Ana içeriğe atla

Vize notum 40: Postu deldirmekten gücün kurtuldum



1986-1987  öğretim yılında Kayseri’de üniversite öğrencisiyim. Aynı dersimize iki farklı öğretim görevlisi geliyordu. Bir tanesi: “Benim dersime girme. Ara sıra bir görün...Benim sana verebileceğim bir şey yok” dedi. Canıma minnet dedim. Ara ara göründüm. Öbürü: “Sen de bana fazla görünme. Ama odama gelip bana ezber vereceksin” dedi. Eyvallah dedim. Ara sıra odasına gidip ezber okudum. O da dinledi.

Bir gün hocamız sınıfa geldi. İki arkadaşı odasına götürdü. Geriye geldiklerinde arkadaşların kucağında kucak dolusu kitap vardı. Masasının üzerine koydular. Sonra: “Haydi bu kitaplardan birer tane herkese verin” dedi. Herkesin sırasının üzerine birer tane bırakıldı. Diğerlerine kitap dağıtımı yapılırken kitaba bir göz attım.  Kitap, hocamıza ait bir tecvid kitabıydı. Sahasında hazırlanmış ender kitaplardan biriydi. Ebatı da kalın. Emek sarf edilmiş, kaliteli bir kitaba benziyordu.  Ne iyi insanlar var dedim. Daha fakülteye başlar başlamaz böylesi bir kitabı kazandırmıştı bize. Üstelik cömert de dedim. Kitaplar dağıtılınca: “Haydi biner lira topla” demez mi? Şaşırdım birden. Kitabı elime aldığım gibi “Siz bunu bize ücretiyle mi veriyorsunuz” dedim.  Evet deyince, “Ben almıyorum” dedim.

Kitap güzeldi aslında. Ama kendi bastırdığı bir kitabı öğrencilerine emri vaki ile satması bana biraz garip gelmişti. Bin lirayı da basite almayın. Konya-Kayseri yol ücreti 2500 lira idi o zamanlar. Neredeyse benim memlekete gitme paramın yarısı idi.

Ocak ayına girdiğimizde hocamız her bir öğrenciyi odasına çağırmış. Koltuklarının altına 5’er, 10’ar kitap sıkıştırmış; 15 tatiline memlekete gittiğinizde satın gelin diye. Verdiği kitapların parasını da peşin almış. Beni çağırmadı nedense. Adam beni çağırıp da ne yapacak: Bir kitabını bile satamamıştı. Boşa kürek çekmiyordu anlaşılan.

Baktım bizim Karadenizli arkadaş da koltuğunun altında 5 adet tecvid kitabıyla geldi. Görüntüsüne göre düşünceli ve üzgündü. “Hayırdır” dedim. “Ben ne yapacağım bunları, hem de 5 tane. Sonra ben köyde yaşıyorum, kim alır bunları parayla, köye falan götürmeyeceğim, zaten parasını verdim” dedi. “Almayaydın mübarek, mecbur muydun” dedim. “Canın isterse, ne olur ne olmaz” dedi. Kitap güzel bana ver dedim. Uzattı hemen “Al” diye. Ne kadardan vereceksin dedim. Para istemem dedi. Olmaz, fazla da zarar etme. Ben 500 liradan alayım. Yarı yarıya paylaşalım zararı dedim. “Sen nasıl satacaksın” dedi. Ben satmayacağım. Benim kitabım yok. Bir tanesini ben kendime ayıracağım. Diğerlerini de eşe dosta hediye ederim dedim. Anlaştık. Ben aynı anda 2500 lira kaybederken Karadenizli arkadaşım 2500 lira birden kazanmıştı. Aynı zamanda hocanın da gözüne girmişti. Hocaya bin lirayı vermeyen ben Konya’ya dönüş biletinin parasını bir çırpıda vermiştim. Üstelik kitabını aldığımı hocamız da görmemişti.

Efendim! Şimdi kitap faslını bitirelim. Muhabbet iyi de vizeler geldi çattı. Hocamın  dersinden sınav var. Hem de sözlü mülakat. Sırayla alıyor içeriye herkesi. Sıra bana geldi, ben de girdim içeriye. Kendinden bir parça olan kitabı da masanın üstündeydi. Zaten tecvidden bu kitaptan sorumluyduk. Kur’a usulü çektirdi soruları. Sordu da sordu. Ne kadarına cevap verdim bilmem. Bildiğim bir şey var. Vize sonuçları açıklandı. Vize notum 40 idi. 40’dan aşağı alan zaten dönemi bitiriyor, o dersten finale giremiyordu. Sağolsun sınırda puan vermişti bana.


Kitabını alıp memlekete götüren ve parasını peşin veren arkadaşların keyfine diyecek yoktu. Arkadaşlar akıllıymış nidecen. İşi o zaman bitirmişlerdi. Ben, vize sonuçları açıklanınca işin vahametini anladım ama iş işten geçmişti bir kere. 

Sınfta kitabını geri verdiğimde bana manidar bir bakışı vardı. O bakışın nedenini vize sonuçlarıyla daha iyi anlamıştım. Sanki: “Sen şimdi benim kitabımı alma, ben sana gününü gösteririm. Senin bana, benim de sana verebileceğim bir şey yok” demek istemişti.  Anlayışım biraz kıt. Ne yaparsınız… 

Belki de  bu anlattığım benim hüsnü kuruntum. Başarısızlığıma kılıf bulmak. Başarısızlığı kim kabul eder ki...   01/03/2016

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde