1986-1987 öğretim yılında Kayseri’de üniversite
öğrencisiyim. Aynı dersimize iki farklı öğretim görevlisi geliyordu. Bir
tanesi: “Benim dersime girme. Ara sıra bir görün...Benim sana verebileceğim bir
şey yok” dedi. Canıma minnet dedim. Ara ara göründüm. Öbürü: “Sen de bana fazla
görünme. Ama odama gelip bana ezber vereceksin” dedi. Eyvallah dedim. Ara sıra
odasına gidip ezber okudum. O da dinledi.
Bir gün hocamız sınıfa
geldi. İki arkadaşı odasına götürdü. Geriye geldiklerinde arkadaşların
kucağında kucak dolusu kitap vardı. Masasının üzerine koydular. Sonra: “Haydi
bu kitaplardan birer tane herkese verin” dedi. Herkesin sırasının üzerine birer
tane bırakıldı. Diğerlerine kitap dağıtımı yapılırken kitaba bir göz attım. Kitap, hocamıza ait bir tecvid kitabıydı. Sahasında
hazırlanmış ender kitaplardan biriydi. Ebatı da kalın. Emek sarf edilmiş,
kaliteli bir kitaba benziyordu. Ne iyi
insanlar var dedim. Daha fakülteye başlar başlamaz böylesi bir kitabı kazandırmıştı
bize. Üstelik cömert de dedim. Kitaplar dağıtılınca: “Haydi biner lira topla”
demez mi? Şaşırdım birden. Kitabı elime aldığım gibi “Siz bunu bize ücretiyle
mi veriyorsunuz” dedim. Evet deyince, “Ben
almıyorum” dedim.
Kitap güzeldi aslında.
Ama kendi bastırdığı bir kitabı öğrencilerine emri vaki ile satması bana biraz
garip gelmişti. Bin lirayı da basite almayın. Konya-Kayseri yol ücreti 2500
lira idi o zamanlar. Neredeyse benim memlekete gitme paramın yarısı idi.
Ocak ayına girdiğimizde
hocamız her bir öğrenciyi odasına çağırmış. Koltuklarının altına 5’er, 10’ar
kitap sıkıştırmış; 15 tatiline memlekete gittiğinizde satın gelin diye. Verdiği
kitapların parasını da peşin almış. Beni çağırmadı nedense. Adam beni çağırıp
da ne yapacak: Bir kitabını bile satamamıştı. Boşa kürek çekmiyordu anlaşılan.
Baktım bizim Karadenizli arkadaş da koltuğunun altında 5 adet tecvid kitabıyla geldi.
Görüntüsüne göre düşünceli ve üzgündü. “Hayırdır” dedim. “Ben ne yapacağım
bunları, hem de 5 tane. Sonra ben köyde yaşıyorum, kim alır bunları parayla,
köye falan götürmeyeceğim, zaten parasını verdim” dedi. “Almayaydın mübarek,
mecbur muydun” dedim. “Canın isterse, ne olur ne olmaz” dedi. Kitap güzel bana
ver dedim. Uzattı hemen “Al” diye. Ne kadardan vereceksin dedim. Para istemem
dedi. Olmaz, fazla da zarar etme. Ben 500 liradan alayım. Yarı yarıya
paylaşalım zararı dedim. “Sen nasıl satacaksın” dedi. Ben satmayacağım. Benim kitabım
yok. Bir tanesini ben kendime ayıracağım. Diğerlerini de eşe dosta hediye
ederim dedim. Anlaştık. Ben aynı anda 2500 lira kaybederken Karadenizli arkadaşım 2500
lira birden kazanmıştı. Aynı zamanda hocanın da gözüne girmişti. Hocaya bin
lirayı vermeyen ben Konya’ya dönüş biletinin parasını bir çırpıda vermiştim. Üstelik
kitabını aldığımı hocamız da görmemişti.
Efendim! Şimdi kitap
faslını bitirelim. Muhabbet iyi de vizeler geldi çattı. Hocamın dersinden sınav var. Hem de sözlü mülakat. Sırayla
alıyor içeriye herkesi. Sıra bana geldi, ben de girdim içeriye. Kendinden bir
parça olan kitabı da masanın üstündeydi. Zaten tecvidden bu kitaptan
sorumluyduk. Kur’a usulü çektirdi soruları. Sordu da sordu. Ne kadarına cevap
verdim bilmem. Bildiğim bir şey var. Vize sonuçları açıklandı. Vize notum 40
idi. 40’dan aşağı alan zaten dönemi bitiriyor, o dersten finale giremiyordu.
Sağolsun sınırda puan vermişti bana.
Kitabını alıp memlekete
götüren ve parasını peşin veren arkadaşların keyfine diyecek yoktu. Arkadaşlar
akıllıymış nidecen. İşi o zaman bitirmişlerdi. Ben, vize sonuçları açıklanınca
işin vahametini anladım ama iş işten geçmişti bir kere.
Sınfta kitabını geri
verdiğimde bana manidar bir bakışı vardı. O bakışın nedenini vize sonuçlarıyla
daha iyi anlamıştım. Sanki: “Sen şimdi benim kitabımı alma, ben sana gününü
gösteririm. Senin bana, benim de sana verebileceğim bir şey yok” demek
istemişti. Anlayışım biraz kıt. Ne
yaparsınız…
Belki de bu anlattığım benim hüsnü kuruntum. Başarısızlığıma kılıf bulmak. Başarısızlığı kim kabul eder ki... 01/03/2016
Yorumlar
Yorum Gönder