2 Ocak 2016 Cumartesi

Seyirlik evler



Bir ve beraber kaldığımız küçük evlerden ayrı dairelere çekirdek aile olarak taşındık; evimiz geniş olsun, kullanışlı olsun, daha rahat hareket edelim; çocuğumuzu kendimiz, keyfimize göre yetiştirelim diye.

Ev işlerine bakan içişleri bakanı  evi kendine göre dizayn eder. Bize de pamuk elleri cebe atıp evin iç donanımını alıp seyretmek kalır.

Evin hanımı vitrin, dolap, vestiyer,  masa, sehpa, fiskos masası istemiştir. Çünkü ihtiyaç ve  rahatımız için her şeyi yaptırmalı ya da almalıydık. Hatta dolap ve vestiyerlerin yanına küçük küçük raflar bile yaptırmalıydık. Gözlüğümüzü, anahtarımızı, el çantamızı, kitabımızı, telefonumuzu  koyalım diye.

Sonunda anladım ki aldığımız ve masraf ettiğimiz hiç bir şey kullanılabilir ve rahatımız için değilmiş. Hepsi seyirlik. Göze hitap ediyor. Masa-fiskos ve sehpaların üzerine başka bir şey konmayacak şekilde vazo ve çanakların içerisinde çiçeklerle doldurulmuş; kimi gerçek çiçek, kimi de yapay. Rafların üzeri ve dolapların yanındaki çıkıntılar ise yine süs eşyalarıyla doldurulmuş. Elindeki kitabı, gözündeki gözlüğü, cebindeki cep telefonunu koyacak bir yer bulabilirsen aşkolsun. Gidiversem oturduğum yere de yeni bir seyirlik eşya konacak. Şimdilik oturacak bir yer bulabiliyorum. Hele şükür.

Anam babam usulü perdeler demode olmuştur. Yenilerini alırsın. Hem de duvar boyu. Dünyanın parasını verirsin işe yarasın diye. Nerde o da seyirlik. Perdeyi açması ve takması, çıkarılması, pencereyi açması, kapatması ayrı bir işkence. Karanlıkta oturur ışık yakarım daha iyi.

Herkesin koltuğu var. Artık şark odası dönemi geçti, yer sergisinden kurtulalım dersin; dükkan, mağaza dolaşır. Marka, renk beğenirsin. Sonra o beğendiğin renk ve deseni bir daha görmeyecek şekilde kirlenmemesi için koltuklara yüz geçirilir.

Isınmak için  kalorifer döşetirsin. Petekleri görebilirsen aşkolsun. Çünkü onları, perdelerin altında ve önünde koltuklar ile gizlenmiş bulursun. Isı verme şansı da yoktur zaten. Nefes alabilirse şükretsin.

Yazıcının üstü, bilgisayar kasasının üstü, masa ve sehpaların üstü  dantellerle kapatılmış. Yazıcıya bir yazı göndersen yazıcı otomatik açılır ama yazdırma şansı yoktur. Çünkü dantel engelliyor.

Hele yazık o çamaşır makinasına. Banyonun buharı, nemi nefes aldırmazken bir de üzerine örtülmüş örtü ile iyi ki boğulmuyor. Makinenin rengi mi görebilene aşkolsun. Televizyonlar led olalı üzerinden sarkıtılmış örtüden kurtuldu nihayet.

Bir kısmınızın bereket bizim ev böyle değil dediğinizi duyar gibiyim. ( Bence dışarıyı seyretmekten burnunun ucunu pardon evinin içini görememiş olabilirsin. İyi bak.) Bu açıdan şanlısınız. Doya doya evinizde yaşayın. Gözlük, telefon, çanta, kitap ve defterinizi istediğiniz yere koyabilirsiniz.

Yok bizim evde aynı seninki gibi diyorsanız. Yapacağınız tek şey var: Oturup ağlamak. Ya da eski bir, iki odalı yerlere taşınıp istediğini, bulduğun boş yere koyacaksın. Öyle evleri bulma şansınız pek yok. En iyisi burnunu çeke çeke ağlamak. Hem için açılır. Ben belki bir orta yol bulurum diyorsan boşa kürek çekme. Teslim bayrağını çek. Eşinin oluşturduğu kaderine razı ol.

Bil ki aynı kazana atılsanız kaynamazsınız. Filistin-İsrail bile bir araya gelir anlaşmak için. Ama siz anlaşamazsınız. Çünkü senin dünyan ile eşinin dünyası farklı.

Sen kullanılabilir bir ev istersin. O ise seyirlik bir ev... Efendim. O zaman seyretmeye devam. 02/01/2015

1 Ocak 2016 Cuma

Düğünlerde Oynamak

-Sen hiç düğünlerde oynadın mı?
-Bir defa  zorla oynattılar.
-Zorla olur mu bu iş?
-O kadar ısrar ettiler ki, sanki ben oynamayınca düğün olmayacak sandım. Elimden tuttular, sürüklediler beni ortaya.
-Becerebildin mi bari?
-Nerde … Cihanbeyli Ovası bana dar geldi.
-Ne zaman oldu bu?
-1986 yılı Eylül ayının ilk haftasında. Sınıf arkadaşım evleniyor dedim. O zamanlar borcam yoktu. Aldım elime bir tepsi . Çıktım Karasınır’dan Cihanbeyli’yi buldum. İlçe dışından gelen misafirlerle birlikte düğün evinin önüne oturduk. Canlı müziği dinlemeye başladık. Oynayanların biri giriyor, biri çıkıyor. Herkes eteğindeki kurtları döküyordu. Bize de seyir işi kalmıştı. Bir de ne göreyim. Oturanlar, özellikle ilçe dışından gelen misafirler podyuma gelsin, halay çekeceğiz dediler. İsteklilerimiz kalktı, hafif ısrarla kalkanlarımız kalktı. Bütün gözler bana yöneldi. “Haydi, sen de gel.” Dediler. Olmaz dedim. Ben inattım, onlar benden de inat çıktılar. Benim inadım oynama becerikliğimden. Onların ki Cihanbeyli inadı artık. Gözle, dille çağırmayı bıraktılar. Elimden tuttular, sahneye doğru çektiler. Halay çekeceklerin arasına beni monte ettiler.
-Niye çıkıvermedin mübarek.
-Kardeş ben hayatımda hiç oynamadım. Bu konuda beceriksizim. Çıkıp  rezil olmam kesin.
-Oynayabildin mi bari?
-Nerde. O halay çekmede eline dikkat edecekmişsin, müziğe eşlik edecekmişsin. Bir de en önemlisi ayak ritmin diğerlerini tutacakmış. Ben karambolden bu işi götürürüm diye düşündüm. Fakat sırıttığım ortaya çıktı. Bütün gözler üzerimdeydi. Bizim yoğurdu üfleyerek yiyen damadımız  da ne kadar hevesliymiş. Uzaktan bana işaret etti durdu . “Ramazan Abi, ayaklarını düzelt” diye. Neyim düzgündü ki ayaklarımı düzeltecektim. Sonunda müzik bitti. Bizim halay ekibi çekmeyi bıraktı. Bana uygulanan Çin işkencesi de böylece sona erdi.
-İlginçmiş.

-İlginç de ne ilginç. Sonunda bizim Osman kerevetine erdi. Benim de kırmızı yüzüm kıpkırmızı oldu. Benim ilk ve son oynamam oldu bu? 01/01/2016

Gurbette okuma mücadelesi



1986 yılında Erciyes İlahiyat Fakültesini kazandım. Yaz boyunca yevmiyesi 5.00 TL’den inşaat işlerinde kazandığım para ile Kayseri’ye okumaya gittim.

Kredi yurtlara bağlı, Talas Erkek Öğrenci Yurduna yerleştim.  Hocaların istediği kitapları aldım. Bir ay oldu, para suyunu çekti. Memleketten para isteme durumum da yok. İkinci dönem okutulacak olan “en- Nahvü’l Vazıh” isimli Arapça kitabını kitapçıya geri vermek için elime aldım. Geldiğim andan itibaren yanımdan hiç ayrılmayan Bursalı Hasan, “Hocam bir sıkıntı varsa bende para var, takviye yapabilirim” dedi. “Yok hocam param falan var. Bu kitap ikinci dönem okutulacakmış, dolapta kalabalık etmesin. Onun için vereceğim” diyerek meteliğe kurşun attığımı gizlemeye çalıştım.

Kitabı kitapçıya geri verdim. Kitap bedeli beni birkaç gün daha götürdü. Bir sabah okula gitmedim. Doğru Kayseri amele pazarını buldum sora sora. Baktım bekleyenler var. Daldım içlerine. Onlar bekliyor, ben bekliyorum. Gelen giden yok. Baktım birisi geldi, öndekilerle bir şeyler konuştu. Dediğini kabul eden olmadı. Adam ayrılınca sordum ne istiyor diye. “Simit sattıracak adam arıyor” dediler. Adamın peşine takıldım. Adam gitti ben takip ettim onu bir gölge gibi. Adamı durdurup “Ben satayım simidini” deyip cesaretimi toplayamadım. Çünkü hayatımın hiçbir safhasında bırakın simidi, topluluk karşısında bir satış yapmamıştım.  Ya ben simit satarken tanıdığım biri görse, ya da simidi satarken başımdan tepsiyi düşürüp simitler yere serpilse… Sonunda adam gözden kayboldu, ben de geldiğim gibi geri yurda döndüm.

Her günün akşamında bir firmanın getirdiği self servis yemekler içerisinde fiyatı en uygun olanı ezogelin çorbası ve kuru fasulye idi. Bir gün çorba, ertesi gün kuru olacak şekilde bir planlama yapmıştım. Yemek seçmem yok normalde. Nasıl ki her gün bal yiyen baldan bıkarsa ben de bu iki yemekten bıkıp usanmıştım. O kadar bıkıp usanmış ve hevesimi almışım ki Kayseri’den ayrıldıktan sonra 8-10 sene bu iki nimete dönüp bakmadım.  Tek kap yemek aldığımı gören bazı tanıdıklarım “Sen başka almıyor musun” derlerdi. Cevabım tekti: “Fazla yiyesim yok, öylesine aldım.”

Akşamında çorba alacak param da kalmadı. Kaldığım B bloktan saat 22.00 gibi A bloktaki kantine geçtim. Kendi halimde otururken ceplerimi bir yokladım. Elime bir çay fişi geçti. Fişi uzatıp yarım ekmek istedim. “Ekmek bayat ve kuru ama” dedi satıcı. “Farketmez” dedim. Ekmeği aldım. Ekmek bayattı ama olsun. Fakat sadece ekmeği başkasının yanında nasıl yiyecektim. Ya biri, “ Kuru ekmek yenir mi? Yoksa senin paran yok mu” dese...En iyisi kantinden çıkmak. Odama gitsem, oda arkadaşlarım orada. En iyisi B blokun arkası dedim. Gittim oraya. Karanlık ve sote bir yer. Gelip geçen de yok. Tam aradığım bir yer. Susuz ve katıksız indirdim mideme hızlıca. Akşam yemeğini de bu şekilde halletmiştim, yarına Allah Kerim dedim ve uyudum.

Sabah kahvaltısını yapan okula giderken ben tersine  Talas ilçesine gittim iş aramaya. Bir günlük bir iş buldum. İşim harç karmak ve 4 ayrı köşede ihata duvarı yapanlara el arabasıyla harç taşımaktı.

Hem karma hem de taşıma. Üstelik harç karılan yerle ustaların olduğu mesafe epey aralıklı idi. Birine götürmeden diğeri harç istiyordu. Öğle yemeği molası dışında dinlenmek için sırtımı dayayamadım. O köşeden bu köşeye koşturdum, kürek salladım. Hayatım boyunca olmadığı kadar terim  akmıştı. Bir de akan terin göze gelmesi yok mu? Mübarek ne de yakardı gözleri. Güneş tepede zaten yakmaya devam ediyordu. Bir de el arabasının kuma saplanması ve taşlara takılması olmasaydı... Hasılı tüm terimi ve çabamı o inşaata, o gün boşaltmıştım nerdeyse. Hamlık da işin cabası. Hele şükür  akşam oldu güç bela.

Sıra geldi alın terimin karşılığını almaya. Patron, “ Paranı yarın vereyim, bizim burada iş bitti. Öğrenciymişsin madem, istersen yarın gel, başka bir yerde iki gün daha çalış” dedi. Olur dedim ama yıkıldım. İki günlük iş benim için müjdeydi tabii. Kendisi de bana parayı almaya nereye geleceğimi söyledi.

İki gün bir başka yerde çalıştım. Oradan 2.günün akşamında iki günlük yevmiyemi aldım. İlk çalıştığım patronun yerine ne zaman vardıysam “Paranı yarın vereyim, bir gün vereyim” dedi, beni başından savdı. Sonra da izini kaybettirdi. Maalesef o bir günlük yevmiyemi  iç etti. Güya “İşçinin ücretini alın teri kurumadan verecektik.”

Lise ve üniversite yıllarında özellikle yaz dönemleri inşaatlarda çalışarak geçirdim. Hiçbir yerde o parasını alamadığım yer kadar çalışmadım ve o kadar ter akıtmadım. O para benim için hayat memat meselesiydi. Keşke yapmasaydı. Çünkü paraya ihtiyaçtan ne ben öldüm. Ne de o, vermediği için onmuştur. Yaşıyor mu bilmem ama bugün bana gelse o bir günün yevmiyesini kat kat verse asla gönlümü alamaz. Benim için o para, o gün için çok değerliydi. Bugün bana servetini bağışlasa -nasıl ki gecikmiş adalet, adalet değilse- benim gözümde bir hiçtir o servet.

Ben tüm terimi o gün için Kayseri’ye boşalttım. Onu da Allah’a havale ettim. Allah hayrını versin onun ve alın terini vermeyen diğerlerinin.. 01/01/2016

31 Aralık 2015 Perşembe

Sana Arzımdır

Senin bu kulların var ya, cennetten çıkardığın günden beri yeryüzüne dirlik ve huzur vermedi. Yerin altını üstüne getirdi. Çünkü sığamadı dünyaya.

Önce hemcinsini boğazladı göğüs göğüse. Kan hoşuna gitti. Ama akan kan karnını doyurmaya yetmedi. Önce bir araya geldi devletler kurdu. Sonra topla, tüfekle gitti öldürmeye. Olmadı; füze, tank, bomba, uçaksavarla gitti hemcinsinin üzerine. Toptan yok etmek için insanlığı açlığa gark etti.

Bugün yıl bazında bir yılı devirdi. Eğlenmeyi hak etti. Kolay değil bir yıl. Az mı öldürdü hemcinsini, sürgün etti, aç ve açıkta bıraktı. Artık iyi bir eğlenmeyi ve verimli geçen bir yılı güle oynaya geçirmeyi hak etti. Alın terinin karşılığını alma zamanı geldi.

Yılı, geceyi eğlenerek geçirsin artık. Yeni yılın ilk gününü de yatarak geçirsin. Bir yıl daha yaşlandığına sevinsin. Çok görme ilk gün yatmasını. Az çalışmadı çünkü. Zaten o yatarken de emir erleri, köleleri, taşeronları yine üşenmeden görevlerini yapacaklar. Söz, ilk günün ardından daha fazla öldürmek için çalışacaklar. Planları hazır çünkü.

Yılı, şanlarına yaraşır şekilde uğurlayacaklar. Hizmet etsin diye kurulan belediyeler kesenin ağzını açacak. Soğuk demeden hoplayıp zıplayacaklar. Sanatçılar değişik programlarda sahne alacaklar. TV’ler, yeni yıla ilk veda eden ülkeye bağlanacak, yeni yılı karşılamaları gösterecekler, soğuğa ve dünya zulmüne aldırmadan. Akan kanı görmeden...

Ben onların eski yılda  neler yaptığını biliyorum. Hep “yaptıklarım yapacaklarımın teminatı” dedi ama biz her yeni yılda acaba dedik, bir umutla yeni yıla girdik. Halbuki 40 yıllık kani olur muydu  yani? Ha bizimkisi züğürt tesellisi...

Hikmetinden sual olunmaz biliyorum. Hadsizlik yapıyorum. Bu insan denen yaratığa biraz daha akıl, izan, insaf ve vicdan verseydin olmaz mıydı?

İsyanım sana değildir. Her yiyen, içen, öldüren, zulmeden ahiretteki payından harcar biliyorum. Ama mükemmel bir şekilde yarattığın insanın insanlığı yok oldu.

“Dilim kurusun ey adli ilahi”

İnsanlığımızın ruhuna Fatiha!

Karaman yolcusu kalmasın


-AZMİN ZAFERİ-

20/09/1986 gününün akşamı Ankara’dan 23.00 gibi Konya Otogarına indim.

Karasınır’a gitmem gerekiyor. Ankara yol arkadaşım, “Bu akşam bizde yatalım, yarın gidersin gündüz gözüyle” dediyse de köyde oturan biri olarak gece de olsa köye gidilebileceğini göstermek ve kendisine yük olmamak için  “ Karaman otobüslerine binip yol ayrımında inerim, geriye 10 km kalır. Hiçbir vasıta gelmese de petrole gider. Petroldekilerle birlikte köyüme giderim” dedim.

Vedalaştık. Bilet almak için bir firmaya gittim. “Gece 23.00’de otobüs var. Sen otobüse bin. Bileti yolda keseriz” dediler. Gideceğim otobüsü buldum, en arkaya oturdum. Sonra bir şeyler almak için büfeye uğradım. Vakit de gelmişti. Hareket etmek üzere olan otobüse binip yine en arkaya oturdum.

“Sayın kaptan ve yolcular hayırlı yolculuklar diler” anonsuyla birlikte otobüsümüz hareket etti. Ben bir taraftan elimdeki bisküviden atıştırıyorum, bir taraftan da otobüsün Karaman yoluna dönmesini bekliyorum. Otobüs bir türlü Karaman tarafına dönmedi nedense.
Baktım muavin  arkaya doğru geliyor ve bana bakıyor.
-Muavin bu otobüs nereye gidiyor böyle?
-Ankara’ya
-Durdur arabayı.
-Niye?
-Ben Karaman’a gidecektim.
-Yolda seni kimse almaz. Konya’nın dışına çıktık. Ankara’ya git, geri gel.
-Ben daha yeni Ankara’dan geldim. Ne işim var orada tekrar.
-Tümoson Motor Fabrikasının oralardayız. Gece gece seni kimse almaz.
-Olsun indir.
“O zaman günah benden gitti, sen bilirsin” dedi. İndirdi.

Ortalık gecenin zifiri karanlığı. Ta uzaklardan elektrik lambalarının ışıkları görünüyor. Gecenin ayazı çıkmış, bir taraftan esiyor, bir taraftan da üşümeye başladım. Kambersiz düğün olmaz misali köpek havlamaları da ayrı bir hava katıyordu geceye. Korku , endişe ve tedirginlikle ayrılmaz ikili olmuştuk. Az bekledim. Arabalar, otobüsler vızır vızır geçiyor. Kaldırdım sağ elimi bir daha inmeyecek şekilde, gelen arabalara el kaldırıyorum. Ama nafile. Muavinin dediği gibi kimse durmadı. Arabalar durmadıkça içimden ‘ Hah gördün gününü, Ankara’ya gitseydin bundan iyiydi. Bu gidişle alan olmayacak, sabaha kadar ya donacaksın soğuktan, ya da sesleri iyice yaklaşmakta olan köpeklere yem olacaksın.” Şeklinde kötü düşünceler geçirirken bir taraftan da bildiğim tüm duaları okumaya devam ediyordum.

O  da ne bir ticari taksi, geri geri geldi, önümde durdu. Baktım kendisine “Haydi bin” dedi. Hemen bindim. “Kardeş nasıl durdun, niye durdun” dedim. “Seni geçtikten sonra fark ettim” dedi. Başımdan geçeni anlattım. “Ben de otogarda taksicilik yapıyorum, götüreyim seni “ dedi. Gökte aradığım adamı yerde bulmuştum.  Bir taraftan sevinirken diğer taraftan da içimde bir sıkıntı. Çünkü ilk defa bir ticari taksiye binmiştim. Acaba benden ne kadar alırdı diye. İnince  ücret teklif ettim. “Ben zaten oraya gidiyorum” dedi. Sağolsun, ücret de almadı. Otogara kadar getirdi beni.

Pes etmek yok. Hedef Karaman otobüslerine binmek. Aldım saat 00.00’a bir bilet. Karaman’a 50 km kala, Karasınır kavşağında indim. Karşıdaki petrole girdim. Karasınır’a giden olur mu dedim. Biz gece 03.00’de gideriz, seni götürelim dediler. Onlar çalıştı, ben bekledim gecenin 03.00’ünü. Saat 03.5 gibi evime girdim.

Gördünüz mü azmin zaferini. Planımda az bir aksama oldu ama olsun o kadar…

Konya Yolcusu Kalmasın!

26/09/1986 yılında uykusuz ve stresli bir gecenin sabahında Kayseri Terminaline indim. Dolmuşa binerek İlahiyat Fakültesinde yapılacak olan Arapça yeterlilik sınavına katıldım.
150-200 kişinin katıldığı sınavdan yazılıyı geçen 12 kişiden biri oldum. Ertesi günü 12 kişiye yaptıkları sözlü mülakat yapılarak  ayırdıkları 5 kişilik kontenjan listesine giremedim.
Hazırlık okumama karar verildi. Diğer Fakültelerde yazılı sınavdan geçer not alanlar hazırlık okumaktan muaf tutulurken Erciyes’in sözlü mülakat icat etmesi bende soğuk duş etkisi yaptı ama Erciyes’in soğuğu bu olsa gerek, hayırlısı dedim. Terminale geri döndüm.
Akşam 21.30’a bir Doğu arabasına bilet aldım. Aldım almasına da Kayseri-Konya arası 4,5 saat. Gecenin iki buçuğunda Konya Otogarında olacağım. Olmazsa kendi memleketimin otogarında sabahlarım dedim. Ya Allah ya bismillah diyerek bindim otobüse.
Otobüste az sayıda bir yolcu var. Bu sefer biletim ön koltuklardan biriydi. Yanım da boştu. Yolculuk nasıl geçecekti tek başıma. Uyumak istedim gözümde zerre kadar uyku da yok. Çünkü  Konya-Kayseri yolculuğum maceralı geçtiğinden gece boyunca uyuyamamış, sabahında sınavdan sonra misafir olduğum öğrenci evinde deliksiz bir uyku uyumuştum.
Gece karanlığında ne gazete okumak gibi bir seçeneğim var. Ne de yanım boş olduğundan sohbet edeceğim kimse var. En iyisi uyku olmasa da bu yolculuğun bir an evvel bitmesi için zorla uyumam lazım dedim, yanımdaki koltuğu da işgal ederek uzandım. Gözlerim fal taşı gibi açılsa da  kapattım. Sayılar saydım, hayal alemine daldım. Konya Otogarına gecenin ortasında varmak da varmış, o zaman ne yapacağım dedim. Otobüs virajlardan döndü ben de döndüm. Fren yaptı ben de durdum. Araçlar solladı ben de solladım. Ama inadım inat gözümü açmadım.
Nice sonra fazla inat iyi değil kaldır Ramazan başını, bak bakalım nereye kadar gelmişsin dedim. Koltuğa oturdum. Hava aydınlanmış; dağların arasında, ormanlıklar içerisinde yolculuk yaptığımı gördüm. Kayseri- Konya arasında pek dağ yok ama hayırlısı bakalım dedim. Yanlış mı görüyorum dedim gözlerimi ovuşturdum. Evet dağ ve ormanlar geçiyor bir bir gözlerimin önünden. Baktım muavin arada geziyor. “Muavin Konya’ya geldik mi?” diye seslendim. “Ne Konya’sı abi, Isparta’ya yaklaştık” demez mi? “ Biletimde belli Konya'da ineceğim, beni niye kaldırmadın” dedimse de  muavin önce kaldırdım, kalkmadın dedi. Sonra özür dilerim abi dedi.
Muavinle ben bu konuşmayı yaptığım esnada kaptan molaya girdi. İndim burası nere diye sordum. Yenice Tesisleri. Beyşehir’den 10 km ötede bir tesis. Demek ki ben uyumuyorum derken 100 km daha fazla gitmişim, ayakta uyumuşum da haberim yok.
Sağıma soluma baktım. Bir de ne göreyim Kontaş firmasının otobüsü. Nereye gidiyor dedim. Konya cevabı aldım. Bindim Kontaş'a. İstikamet Konya.  1000 lira bilet kestirdim. Konya- Kayseri biletim 2 bin liraya mal olmuştu. Kayseri-Konya ise Beyşehir’de bonusu olmak üzere 3500 liraya patlamıştı. Ama olsun her şeyde bir hayır vardır. Zaten ben gece 2.5 da Konya'ya ineceğim gece gece ne yapacağım diye düşünmüyor muydum. İşte sabah olmuştu. Ama bu durumu yine de kimseye anlatmamalıydım. Sır olarak kalmalıydı bende.
Sağı solu seyrederek Konya'ya vardım. Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte otogarda bilet satan hemşerimi ziyaret edeyim dedim. Hoşbeşten sonra “Kaçta bindin Kayseri’den” dedi. Eyvah ne demeliydim. Doğruyu söylesem sırrım ortaya çıkacak. Yalan söylesem olmayacak. Zaten sabah sabah o da uykulu. Saati söyleyeyim, belki de öylesine sormuştur. “Akşam 21.30 da bindim deyince üşenmedi parmaklarıyla saydı kaçta burada olmam gerektiğini ve saatin kaç olduğu. Dedi “Bizim oğlan bu ne iş. Bir anormallik var bu işte” deyince sırrımı kendim ifşa ettim. Başımdan geçeni anlattım. Sabah sabah gülünür mü? Güldük beraberce. Uykumuz iyice açıldı. 31/12/2015

30 Aralık 2015 Çarşamba

Hediyenin böylesi

Bugün bana ayva ikram ettiler “Buyur ayva ye” diye. “Ben ayvayı 1988 yılında yedim. Yemem bir daha” dedim. Yüzüme baktı ne demek istiyorsun der gibi.

1988 yılında  belde dışından bir minibüs içerisinde 15 okul arkadaşım düğünüme geldi. Hediye falan yoktu ellerinde, ne bir tepsi ne de borcam. Nereden getireceklerdi. Hepsi öğrenciydi tıpkı benim gibi. Dolmuşu da kaç paraya kiraladılar, kim bilir?

Düğün bitti misafirleri uğurladık. Ablam beni yanına çağırdı. “Gardaşım, arkadaşların sana hediye getirmişler. Bana verdiler. Bu paketi sadece Ramazan Abi açsın, sana güveniyoruz abla.” Dediler. “Ben de açmadım. Al gardaşım hediyeni. Sallayınca  tıngır tıngır ses yapıyor. Sanki bilezik gibi. Haydi aç” dedi.

Özenle paketlenmiş üzerinde kırmızı kurdelası olan paketi açmaya başladım. Açmaya çalıştıkça heyecanım arttı. Ablam da içinden çıkacak bileziği bekliyordu. Sonunda açtım. İçinden ne çıksa beğenirsiniz. Isırılmış koca bir ayva. Ablam ayvayı görünce “Gardaşım bu ne demek” dedi. “Oğlum Ramazan, Sen ayvayı yedin demektir” dedim.

Sonra o arkadaşların her biri teker teker evlendi. Benden hiç hediye beklemediler. Tek istedikleri kendilerine bir şey yapmamamdı. Ben de bir şey yapmadım kendilerine, sadece siz görürsünüz gününüzü demem kendilerine yetti de arttı bile.

Sonra o arkadaşlar aylar sonra evimi ziyarete geldiler. Şu odada ne var, bu odada ne var diye ahiret soruları sordular. Nice sonra niye sorduklarını anladım. Bir araya gelip güzel bir hediye almışlar, sağolsunlar.

Bana hatıra olarak aldıkları özene bezene paketlettirdikleri ısırılmış ayva kaldı.

Öyle içimde kalmış ki, bugünkü ayva ikramı beni 27 yıl öncesine götürdü. Ayvayı hangisi mi ısırmış. Onu da tespit ettim kolayca. Hepsinin ağız yapısını gözümün önüne getirdim. Ağzı en büyük olanı tespit edince işin faili de ortaya çıktı. O koca ayvayı ancak o ısırabilirdi. Ülkemizdeki faili meçhuller gibi kim vurduya gitmedi yani.

Siz böyle düğün hediyesi gördünüz mü? Görmediyseniz görün işte: Isırılmış ayva.
30/12/2015