22 Ekim 2016 Cumartesi

"Kalan sağlar bizimdir" denilen kesim*

Çalışanların içerisinde hemen hemen herkes kendi yaptığı işin en zor olduğunu söyler. Kendisinden başka çalışanları ise "Ne iş yapıyorlar ki" diye değerlendirir. Hangi iş kolu daha zor bilmem. Ama sorumluluğunu üstlenmiş bir insana her iş zordur. Mes'uliyet duygusunu taşımayanlar için ise her iş kolaydır.

Gözlemlediğime göre mesleklerin içerisinde işi en zor olanlardan biri de  doktorların yaptığı iştir. Çünkü sabahtan akşama işleri hep hasta iledir. Yaptıkları her muayene mutlaka risk taşır. Bir de gece nöbet usulü çalışmaları vardır ki vücutlarının dayanması mümkün değildir. İşi icabı hasta karşısında hep ciddi ve asık suratlı olmak zorundadır. Çünkü karşısında hasta vardır. Gülmek ve espri yapmak mizaçları varsa bile dudaklarını ısırmak zorundadırlar, gülemezler. Zaten potansiyel dövülecek gruplardan birini oluşturuyorlar. 

Doktorların içerisinde de çalışma şartları iyi ve rahat olanlar vardır. Ama içlerinde tıp fakültesi son sınıf olan intern (ön hekim) doktorlar ve uzmanlığı kazanıp herhangi bir tıp fakültesinde asistan (araştırma görevlisi) olan doktorlar vardır. Bu iki çalışanın çalışma şartları insanın dudaklarını uçuklatır cinsten. Nöbetçi değillerse mesaiye tabiler. Ya bir de nöbetçi iseler sabah 08.00-17.00 çalıştıktan sonra gece sabaha kadar nöbetçi, ardından yeni bir güne başlayıp yine akşam mesai bitimine kadar yani 31-32 saat çalışıyorlar. Buna vücut nasıl dayanır, nasıl hastaya bakacaklar, varın gerisini siz düşünün. Nöbetleri esnasında az bir ara bulup kestirebilirlerse öyle zannediyorum dünya onlarındır. İçinizden çalışıyorlarsa paralarını alıyorlar diyebilirsiniz. İnanın para ile yapılacak bir iş değildir bu. Üstelik yaptıkları iş insan sağlığı. Dalgınlığa gelmez. En ufak bir hata insanın ölümüne sebebiyet verebilir. Üstelik intern iken çalışma ve tuttukları nöbetten dolayı aldıkları para bugün üniversiteye yeni başlamış bir öğrencinin aldığı burs/krediden daha düşüktür, hastanenin bütün hamaliye işlerini de yapmalarına rağmen. 

Bildiğim kadarıyla bir polis, hastanede çalışan bir ebe, teknisyen, tekniker, hemşire, veznede duran bir görevli 24 saat çalıştığı zaman iki gün istirahatli oluyor. Öyle zannediyorum diğer iş kollarının bir çoğunda da nöbet usulü varsa bu şekilde istirahat yapabiliyorlar. İş intern ve araştırma görevlisi olan doktora gelince maalesef vurun abalıya oluyor. Üstelik hem intern hem de asistan doktor aynı zamanda öğrencidir. Sunum yapmaları, ders görmeleri gerekiyor. Ayrıca fırsat bulurlarsa ders çalışıp sınava da girmeleri gerekiyor. Her alanda bol miktarda eleman iş başı yaptırılırken buralara niçin yeterince eleman verilmez anlamakta zorlanıyorum. 

Biliyorsunuz  tıpta okumak isteyen bir öğrenci 18 yaşında öğrenciliğe başlıyor. En erken 24-25 yaşında okulu bitiriyor. Eğer herhangi bir alanda uzmanlık yapmak isterse en az 4-5 sene daha okuması gerekiyor. En erken 30 yaşında öğrenciliği bitiyor. Burada okuyan çocukların tıbbı kazanmak için lise hayatı yine aynı şekilde daha fazla efor  sarf ederek geçmektedir. Bu demektir ki tıp okumak isteyen biri en azından 30 yaşına kadar  Cahit Sıtkı TARANCI'nın deyimiyle ömürlerinin yarısını okumakla geçirmek zorundadır. Ömürlerinin en hareketli yıllarını toplumdan soyutlanarak geçiriyorlar. Sonra diyoruz ki doktorlar insanlara tepeden bakıyor, gördükleri zaman görmezden geliyor, ilgilenmiyorlar, ağzının içinden konuşuyor diye. Adamların tepeden bakmaya zamanları mı var. Ayakta uyuyorlar dense yeridir. Bu çalışma tempolarına rağmen ayakta durduklarına şükretmek lazım. Doktorları değerlendirirken mutlaka çalışma şartlarını da hesaba katmak lazım.


Tıp fakültesi son sınıf intern öğrencilerin ve uzmanlık yapmak isteyen araştırma görevlisi doktorların çalışma şartlarını yetkililerin gözden geçirmesinde fayda vardır. Olumlu yönde değişikliklerin yapılması elzemdir ve acildir. Şakaya gelmez. Yazık bu çocuklara gerçekten.
Canlarımızı emanet edeceğimiz kişilerdir bunlar. Eğer sağ kalırlarsa bizim doktorlarımız olacak... 22/10/2016

*02/11/2016 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

21 Ekim 2016 Cuma

Bankamatiklerin dünü bugünü

Güney Doğu'nun bir vilayetinde bir ilçede görev yaparken o zamanlarda maaş, ek ders gibi her türlü kazanımlarımızı okulun mutemedi marifetiyle alırdık. Tatil ve hafta sonlarına geldiği zaman ilk iş gününü beklerdik paramızı almak için.

İlk iş günü sabahında mutemet malmüdürlüğü, ardından bankaya gider, parayı çekmeye giderdi. Biz hacı bekler gibi onu beklerdik, birbirimize sorardık, parayı aldınız mı diye. geldiğini duyunca memur odasına doğru gider, sıra beklemeye koyulurduk. Kaç tane ödeme yapacaksa mutlaka küsuratlar düşülerek ödeme yapılırdı bize. Ayrıca mutemet ücreti de öderdik. Her eğitim ve öğretim yılında kimi mutemet tayin edeceğimize dair dilekçe alınırdı müdürlük tarafından. memurlar arasında maaş ve ek dersleri ben yapacağım mücadelesi olurdu hep.

Bize ödeme yaparken  zorlanırdı mutemet. Yüzünden düşen bin parçaydı. Cebinden verir gibi olurdu. İki öğretmeni de beğenmezdi. Bunlara verdiğim para zoruma gidiyor dermiş bize anlatılana göre.

Yaz dönemlerinde maaşı almak da meseleydi. Çalıştığımız yerde yazı geçiren biri adına dilekçe verirdik maaşımızı alıp göndermesi için. O arkadaş alır, postane marifetiyle gönderirdi gittiğimiz ilin postanesine.

Birgün duyuru sirküsünde bir yazı gözüme çarptı: Maaşı bankadan veya mutemet aracılığıyla almak isteyenler ilgili sütunu işaretleyerek imzalasınlar diye. 60 kadar öğretmenin içerisinde bir ben "Bankadan bankamatik marifetiyle alınsın" seçeneğini işaretlemişim. Yanıma geldi bazı öğretmenler gülerek: Yine cinsliliğini göstermişsin. Sadece sen istemişsin bankayı, bunun sebebi nedir" dediler. Onlara: Arkadaşlar, mutemet bize maaşımızı verirken  sanki bize ulufe dağıtıyor gibi davranıyor, küsuratları da bozuk yok düşüncesiyle gönlümüzü almadan cebe indiriyor. Haydi bozuk yok diyelim kesinti yaptı. Bazı zamanlar aynı anda maaş+ek ders+ vergi iadesi gibi ödemeleri aynı anda alıyoruz. Bize ödeme yaparken hepsini toplayıp vermiyor. Öyle verse her ayrı kalemdeki küsuratı kesemeyecek. Üstelik cebinden verir gibi suratını asması da işin cabası. Halbuki bankanın önündeki bankamatiğe gidip paranızı çekmek isterken bakiyenizin üzerinde bir miktar da yazsanız: "İstediğiniz bakiye uygun değildir, tekrar denemek ister misiniz" diye yazıyor. Üstelik kızmıyor, darılmıyor, küsuratı da kesmiyor. Yazın da gidip memlekette maaşımın posta ile gönderilmesini de beklemeyeceğim deyince "Ya hu sen gerçekten doğru söylüyorsun, müdüre gidip sirküyü yeniletelim" dediler. El hasılı yenilenen sirkü ile birlikte maaşımızı bankadan almaya başladık. Zaman zaman  para çekerken limit üstü miktar yazıp: "Bakiyeniz uygun değil, tekrar denemek ister misiniz" yazısını görüp: Hocam, dediğin gibi yaptı banka. Hiç kızmadı derdi arkadaşlar. Gülüşürdük.
***
Konu madem bankamatikten açıldı, yine devam edelim. Bilin ki bazı bankamatikler kızıp sinirlenebiliyor da. Bakalım hak verecek misiniz? Yine aynı görev yerinde hafta sonu 5-6 arkadaş ailecek pikniğe gittik. Piknik yerinde bayanlar ayrı, erkekler ayrı oturduk. Çocuklar ise oradan oraya koştu durdu.

Nevalemizi yedik, muhabbete daldık. İçimizdeki tiryakiler sigarasını yaktı. Sigara içmeyen biri de heveslenip: "Verin bir tane de bana. Ben yakayım, anasına satayım" dedi. Sigarayı yaktı. Tam çekerken karşı taraftan eşlerimiz arasında eşi ev hanımı olmayan, kendisi gibi öğretmen olan hanımı kızgın ve sinirli bir şekilde seslendi: ...Bey! At elinden o sigarayı. Bak! Çocuk düştü, ağlıyor, kalk onu kaldır, getir" demez mi? Neye uğradığımızı şaşırdık. Kocası, tıpkı hanımının dediği gibi daha yeni yaktığı sigarasını attı, hiç sesini çıkarmadan birinin kaldırmasını bekleyen çocuğunu kaldırmaya gitti. Ardından biz baka kaldık. Ne oluyor diye birbirimize bakarken içimizden biri: "Anlaşılmayacak bir şey yok arkadaşlar! Eşinin bankamatiği onda olduğu müddetçe kadın bağıracak, eşi de içine atacak, tıpış tıpış dediğini yapacak. kadını konuşturan da parası zaten." dedi. Bizse yorum yok dedik.

Sigara içmesi doğru değil ama kadının bu şekilde düzeltmeye çalışması ya da böyle davranması hoş değildi. Başkasının yanında kocasını ezmemeliydi. Herkes böyle değildir biliyorum. Nasıl ki bizim mutemet başkasının da olsa cebine para girince tavrı değişiyorsa bu çalışan kadının da eline para geçiyor olması başkalaştırıyor kendisini. Herhalde orada kimse kocasını ayıplamamıştır. 20/10/2016


20 Ekim 2016 Perşembe

"Beyefendi bizi görmeyecek misiniz?"*

Türkiye'de problem çok. Çöz çöz bitmez. Zaten de çözülmez. Bunca gündemin arasında  belki de bir çoğunuzun mesele olarak görmediği sosyal bir  konuya eğilmek istiyorum bugün. Nerede bir iş yaptırsanız hesapta olmayan  küçük bir meseledir aslında karşınıza çıkan. Küçük olmasına küçük ama sıfırı tükettiğin zaman çıkıyor. Üstelik önceden konuşulmamıştır. 

Gelinlik beğenmek için bir mağazaya giriyorsun. Beğenilen gelinlik giydirilip çıkarılır ölçü almak için. Ödemeyi yaparsın tam çıkacağında giydirip çıkartma işinde yardımcı olan hemen yanına damlıyor: "Efendim bahşiş" diye... Damat tıraşı, gelinin baş yapma meselesinde konuşulan paranın ötesinde yine karşına bahşiş çıkıyor.

Düğün yapıyorsun, yemek vermek için salon tutuyorsun, fiyatı konuşup ödeme yapıyorsun. Beklemediğim bir sorun olur mu diye endişeli bir bekleyiş içine giriyorsun. Davetli misafirlerin bu mutlu gününde bir bir gelip ikramını yapıp gönderiyorsun. Şükür bu hayırlı işten de yüzümüzün akıyla çıktık diyorsun. Misafirler gittikten sonra sen de toparlanıp gitmeye kalktığın zaman  karşına dikilir bir görevli ya da çalışan: "Beyefendi çok güzel geçti , hiçbir sorun yok, yalnız elemanlarımız iyi çalıştılar, fakat terlediler, sizden bir el emeği beklerler" deyince istesen de istemesen de elini cebine atıyorsun.

Eş-dostla bir lokantaya gidiyorsun. Yeme-içmeden sonra çalışandan hesap istersin, bir tabağın içinde kabarık bir fiyat geliyor. Fiyat midene otursa da  belli etmiyorsun. Ödeme için parayı uzatıyorsun. Eleman para üstünü getirince tabak boş gidecek değil ya, gelen para üstünü de tabağa bırakıyorsun. Bereket burada pek para istenmiyor. Bu da adet olan bir bahşiş artık.

Kuaföre gidip tıraş oluyorsun. Koltuktan kalkarken çırağın aşırı ilgi ve alakası rahatsız ediyor. Temizlenen omuzlarını tekrar temizleme yoluna gidiyor, giyeceğin ceketi giymen için eliyle tutmaya kalkıyor. "Hadi yap artık ağalığını" der gibi kolay kolay bırakıvermiyor peşini.

Evden eve, ev eşyanı taşıtmak için firma ile görüşüyorsun. Kaçıncı kattan hangi kata gidecek, mesafe, bölge neresi gibi ahiret soruları inceden inceye sorulur. Fiyat belirlenir, anlaştığın günde taşınma işin yapılır.  Hanginiz yetkili? Taşıma bedelini vereyim diyorsun. "Hangimize verirsen ver, fark etmez. Yalnız arkadaşlar yoruldu, harçlık bekler"  talebiyle karşılaşıyorsun. Onların bir yüzü kara, senin iki yüzün kara oluyor  bu esnada.

Kurbanlığını belirliyor, kaporanı veriyorsun, kesim günü kesim yerine geliyorsun, işim bir an evvel bitsin, hele bize de sıra geldi diye beklerken kurbanlığı getiren seslenir hemen: “Bakma parası, çoban parası, getirme parası” diye.

Örnekleri çoğaltabiliriz. Mutlaka başınıza gelmiştir böylesi ya da benzeri. Eğer karşılaşmadıysanız yakındır mutlaka. Hazırlıklı olmanızda fayda vardır. Sonradan şaşırmayasınız.

Benim garibime giden konuşulmayan bir meselede beklenti içerisine girmektir. Firmalar zaten sattığı ürünün, yaptığı hizmetin bedelini fazlasıyla almaktadır. Çalıştırdıkları elemanlarına da mutlaka ücret ödüyorlardır. İstenen bahşişlerden çoğu zaman firma sahiplerinin haberi var. Küçük ama mide bulandıran bu meseleyi çözmek için firma sahipleri gerekeni yapmalıdırlar. Bildikleri bir meseleyi bilmiyormuş gibi bir davranış içerisine girmesinler. Eğer bahşiş meselesi devam edecekse nasıl ki firma sahipleri sattıkları mal ve verdikleri hizmet için söyledikleri fiyatın içerisine kirasını, nakliyesini, kârını, vergisini, elektriğini, suyunu ve  malın geliş fiyatını dahil ediyorlarsa lütfen bu kabarık fiyatın içerisine, elemanlarına vermeleri gereken bahşişi de eklesinler. Sonradan ayrıca  pamuk eller cebe olmasın.

"Ülkenin yığınla derdi varken  şu dert edindiğin meseleye bak. Onca derdin içerisinde bahşişin lafı mı olur" dediğinizi duyar gibi oldum. Haklısınız. Bütün derdimiz bu olsun, ne diyelim. Dert küçük gibi ama mide bulandırıyor...Haberiniz olsun!

Sahi, hani benim bahşişim. Beni ne zaman göreceksiniz? Ne bahşişi derseniz, mübarekler bir sayfa yazı yazdım... Neyse alacağınız olsun! 20/10/2016

* 22.10.2016 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.