3 Ağustos 2022 Çarşamba

Hekim Göçü *


Türk Tabipler Birliği’nin (TTB) yayımladığı tabloya göre 2012 yılından 2022 yılı ağustos ayına kadar yurtdışında çalışma vizesi sayılan iyi hal belgesi alan hekim sayısı 6731 kişi. Tablo incelendiği zaman 2012-2013 yıllarında 100’ün altında belge alan hekim sayısı 2014’den itibaren artmaya başlamış, 2019 yılında 1000 rakamını geçmiş. 2021 yılında 1400 sayısını aşarken 2022 yılı temmuz itibariyle bir önceki yılın toplam belge alan hekim sayısını yakalamış. Bu yılın sonu itibariyle bu rakam nerelerde durur, bilinmez. Ama tüm yılların rekorunu kıracağı yılın ilk yedi ayından belli. 

TTB'nin açıklamasına göre hekimlerin iyi hal belgesi almasında;

- "Sağlıkta şiddet olaylarının artması, çalışma şartları ve artan kira fiyatlarının etkili olduğu,

-Yurtdışına gitmek isteyen hekimlerin de genellikle Avrupa Birliği ülkelerini, İngiltere'yi ve ABD'yi tercih ettiği,

-Bu belgeyi alanların içerisinde sadece pratisyen hekimlerin olmadığı, uzmanlığını almış doktorların da olduğu belirtiliyor.

İyi hal belgesi alan 6731 kişiden kaçı yurtdışına gitti, kaçı bu belgeyi aldığı halde gitmekten vazgeçti, kaçı gittikten sonra geri döndü? Bunlarla ilgili elimizde bir veri yok. Tabloya göre 2012'den bu yana her geçen yıl ülkeden ayrılan hekim sayısındaki artışı görünce, durumun vahim ve ülkem adına üzüntü verici olduğunu söyleyebilirim. Çünkü burada göz göre göre bir hekim göçü daha doğrusu bir beyin göçü söz konusu. Beyin göçü diyorum. Çünkü bu ülkede tıp fakülteleri en yüksek puanla öğrenci alan fakülteler. Üniversite sınavında ilk yirmi bine girenler bu bölümleri seçiyor ve en az 6 yıl okuyor. Mühendisliğin bazı bölümleri gibi tıp fakültesini okumak zor mu zordur. Burada okuyanlar sosyal hayatı terk ederek durmadan ders çalışmak zorunda. Tıp okumak hem aileye hem de devlete maddi yönden ayrı bir yüktür. Bir yere tıp fakültesini kurmak, burada okumak, buradan mezun olmak başlı başına bir bedel ister.

Yüzdelik dilimlerine ve başarı sıralamasına göre istediği bölüme girebilecek iken bu başarılı çocuklar; toplumdaki itibari, diğer meslek gruplarına göre daha fazla getirisinin olması, okulu bitirince iş aramadan iş garantisi olması nedeniyle bu fakülteleri seçiyorlar.

Zorlu maraton tıbbı bitirmekle bitmiyor. Herhangi bir dalda uzmanlaşmak için TUS dediğimiz zorlu sınava hazırlanmak gerekiyor. Bir taraftan da pratisyen olarak hastane ve toplum sağlığı merkezlerinde mecburi hizmet yapıyorlar. Mecburi hizmet devam ederken TUS'ta başarılı olmuşlarsa bölümüne göre 4-5 yıl daha okuyorlar. Sonra tekrar mecburi hizmete gidiyorlar. Tüm bu süreçte bir koşuşturma varken bir de her geçen yıl artan şiddete maruz kalıyorlar. Özlük haklarının iyileştirilmesi ve uğradıkları şiddet dolayısıyla aldıkları her eylem toplum nezdinde büyük tepki çekiyor. En yetkili ağızdan, beğenmiyorlarsa çekip gitsinler, yerine başkasını istihdam ederiz deniyor. Her şeyleri para bunların deniyor. Halk bir taraftan devlet bir taraftan tu kaka yapıyor. Seslerini duyuramayan ve dertlerini anlatamayan hekimler hiç olmadığı kadar kendilerini dışlanmış hissediyorlar. Çünkü gelen vuruyor, giden vuruyor. Güya bu mesleği itibarlı meslek diye seçmişlerdi. Parasını, çalışma şartlarını ve tu kaka yapılmalarını hazmedemeyen, yabancı dili halledip ver elini yurtdışı. Belki oralarda kadir ve kıymetim bilinir, emeğimin hakkını tastamam alırım diye düşünüyor olmalılar. Öyle zannediyorum, eğitim maratonunun başına dönebilseler kahir ekseriyetinin tercihi doktorluk olmaz.

O kadar emek verdiğimiz, yetişmeleri için büyük bütçe ayırdığımız bu çocukları, alın siz faydalanın dercesine başka ülkelere altın tepsi içerisinde sunuyoruz. Gidişat, 10 yılda kaybettiğimiz 6731 doktorla sınırlı kalmayacak. Çünkü halihazırda çalışan doktorların çoğu yabancı dil kursuna gidiyor, kimi de özel ders alıyor. Dili hallederlerse onlar da gidecekler. Durum bu iken burnumuzdan kıl aldırmıyoruz. Binbir emek verdiğimiz bu doktorları ülkede nasıl tutarız hesabı yapmıyoruz. Giderlerse gitsinler. Çok da tın. Beğenmeyene daha kapı diyoruz. Aslında bu yaptığımız, başı kapalı olarak okumak isteyen çocuklara zamanın Cumhurbaşkanı'nın Arabistan'a gitsinler demesinden farkı yok. Dün Arabistan’a diyenler laik-seküler kişilerdi, bugün gidin diyenler ise dindar ve mütedeyyin insanlar. Demek ki aktörler değişse de zaman geçip gitse de bizim zihniyetimiz değişmiyor. 

Hasılı, başta hekimler olmak üzere bu ülkeden beyin göçüne geçit vermemek, bunları bu ülkede tutmak için tedbirlerin alınmasında fayda var. Ne istiyorlarsa verelim, yapalım demiyorum. En azından dinleyelim, onları anlamaya çalışalım. Onlara değer verelim. Değilse ceremesini biz çekeriz. Çünkü böyle giderse bu ülkede ameliyat yapan, bizi muayene eden doktor kalmayacak. Unutmayalım ki insan değer verilen ve kadir-kıymetinin bilindiği yerde kalır. Gerçi bizim için fark etmiyor. Her şeyi ithal ettiğimiz gibi doktor da ithal ederiz. Yanına da bir tercüman veririz, olur biter.

*05/08/2022 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

Hiçbiri *

SONAR Yönetim Kurulu Başkanı Hakan Bayrakçı, 16 araştırma şirketinin anket ortalamasını baz alarak bir sonuca varıyor. Buna göre;

-Mevcut partiler içerisinde yüzde otuzu geçen parti yok.

-En yüksek yüzdeye sahip iktidar partisi bile yüzde 30’un altında.

-İktidar adayı CHP'nin oyu yüzde 25 civarında.

-İYİ Parti yükselişte. 

-HDP yüzde 10 dolaylarında. 

-Mevcut aday ve partilere oy vermem diyerek hiçbiri seçeneğini işaretleyenlerin ortalaması ise yüzde 29-30 civarında.

Bayrakçı’nın ortaya koyduğu veriler ne derece gerçeği yansıtıyor, bilinmez. Ama eldeki veri bu olunca ben de bu veriler üzerine değerlendirmede bulunmak istiyorum:

Bu verilere göre seçmenin üçte birine yakını hiçbiri seçeneğini işaretlediğine göre Türkiye'nin halihazırdaki en büyük partisi yüzde 29-30 ortalaması ile kararsızlar partisi. Bu demektir ki seçmen mevcut siyasi partilerden sıdkını sıyırmış; iktidardan memnun değil, iktidar alternatifi diğer partilere de güvenmiyor ve tüm partilere kırmızı kart göstererek hiçbiri seçeneğini işaretliyor. Halihazırda partiler ittifaklarla yüzde 40’lara ancak varabiliyor. Görünen o ki iki ittifakta da yer almayan HDP 2023 seçimlerinde kilit parti. HDP seçmeni hangi ittifaka yönelirse o ittifakın adayı cumhurbaşkanı olacak. 

İktidarın oy düşüklüğünün izahı yapılabilir. Ne de olsa 20 yıldır iktidar. Yaptıklarından ve yapamadıklarından dolayı iktidarların yıpranması anlaşılabilir. Ya her seçime iktidar olmak için giren ve yüzde 25’in üzerine çıkamayan partiye ne demeli? İktidardan umudunu kesen seçmen normal şartlarda bu partiye yönelmesi gerekir. Ama seçmen kararsızlığı seçiyor, yine bu partiye yanaşmıyor.

İktidarı ve muhalefetiyle partilerin bu görüntüsü 2000 öncesi siyasi parçalanmışlığı gösteriyor. Maalesef hiçbiri seçmene umut ve güven vermiyor. Seçmenin kafasının bu kadar karışık olmasında en büyük pay, siyasi partilerin kendisindedir. Demek ki halkı ikna edemiyorlar. Kimi müşteri kaybediyor, kimi de aralık yerde dolaşan ve güvenilir bir liman arayan müşteriyi yanına çekemiyor. Buna rağmen siyasi partiler bu seçmeni yanımıza nasıl çekeriz, biz nerede hata yapıyoruz diye düşündüğünü sanmıyorum. İşleri, güçleri birbirlerini daha aşağıya çekmek için ayaklarından aşağıya asılıyorlar ve kayıkçı kavgası yapmaya devam ediyorlar. Herhalde iktidar nasılsa bu seçmen hep bizi seçti. Biz yine birinci partiyiz. Zira bizim alternatifimiz yok. Onların bize elleri mahkum. Gidip şuna mı verecek diye düşünüyor. Ana muhalefet ise yüzde 25 garanti. Halk yine bize ana muhalefet görevi verecek. Biz mutlu azınlığımızla, hiçbir sorumluluk almadan bir beş yıl daha günümüzü gün edeceğiz diye düşünüyor. Ana muhalefetteki bu görüntü diğer küçük partilerde de olmalı. Onlar da nasılsa bir ittifaka yaslanırız. Biz onları, onlar bizi destekler. İmkanlardan bize de bir pay düşer diye düşünüyor olmalı.

Yeniden yüzde 30’luk kararsız seçmenin hiçbiri seçeneğine gelirsek, siyasi partilerin vatandaşa kızmaya hakları yok. Bu kadar kararsız seçmen siyasi partilerimize ayıp olarak yeter de artar bile. O yüzden siyasi partilerimiz önce kendilerine baksınlar ve paçalarını kurtarmaktan önce paçalarını toplasınlar ve bu kararsız seçmen ne istiyor, bunun üzerine bir araştırma yapsınlar ve gereğini yapsınlar. Çünkü onlara iktidarı getirecek olan kemikleşmiş seçmenleri değil, bu kararsız seçmendir. Bunlar ne tarafa yönelirse, o ittifak iktidar olacaktır. İyi ki kararsızlar var.

*08/08/2022 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

1 Ağustos 2022 Pazartesi

Özden Önce Söz *

Eski Türk filmlerinin bazı sahnelerinde din görevlilerine yer verildiğini, bu sahnelerde din görevlileri için genelde "çember sakallı, iri göbekli, menfaatçi, üfürükçü, problem çıkartan, kaba-saba..." şeklinde bir profil çizildiğini, yabancı filmlerdeki papaz ve rahip sahnelerinde ise "nazik, kibar, yardımsever, göbeksiz" bir profile yer verildiğini hepimiz biliriz. Din görevlilerine ait bu iki farklı sahneye İslamcı camia itiraz eder: "Türk filmlerinde din görevlileri kötü gösteriliyor. Görevliler üzerinden halk İslam'dan soğutulmaya çalışılıyor. Niyetleri İslam düşmanlığı" şeklinde eleştiri getirirdi. 

Din görevlilerini kötü gösteren sahnelere yön verenlerin niyetlerinin olumsuz din görevlisi imajı vermek olup olmadığını bilemem ama filmlerimizdeki din görevlilerine verilen rol hoşuma gitmezdi. Kilisede yapılan nikah merasimlerinde Hristiyan din adamlarının verdiği evrensel mesaj da hoşuma gider, bizim hocalara biçilen rol niye böyle olmaz derdim. 

Din görevlilerimizin hepsi film sahnelerindeki gibi midir? Hayır. Zira içlerinde görevini layıkıyla yapıp çevresine örnek olanlar olduğu gibi film sahnelerinde gördüğümüz kötü imaja sahip görevlilerin de olduğu aşikardır. Tüm Hristiyan filmlerinde olumlu imajla seyircinin karşısına çıkan Hristiyan din adamları içerisinde olumlu imaj verme yanında olumsuz imaj verenler de vardır. Bu da normaldir. Zira din görevlileri büyük bir camiadır. Büyük camialar içerisinde de çürük elmalar mutlaka çıkar. Bundan hareketle hepsi iyi hepsi kötü demek toptancı anlayışa girer ki yanlıştır.

Geçmiş imajlardan ve Hristiyan dünyasındaki rahip algısından, Müslüman din görevlilerinin günümüz imajına gelince, çoğunluğunu tenzih ederim ama bazıları söz ve eylemleriyle hem kendini hem de kurumunu tartışmaların içine çekiyor ve gündemden düşmüyor. Eylem kararı alan hekimlerle ilgili bir imamın cuma hutbesinde "...vatandaş iğne vurduracak, doktor eylemdeyiz diyecek. Böylelerine sövmeyip de ne yapacak, öldürmeyip de ne yapacak…" şeklindeki sözleri, Ankara'da görev yapan medyatik bir hocanın kadınların giyim kuşamıyla ilgili "Bak sokaklar ne hale geldi! Kasap dükkanı gibi. Et görmekten içimiz dışımıza çıkıyor artık" demesinin ardından, gelen tepkiler üzerine “…Ya hiç kıskanmıyor musunuz lan…” yazabiliyor. Bir siyasi, onu dönüşü olmayan tek biletle Afganistan’a göndermeye kalkıyor. O ise ortamı yumuşatacağı yerde sosyal medyada cebelleşme yolunu seçiyor.

Gündemde olduğu için bu iki din görevlisinin konuşmasını değerlendirirsek, bir defa doktorlar eylemde olsa bile hastanelerin acilleri, yoğun bakımları, acil ameliyatlar eylemde yer almaz. İğne vurdurmak için gelen bir hasta polikliniğe değil, acile gider. Acilden de iğnesini vurdurur gider. Yani acilde görev yapan hiçbir doktor ve hemşire iğne vurmaktan içtinap etmez. Bunu herkes bilirken imamın hutbede sövme ve öldürme ifadelerini kullanarak doktorları hedef göstermesi kabul edilemez. Kadınların giyim kuşamı ile ilgili açıklıktan şikayet eden hocamız ise çıplak giyinen kadınları kasap dükkanına benzetmesi hiç hoş değil. Haydi irticalen konuştu, bu şekil bir teşbih yaptı. Ardından yaptığı paylaşımda kullandığı “lan” ifadesi hiç yakışık almamıştır. Çünkü lan argo bir kelimedir. Bir din görevlisi böyle bir ifade kullanmamalı.

İmamın açık ve saçıklıktan dem vurmasında, bunu vaaz kürsüsünde konu edinmesinde bir sakınca yoktur. Sakınca; üslubunda, konuyu ele alışında, teşbihinde ve kullandığı argo kelimededir. Burada hocanın kullandığı bu üslubu, aynı şekilde lan kelimesini çoğu kimse kullanıyor diyebilirsiniz. Herkes kullansa da hocanın, özellikle kürsüde kullanmaması lazım. Kullanırsa ne olur? İşte böyle tepki çeker. Pekala hocamız, güzel bir üslupla açık giyimden rahatsızlığını dile getirebilirdi. Buna da kimse bir şey demezdi.

Şimdilerde unutulmaya yüz tutmuş olsa da “pamuk tıkama” ifadesini sosyal medyada kullanan Ayasofya eski İmamı da çok tepki çekmişti.

Verdiğim bu üç örnek tüm din görevlilerini temsil etmese de icra ettikleri görev itibariyle din görevlilerinin sarığı beyazdır, leke götürmez. Bundan dolayı din görevlileri sosyal medyanın, mikrofonun ve kürsünün cazibesine kapılmadan görevlerini ifa etme yoluna gitmeli ve nebevi tebliğ dediğimiz peygamberi metottan ayrılmamalı. Nezaket ve tatlı söz birincil düsturları olmalı. Özden önce söze dikkat etmeliler. Çünkü sözün büyüleyici etkisi vardır. Sözü halledemeyenlerin öze girmemesi çok iyi olur. Sözüne ve üslubuna dikkat etmeden yapılan konuşmalar öze zarar verdiği gibi bulundukları makamı da tartışılır hale getirir. Tartışmaların odağındaki imamların niyeti bağcıyı dövmekten ziyade üzüm yemekse, pekala bunu güzel bir üslupla ifade edebilir. Çünkü usul asıldan, söz özden önce gelir. Usul; neyi, nerede, kimlere ne şekilde ifade edilmesi gerektiğini bilmektir. Öze girmeden önce konunun ne şekilde ifade edileceğinin kafada planlanmasıdır. En güzel konu, kötü bir anlatımla berhava olabileceği gibi en zor ve kötü bir konu da güzel bir anlatımla tepki çekmeden ele alınabilir. Bu tip din görevlileri ne kadar iyi niyetli olurlarsa olsunlar, yol ve yordam bilmeden öze dair söz söylememeliler. Her cümlesi kırıp dökecekse, insanları kutuplaştıracaksa, mevzuyu asıl konudan başka mecraya çektirecekse, kendini ve çalıştığı kurumu tartışmaların odağına oturtacaksa, bu tipler bunu Allah rızası için yapıyorlarsa, ne olur Allah rızası için sussunlar. Mümkünse hiç konuşmasınlar. Çünkü usul olmadan vusul olmaz. Zira vusulsüzlüğümüz usulsüzlüğümüzdendir.  Usulle ilgili burada şunu da söyleyeyim: "Zekiysen nerede, nasıl konuşman gerektiğini; akıllıysan, nerede susman gerektiğini bilirsin". Ha kürsü dokunulmazlığımız var. Biz her şeyi söyleriz derlerse, inanın, üsluplarına dikkat etmeden bu tiplerin yaptıkları her konuşma, İslam'a ve Müslümanlara zarar verir. 

Son sözü de üslubundan dolayı tepki çeken bu tip hocalara, "X hoca yalnız değildir" etiketiyle destek olanlara söyleyeyim: Sizler de bunu Allah rızası için yapıyorsanız, Allah rızası için bunu yapmayın. Lütfen, sözünden dolayı özü tartışmaya açan bu tiplere destek olmayın. Çünkü kem söze ve sahibine destek olunmaz. Bu tiplere önce edebini topla. Sana bu üslup yakışmaz. Bu üslubunla değil yarar, İslam'a hazırında zarar verirsin denmeli. 

*03/08/2022 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.