu belliydi. Adama iftira atma. Önceden atılmış olabilir diyebilirsiniz. Bal gibi adam -sandığım- attı. Çünkü çöpün sesine baktığımızı gören adam kafasını kaldırdı bize baktı. Başını öne eğseydi, az da olsa bir utanma duygusu kalmış diyecektim. Maalesef o da kalmamış. Yere atılan ayranın markasıyla eşinin içmeye çalıştığı ayran da aynı marka idi zaten. Üstelik çöp daha çiğnenmemişti, öylesi trafiğin yoğun olduğu bir yerde.  Haydi hepsi iftira dediniz. Peki o ses neydi?

Gördüğünüz gibi suçun bütün delillerini topladım. İçimden polis olmalıymışım bile dedim. Siz demeseniz de.

Aslında anlattığım bu olay, bizim ülkemizde vakayı adiyedendir. Artık olağan hale geldi. Çoğunuz, arabasının kül tablasını yolun ortasına boşaltmaya çalışanı, burnunu temizlediği peçetesini toplu taşıma araçlarına atanı ya da bir yerine sıkıştıran kimseleri görmüşsünüzdür. Görmeden atılanları saymıyorum. Yaşadığımız yerleri, gelip geçtiğimiz yerleri, piknik yerlerini saymıyorum bile. Hele dağılmış semt pazarlarını mesele bile edinmiyorum artık. Çünkü rastgele atılan şeyler o kadar sıradanlaştı ki, hepimiz bu tür davranışları kanıksamış durumdayız.

Peki biz pis bir millet miyiz? Hayır. Temiz olmaya temiziz. Yine istisna kimselerimiz kaideyi bozmaz ama biz kendimize temiziz. Kendi evini, barkını, aracını, çevresini tertemiz yapan bireyleriz. Tıpkı aracın camını açarak elindeki çöpü dışarıya atıp camını kapatan gibi. Adam aracını temizledi. Dışarıdaki görüntü nasıl olursa olsun. Bu pisletenler de temizlik havarisi. Çoğu zaman da etraf ne kadar pis diye dert yanar.  Kusura bakmayın ama ben böylelerini o böceğe benzetiyorum. Hangi böcek dediğinizi duyar gibiyim. Hiç zorlamayın. Siz o böceği iyi bilirsiniz. Bana söyletmeyin adını. Hani o böcek, kendi pislediği pisliği yuvarlar, bir taraftan da etraf ne kadar pis kokuyor diye burnunu tıkarmış ya. İşte o böcek. Hatırladınız adını. Hele şükür. Baya da uğraştırdınız beni.

Ben, göz göre göre çevreyi kirleten insanları işte bu böceğe benzetirim. Bu böceklerin yiyeceği bu yuvarladıkları. Rızıklarının peşinden koşuyorlar. Ya bizim kendisine temiz insanımızı ne yapalım. Siz ne derseniz deyin. Ben bu tip adamlara kendine temiz insan diyorum. Adam da çöpünü attıktan sonra tıpkı o böcek gibi camını kapattı zaten.

Siz, ülkenin bu kadar gündemi varken şu mesele edindiğin işe bak bile deyiniz. Ben diyeceğimi dedim bile.  Bu adam, kendine temiz. Sayısı da baya çok maalesef. Bir araya gelseler seni, beni, bizi  boğarlar...

 Biz istediğimiz kadar sözle: “Temizlik imandandır. Temizlik imanın yarısıdır. Allah tövbe edenleri ve temizlenenleri sever. “ deyip, ardından da   “Ele verir talkını, kendisi yer salkımı” aymazlığı içerisinde her yeri kirletmeye devam edelim. Bilelim ki yaptığımız bilgi hamallığından başka bir şey değildir. Rabbim sonumuzu hayreylesin. 29/02/2016

** Kahta Söz gazetesinde 24.03.2016 günü yayımlanmıştır.


Bugün sayfamda bir misafirim var*


            27/02/2016 günü gazetemizde yayınlanan yazımda bahsettiğim gibi bugün sizleri, katsayı mağduru bir öğrencimin  yazısıyla baş başa bırakıyorum:

“Zulüm herkese, katsayı  ise İmam Hatiplereydi…
 Kâhta’nın Kilise köyünde dünyaya gelmişim. Babam bütün çocuklarını okutma gayretinde olan biriydi. İlkokulun ilk iki yılını köyümüze yarım saat mesafedeki komşu köydeki okulda, üç yılını da köyümüze yapılan okulda tamamladım…

Lisede üniversite sınavlarına hazırlanmaya başladım. Hiçbir ön duyuru ve bilgilendirilme yapılmadan lise son sınıfta 28 Şubat’ın, İHL öğrencileriyle ilgili kararları  uygulanmaya başlandı. Bizler lise son sınıfa geçmenin heyecanı içinde iken bu kararlarla birlikte ne yapacağımızı bilemez olduk. Hiçbir konuda net bilgi alamıyorduk. Okul idarecilerimiz de bize gerekli yol göstericiliği maalesef yapamadılar. Bazı arkadaşlarımız okuldan kaydını sildirip açık liseye geçti ve katsayı zulmünden kurtulmuş oldular. Bizler ise imam hatipli kimliğimizi bırakmak istemiyorduk. Aldığımız eğitime ve kendimize güveniyor, bizlerden kesilecek puanları telafi edebileceğimizi düşünüyorduk. Sınav sonunda ne kadar büyük bir yanılgıya düştüğümüzü acı bir şekilde gördük. Okulun medarı iftiharları olan, aldıkları puanlarla çok güzel yerlere gelebileceklerini gösteren bütün arkadaşlar, sınav sonunda büyük bir haksızlıkla karşılaştı ve hiçbiri hak ettiği üniversiteye gidemedi. Bütün soruları yapan arkadaşlarımız bile ancak bir öğretmenlik veya Fen-Edebiyat bölümüne girebildi.

Bu kadar zor ve sancılı geçen ilk yılda üniversitelerin herhangi bir bölümüne yerleşememiştim. Benim için bütün fedakârlığı göstermiş olan aileme bunu nasıl anlatacaktım… Köye dönerken nasıl bir ruh haleti içinde olduğumu çok iyi hatırlıyorum.  Ailem beni bütün sıcaklığı ile karşıladı …”Evladım İmam Hatipli isen istediğin kadar puan al sana hak vermezler” demişti annem… Ailemin niyeti onların yanında kalıp onlarla yaşamamdı. Kendilerince haklıydılar da. Bu düşünce benim için tam bir kâbustu. Çünkü ben ne olursa olsun okumaya devam etmek istiyordum. Bunun için tekrar dershaneye gitmem ve bir yurt ayarlamam gerekiyordu. Geçimini mevsimlik işlere giderek kazanan ailem için bu masrafları karşılamak hiç de kolay değildi. Zor da olsa üniversite sınavına tekrar hazırlanmaya başladım. Büyük bir zulüm olan katsayıyı geçmek için sınavdaki bütün soruları yapmak gerekiyordu. Güzel bir hazırlık sürecinin sonunda sınava girmeye hazır hale gelmiştim. Girdiğim sınavın hayatımın en önemli sınavı olduğu bilinci beni müthiş strese sokmuştu. Çok şükür hedeflediğim puanı alabilmiştim. Yaşadığım stresi hala hatırlıyorum.

Bu katsayının bize yaşattığı dünyevi bir zorluktu. Şüphesiz bu da çok zordu ama katsayının bizde yarattığı en büyük tahribat manevi olandı… Bu o kadar zor bir dönemdi ki Rabbim kimseye yaşatmasın… Bütün bu zorlukların sebebi olarak imam hatipli olmayı görüyorduk. Sanırım dönemin iktidarının… İHL’li  gençlere vermek istedikleri mesaj da buydu. Bu günden bakılınca çok net görüyor ama üniversite sınavına girip istediği puanı katsayı engelinden dolayı alamamış olan bizler için bunu o zamanlar anlamak o kadar kolay değildi.

İki yılı bulan bu sınav süreci o kadar yıpratmıştı ki, bu; üniversite hayatımı da menfi etkilemişti. Nihayetinde bu sorgulama sürecini imam hatipten aldığım eğitimim yardımıyla aşabildim. Neden böyle bir süreçle muhatap kılındığımızı çok şükür anlamış oldum. Elhamdülillah bu zorlu süreci geçebildik ama bunu yapabilmek için erken …yaşta “Taşın, sert ateşin yakıcı ” olduğunu bizzat öğrenmiş olduk.

…Kendi hayatım üzerinden anlattığım bu sürecin…daha çetinini o dönemdeki bütün arkadaşlarım yaşadı... Anlatmaya çalıştığım; 28 Şubat sürecinde yapılanların Anadolu’nun inançlı insanlarını her alandan silme projesi olduğunu gösterme gayretidir…


Rabbim gelecek nesillere böyle zulümler yaşatmasın. Yolumuzu aydınlatan hak erlerine selam olsun.” (Yasin KUŞÇİ Kâhta İHL 1998-1999 Yılı Mezunu)

02/03/2016 tarihinde Anadoluda Bugün gazetesinde yayınlanmıştır.

27 Şubat 2016 Cumartesi

İlklerin adamıydı

Ömrünü mücadeleye adamış bir dava adamıydı. Ülkesine ve İslam dünyasına hizmetten geri kalmadı. Bilim adamı ve siyasetçi. Dini, ilahiyatçılardan daha iyi bilen biri idi.

Gözlerinin fıldır fıldır etmesi zekasındandı. Bilim adamı ve yüksek mühendis olarak hayatını devam ettirseydi bir eli yağda, diğeri balda olacak, paraya para demeyecek, sıkıntı çekmeyecekti. Leopard tanklarına imzasını attığı gibi yeni icatlara da mührünü basardı.

Memlekete hizmetten başka bir düşüncesi olmadığından rahatı değil zoru seçti. Memleketin gelişmesi için ağır sanayiye ihtiyacı vardı. Önce Gümüş motoru kurdu ve üretimini gerçekleştirdi. Yeterli desteği görmeyince TOBB genel sekreteri, ardından başkanı oldu. Baktı ki; üretim, sanayi siyasetsiz olmuyor.

Bağımsız olarak siyasete adım attı. Tamı tamına 5 parti kurdu. Her kurduğu parti irticanın odağı olarak görüldü. Laikliğe aykırı görülerek kapatıldı. Çoğu zaman siyasi yasaklı hale geldi. Hapiste yattı. Pes etmedi. Yılmadı. Onlar kapattı. Bu yeniden açtı.

Önceleri küçük bir parti iken rakipleri güldü geçti, dalga geçti. Ciddiye almadı. Ne zamanki büyümeye başladı, tehlike olarak görüldü. Tek kişiyle başlattığı siyaset mücadelesinde koalisyon ortağı oldu çoğu zaman. Ağır sanayi hamlesini başlattı. Her bir yere fabrika temelleri attı.  Bize hayal gelen icraatlarını yapmak için didindi durdu.

Rakiplerinin saldırma, yıldırma ve hakaretlerine karşı beyefendi kişiliğini hiç bozmadı. En kötü sözü: “Sizi gidi taklitçiler sizi” idi. Bütün hayat mücadelesini “Biz ve onlar” bandına oturttu. Kendi kesimine kızmışsa “Sakallı Hüsnü” dedi.

Kapatılan, baraj altında kalan partisini iktidara taşımayı bildi. İktidar olur olmaz, “Denk bütçe” yaptı. “Havuz sistemini” getirdi. Rant ve faiz lobisine darbe vurdu. D8'leri kurdu. Memur, hayatında görmediği zammı gördü zamanında. Enflasyon da azmadı.  Silahlı ve silahsız kuvvetler, iktidarına savaş açtı. Hortumları kesilenler onun iktidarına bir yıl dayanabildiler. Okul arkadaşının ayak oyunu ile iktidardan uzaklaştırıldı. Partisi iktidarda iken yine kapatma davası açıldı. Partisinin kapatılmasına karar verildiğini bildiği halde Yüce Divanda saatlerce ayakta partisini savundu. “Savunan adam” olarak tarihe geçti. Partisini  kapatılmaktan kurtaramadı ve partisi aynı zamanda parçalandı.

Rahle-i tedrisinden yüzlerce siyasetçi yetişti.  Talebeleri yıllardır ülkeyi yönetiyor. Kendisine yaptırmadıklarının çoğunu öğrencileri yaptı.

Önce manevi kalkınma dedi. İslam Birliği fikrinden hiç vazgeçmedi.  Bugün hayal gibi görünüyor. Dün hayal gibi görülenler yapıldı. İnşallah! İslam  birliği niçin olmasın.

O, karşıt kesim için “Takunyalı” idi. Bizim içinse ilklerin adamıydı. 85 yıllık ömrüne, küçük boyuna dünyayı sığdırdı.

Kimden mi bahsediyorum. Tabiiki hocamdan. Nur içinde yat hocam... 27/02/2016

25 Şubat 2016 Perşembe

Öteki mahalleye gönderdiklerimiz/göndereceklerimiz *

Bir zamanlar  bir fikir, bir düşünce, bir ideal uğruna bir araya gelen insanlar iyi bir sinerji meydana getirerek büyük işlere imza atarlar. Başarı geldikçe birbirlerine iyice kenetlenirler. Dostlukları düşman çatlatır cinsinden olur. Aynı mahallenin insanları olurlar artık.

Mahallenin içerisinde durdukça farklı fikir söyleme imkânın yoktur. Şayet söylemeye kalkarsan bir çırpıda tu kaka   olmaya başlar; dışlanırsın, bir kenara itilir; horlanırsın. Hain ve nankör muamelesi görmeye başlarsın. Farklı fikir söyledikçe üzerine top mermisi gibi gelen eleştiri ve saldırılara karşı savunmaya geçmek durumunda kalırsın. Bundan sonra geri kalan ömrünü kendini defansta savunma yapmakla geçirirsin. Mahallen sana vebalı gibi bakmaya başlar. “Ben de sizin gibi düşünüyorum. Aynı amaca hizmet ediyorum. Sadece şöyle olursa daha iyi olur” desen de saldırı cephesi: “Hayır, sen dediğin gibi değilsin. Sen artık bizden değilsin”  şeklinde bakmaya devam eder. İçlerinde durdukça hal ve hareketleriyle sana acıyarak bakarlar. Sinirleri bakışlarına sirayet eder. Kendi mahallende parya olursun. Garip kalırsın. Kendi muhitinde seni bir boğmadıkları kalmıştır.

Böyle bir ortamda öteki mahalle sana sahip çıkmaya, ilgi göstermeye başlar. Sana kucak açar. Kendi kendine iç muhasebesi yapmaya başlarsın. “Marifet iltifata tabidir.” Ne yapmalıyım? Kendi mahallemde yabancılaştım, dışlandım diye. İçlerinde kalarak mücadele edemeyeceğini anlayarak iltifat gördüğün mahalleye gidersin. Gider gitmez ardından “Hain” salvoları gelmeye devam eder. Artık eski mahallende adın; satılmış, hain olarak anılır.

Yeni gittiğin mahalle sana kucak açmıştır. Ama kolay kolay benimsemez; tüm ilgi, alaka ve iltifatlarına rağmen. Çünkü niyetleri seni eski mahallene karşı silahşör olarak kullanmaktır. Zira sen orada da bir yabancısın, eğretisin. Mahalle değiştirmiş olmana rağmen seni, ne eski mahallen kabul eder ne de yenisi. Ne İsa’ya ne de Musa’ya yaranırsın artık.  Hani, Hristiyan iken Müslüman olur olmaz ölen birine annesi: ‘Oğlum, İsa’yı küstürdün, yeni dininde de Muhammed seni tanımaz’ demiş ya. Durum aynen böyle.

Bir mahalleden öbür mahalleye geçişi uzun da olsa nihayet anlatabildim. Böyle mi olmalıydı? Yıllardır birlikte baş koyduğunuz, birbirinizin ciğerini bildiğiniz kardeşinizi karşı mahalleye gönderince iyi yaptık mı sanıyoruz? Kardeşiniz sırlarıyla birlikte karşı cepheye geçmiştir. İnsanın en zayıf olduğu an ise; sırlarını verdiği, paylaştığı kişilerdir.

Aynı mahallede farklı fikirlere tahammül edilmelidir. Aykırı fikirlere tahammül gösterilirse kimse mahallesinden öteki mahalleye taşınmaz. Tahammül edilmezse tarih kardeş kavgalarıyla doludur. Sonra kardeşlerin kavgası kan davası haline döner. Kolay kolay da bitmez. Birbirlerini bitirmek için uğraşırlar. Böyle mücadele ederken her iki kardeş de biter ama kolay kolay farkına varamazlar.

Peygamber, kuyusunu kazmaya çalışan münafıkların lideri Abdullah bin Ubeyy bin Selül’e bile tahammül göstermiştir. Mekke’nin fethedileceği haberini ulaştırmaya çalışan  Hatıb bin Ebî Beltea’yı affetmiştir. Herkesi kazanmaya çalışmıştır. Mekke’nin Fethi esnasında “Kim Ebu Süfyan’ın evine sığınırsa  emniyettedir…” diyerek hem kan akıtmanın önüne geçmeyi, hem de yıllardır kendisine rakip olan bir komutanı kazanmayı murat etmişti.

Farklılıklarımızı rahmete dönüştürmek lazım, zahmete değil. Hele böylesi zor durumlarda milletçe kenetlenmemiz gerek.  25/02/2016


* 03/01/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.