13 Ağustos 2021 Cuma

Zam Komedisi *

Ülke hem orman yangınlarıyla hem de sel baskınlarıyla boğuşuyor. Bunlar yetmezmiş gibi gündemde Afgan göçü var. Bunların arasında devlet, toplu sözleşme gereği işçilerle masaya oturdu ve işçilerle anlaştı. Şimdi de memurlarla ilgili iki yıllık zam görüşmesi yapıyor.


Ülke felaket ve doğal afetlere boğuşurken zam konusunu yazı konusu edinmeyi doğru bulmuyorum ama bu görüşmeler yapıldığına göre bu konuda birkaç kelam etmek isterim.


Devletle işçi sendikaları, zam konusunda anlaştı. Anlaşılan rakam ilk altı ay için yüzde 12, ikinci altı ay için yüzde 5 ve enflasyon farkı. Ayrıntıya girmiyorum.


Devlet şu anda memur sendikasıyla masada. Devletin telaffuz ettiği ilk yıl için 5+6 ve enflasyon farkı, ikinci yıl ise 6+6 ve enflasyon farkı.


Bu konuda değerlendirme yapmadan önce şunu söyleyeyim: Devletin verdiği zam azdır, çoktur, yeterlidir hesabı yapmam. İşçi ile memurun aldığı zammı da kıyaslamam. Fakat işçiye verilen yüzde ile memura teklif edilen rakamlar arasında uçurumlar var. Hepimiz biliyoruz ki devlet, hedeflediği enflasyon kadar zam veriyor. Hedefi tutturamadığı zaman enflasyon farkını veriyor. Zam masasına oturduğu zaman da işçi ve memuru enflasyona ezdirmeyeceğiz diyor. Durum bu iken, bir işçiye verilen rakama bakıyorum bir de memura teklif edilen rakama. Sözel zeka olduğumdan mıdır, bu uçurumun içinden çıkamıyorum. Acaba işçi ile memurun maruz kaldığı enflasyon, işçiyi ayrı, memuru ayrı mı etkiliyor? İşçi ile memur aynı ülkede yaşamıyor mu? Bunların alışveriş yerleri, temel ihtiyaçları farklı mı?


Devlet bunu ilk defa yapmıyor. Önceki yıllarda da aynı yaptı. İşçiye veriyor, memura kısıyor. Bu da devletin çalışanlar arasında ayrım yaptığının, memura zerre değer vermediğinin bir göstergesi. Halbuki işçiye verilen rakamdan sonra zam oranı belli oldu, işçiye verdiğimiz rakam sizin için de emsal olsun deyip memurla masaya oturmaya bile gerek yoktu. Maalesef bu durumu çözemedim.


Tamam, işçinin çalışma şartları farklıdır, riskli alanlarda çalışıyor, çalışırken bedenleri terliyor. Emeklerinin karşılığını alsınlar. Memur, işçi kadar riskli alanlarda çalışmıyor, masa başı çalıştığı için vücudu terlemiyor olabilir. Bu böyle deyip memura cimri davranmanın ne alemi var. Devlet şöyle mi düşünüyor acaba? İşçinin grev hakkı var. Vermezsek, greve giderler. Bir de başımıza iş açmayalım diye mi düşünüyor? Nasılsa memurun grev hakkı yok. Ne verirsek bir iki mızmızlanır, basın açıklaması yaparlar, sonra seslerini keserler şeklinde mi düşünüyor?


Niyetim işçi-memur kıyası değil idiyse de devletin memur aleyhine yaptığı bu ayrımcılık ister istemez beni işçi-memur kıyasına götürdü. Sözlerim işçi kardeşlerime değil. Aldıkları zam, onlara helali hoş olsun. Benim serzenişim, devletin çifte standardına. Sorumluluk verdiği memuruna üvey evlat muamelesi yapmasına.


Devlet herhalde "Benim memurum işini bilir", işini çıkarır, nasılsa çoğu memurun evine çift maaş giriyor, böylece geçinip giderler diye düşünüyor olmalı ya da memurlar üst kurullarda görev alabiliyor, bunun karşılığında katmerli maaş alıyor diye düşünüyor olmalı. Devlet bilsin ki böylesi katmerli üst kurullar özel kişiler için. Daha o kadar ayağa düşmedi. Memurlar öyle kurullarda görev yapabilmesi için çok fırın ekmeği yemesi gerekiyor.


Devletin anlamsız bu çifte standardına bakarak herhalde bugün birçok memur, ne diplomamın karşılığı var ne de yaptığım iş göze görünüyor. Bu durumda ben yıllar yılı niye okudum? Bileydim, okumaz, kısa yoldan iş hayatına atılırdım diyordur. Gerçekten okuduğu için memur kesim çalışmaya geç başlıyor, geç evleniyor. Emekliliği gelse de emekliliği düşünmüyor. Çünkü daha evlenecek çocuğu vardır. Bilir ki emekli olduğunda bugün enflasyona ezdirilen maaşını bile alamayacak. Alacağı avans ise bir çocuğunu evlendirmeye bile yetmiyor. Bu durumda, mecburen 65 yaşını bekleyecek. İşçiye gelince, primini ve gününü dolduran işçi aynı gün emekli oluyor. Çünkü aldığı maaşta azalma olmuyor, aldığı avansla da iyisinden bir daire bile alabiliyor. Gerçekten memur, işçi olmaya özenmesinde kime özensin. Sözüm, özel sektörde asgari ücretle çalışan işçiye değil. Aslında devletin kamuda çalışan işçi ve memurdan önce işçi işverenleriyle bir yolunu bulup esas asgari ücretle çalışanların maaşını yükseltmesi gerek. Çünkü esas sıkıntıyı çeken bu kesim. Çoğu, geçinebilmek için eşini ve çocuklarını da çalıştırmak zorunda kalıyor. Bu da bu ülkenin maalesef kanayan bir yarası. 


Daldan dala atladım, konuyu da uzattım. Sözlerime son verirken görünen o ki devlet memuruna sadra şifa bir zam vermeyecek. Kendisinin atadığı hakem heyetinden de bir şey çıkmaz. Bu durumda, memur adına zam görüşmesi yapan yetkili konfederasyonun, bu teklifin konuşulacak bir yanı yok. Biz zam falan istemiyoruz. Biraz ciddiyet lütfen, deyip masayı terk etmesidir. Devlet adına toplu sözleşme imzalayacaklar da kendileri çalıp kendileri oynasınlar. 


*16/08/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

Simav'ın Seyir Terası

İki gün önce Seyir Terasına gittim. Hatta orada çay bile içmişliğim var. Bildiğiniz çay bahçesi dedim. Meğer gittiğim yer Seyir Terası değilmiş. Peki, o levha neydi kapıdaki?

Kafamda bir soru işareti belirdi. Gidip görmem lazımdı neresi ise. 

Çıktım yola. İki bin adım gitmiştim ki Kütahya plakalı bir araç durdu. Nereye gidiyorsun, buyur dedi. Yürüyüş yapıyorum. Teşekkür ediyorum dedim.

Araç önden uçtu gitti, bense ardından yürümeye devam ettim.

Adamın durup tanımadığı birini, hele benim gibi birini aracına alıp götürmek istemesi hoşuma gitti. Duygulandım. Ben de duran, yürüyen birini gördüm mü, almak için dururum. Yurdumun insanı hep böyle demek ki dedim. Ayrı illerden olsak da hepimiz yolda kalmış kucak açarız. Konyalısı da böyle Kütahyalısı da böyle dedim. Nasıl bir hamursa aynı şekilde bozulmadan devam etmesini isterim.

Kütahya hemşerimin verdiği moralle iki gün önce Seyir Terası diye oturup çay içtiğim yere kadar geldim. Dikkatli bir şekilde baktım. 

Çay bahçesinin girişine "Seyir Terası" yazmışlar. İki tarafına da "böyle gideceksin" anlamında ok işareti koymuşlar. Alacağın olsun Simav dedim. Bir de terasta çay içtim havasını atmak için iki bardak birden çay içmiştim.

İş başa düştü. Verdim tekrar kendimi yola. Oku takip etmedim. Kestirmeden tırmandım. Yönlendirici levhaları olmadığı bu yoldan gittim de gittim. Bir baktım, Seyir Tepesine gider levhası önümde. Levhayı takip ederek birkaç yüz metre sonrası Terasa vardım. Taksimetreye baktım, 9 bin adım gelmişim. Adıma değermiş meğer. Simav ayağımın altındaydı.

Simav'ı temaşa ettim. Geri gideceğim Çitgöl yolunu gördüm. Birkaç önce gittiğim dağın yamacındaki Eynal'ı da. Birkaç foto çektim. Bir bardak da çay içtim. Az önce gördüğüm uzun, ince yol beni bekliyor dedim. Oyalanmadan kalktım. Zira bir 9 bin adım daha beni bekliyordu.

Nihayet bugünkü güzergahım toplamda  2.5 saatlik sürdü.

Başka gidecek yer de kalmadı. Bu durumda görevim de bittiğine göre Abbas yarın yolcu.

12 Ağustos 2021 Perşembe

Dondurma Hizmeti

Çitgöl-Eynal yolculuğunun Eynal etabından çıkmıştım ki bizim oğlan, gelirken dondurma alır mısın dedi. Yapma evlat, nereden alabilirim, buralarda dondurma ne gezer. Kır bayır yürüyorum gündüz vakti. Neyse, kaldığımız yere gelince oradan alayım, ama beğenir misin bilmem. Karışmam sonra dedim. 

Dedim ama içim cız etti. Çünkü tüm hesabımı sadece kiraladığım daireye ödeyeceğim paraya göre yapmıştım. Başka da masraf yapmayacaktım. Ama oğlan istedi, almazsam olmazdı. Zaten nazla şifayla gelmişti yanımıza. Yarın, kırk yılda bir dondurma istedim, onu da almadın. Nasıl babasın dedirtmemeliydim. 

Bir elli dakika yürüdükten sonra kaldığım kaplıca mıntıkasına giriş yaptım. Dondurma alıp öyle gideyim eve dedim. Zira somurtursa çekemem bu yaştan sonra. Ama nereden almalıydım. Geçen akşam piknik bölümünde dondurma satan biri vardı. Hangi marka diye sormuştum. Kendi yapımı, bir tat demişti. Fiyatı da 40 lira imiş. 

Tam buraya yönelmiştim ki aklıma kafeterya/restorant geldi. Hem kaplıca içinde hem belli güzergahlarda boy boy reklamını yapıyordu. Burada da dondurma olmalıydı. Hem burada Maraş usulü marka dondurma bile olabilirdi. Üstelik hizmette de sınır yoktu gördüğüm kadarıyla. Nereden mi biliyorum? Geçtiğimiz akşamlardan birinde, bir arkadaşla buluştuktan sonra söğüt gölgesi diye soluklanmak için oturduğum yer vardı ya. İşte burası da kafeteryaya aitmiş. Bir on dakikada üç defa bir şeyler alır mısınız diye gelmişlerdi. 

Girdim, dondurma var mı dedim. Arka tarafta var dediler. Arka tarafa geçtim. Kimsecikler yoktu. Beklerken biri geldi. Nerenin bu dondurma, markası ne dedim. Bilmiyorum dedi. Fiyatı kaç dedim, bilmiyorum dedi. Sorup geleyim dedi. Başkası geldi. Marka söylemedi. Kilosu 40 lira dedi. Bir yarım kilo alayım, şu iki çeşitten olsun dedim. Sipariş verdiğim gitti. Bir başkası geldi. Aynı şeyi ona da söyledim. İçeri geçti. Önce bir terazi getirdi. Sonra tekrar içeri geçti. Neye koyacağını düşündü. Epey bir kap aradı. Sonunda şeffaf, plastik bir kap getirdi. Önce boş kabı terazinin üzerine koydu. Darasını aldı. Sonra külaha dondurma koyar gibi koymaya başladı. Birkaç koydu, bir tarttı. Sonra tekrar koymaya devam etti. Tekrar teraziyi söylemeyeyim. Ardından öbür çeşitten koydu biraz. Bu durum böyle epey bir devam etti. Sonunda tekrar tarttıktan sonra ağzını kapattı. Bir başkası geldi, kaşık ister misin dedi. İyi olur, üç tane olsun, bir üç tane de külah verin dedim. Poşetin içine koyarlarken size ıslak mendil getirelim dediler. Teşekkür edip ayrıldım. 

Bir yarım kilo dondurma için bir 20 dakika beklettiler, acemiliklerini benden çıkardılar ama gördüğünüz gibi hizmet güzeldi. 

Dondurma nasıl derseniz, sormayın. Dondurma demeye bin şahit ister. Bu arada dondurma dondurma diye tutturan oğlan da beğenmedi.  Hem ağzımızın tadı bozuldu hem de olan benim hesapta olmayan paraya oldu. Birbirimize ikram edip durduk. Aman siz siz olun. Kaplıcanıza girin, şifa bulun ama dondurmayı yörenizdeki dondurmacıdan alın. Ama çocuğa laf anlatamıyoruz derseniz, çocuk getirmeyin.