25 Eylül 2020 Cuma

Çocuklar İçin En Güvenli Yer *


Biz salgının artmaması ve çocuklarımızı salgından korumak amacıyla okulları ve üniversiteleri açmayalım. Mart ayından beri eğitim ve öğretim yuvalarını kapalı tutalım. Şu gün açacağız, bugün açacağız açıklamalarıyla okulların açılmasını sürekli öteleyelim. Tüm umutlarımızı bulunacak aşıya bağlayalım. Bir zamanlar ders çalışmalarının önünde en büyük engel gördüğümüz cep telefonu, tablet ve bilgisayarlardan çocukları uzak tutalım derken şimdilerde, çocukların öğrenimlerini yerine getirmek için uzaktan eğitime can simidi gibi sarılalım. Tüm bunlara rağmen salgın aldı başını gidiyor. Yaz döneminde bile hız kesmeyen virüs, benden bu kadar deyip çekip gitmedikçe biz bu olağanüstü hayatı yaşamaya devam edeceğiz görünüyor. 
Bu durumda ne yapılmalı/ydı? Bu soruya cevap vermeden önce iki anekdota yer vereceğim. Ardından konuyu bir yere bağlamaya çalışacağım.
22 Eylül Salı günü Sille’den yürüyerek gelirken bisiklet yolunu takip ettim. 12-14 yaş aralıklarında 8 çocuk, önümde önlü-arkalı yürüyorlar. Hızımı kesmeden yola inip önlerine geçtim. Geçerken çocuklara göz gezdirdim. Ne maske vardı ne de mesafe. Üstelik omuz omuza yürüyorlardı. İçlerinden bir tanesi “Dayı, yürüyüş mü yapıyorsun” diye seslendi. Evet, dedim. “Ben de seninle yürüyeceğim” dedi. Peşime takıldı. Sonra pes etti. “Amca, bir iki yüz lira versen ya!” dedi. Cevap vermeden geçip gittim. Üzüldüm çocukların durumuna. Bugün yarı şaka yarı ciddi istediği para, kendi çocuklarımıza bile verdiğimiz harçlık değildi. Okul günü okulları kapalı olduğu için okullarına gidemeyen bu çocuklar, bu boşlukta ileride bir çete oluşturabilirler, kuytu yerlerde gözüne kestirdiklerinin önünü kesip parasını almaya kalkabilirler. Bu sekiz çocuk sökül paraları deyip üzerime çullansalar cebimdeki parayı vermekten başka çarem olmazdı.
*
Biliyorsunuz, Bilim Kurulunun tavsiyeleri çerçevesinde MEB, okulları açmadı. 8.ve 12.sınıf öğrencilerine yönelik olmak üzere okullarda Destekleme ve Yetiştirme kurslarının açılmasına izin verdi. 13 ve 20 Eylül Pazar günü 8.sınıf öğrencilerin kurs gördüğü bir okulu gözlemledim. Kursa gelen öğrencileri okulun müdür yardımcısı dış kapıda karşılıyor. Temas ve maske kontrolü yapıyor. Maskesi olmayan öğrencilere maske veriyor. Elindeki mikrofonla da gerekli uyarıları yapıyor. Dezenfektan makinesinden elini temizleyen öğrenci sınıfına geçiyor. Okulun iki katındaki sınıflar, günlük altı saat ders görecek şekilde eğitim ve öğretime hazır edilmiş. Sınıfına giren öğrenci kendisi için ayrılmış ve üzerine ismi yazılmış sırasına oturuyor. Başka bir sıraya oturamıyor. Öğretmen sınıfa giriyor. Ders esnasında dahi ne öğrenci ne de öğretmen maskesini çıkarıyor. 6 ders saati boyunca maskeli ve kimse kimseyle temas etmeden öğretmen dersini işliyor, öğrenciler de dersi dinliyorlar. Teneffüs ziliyle birlikte müdür yardımcısı, kah bahçede kah üst kattan bahçeye çıkan öğrencileri gözlemliyor. Birbirine yaklaşan öğrenciyi gördüğü zaman tüm öğrenciler duyacak şekilde “Çocuğum! Mesafeni koru, uzaklaş arkadaşından” uyarısını yapıyor. Ders bitiminde hakeza öğrencileri dış kapının önünden evlerine uğurluyor.
Şimdi gelelim sadede. Bence okullar tüm sınıflara açılmalıydı. Burada salgın daha da artabilir denebilir. Evet, okullar açılınca salgının daha da artma ihtimali var. Ama bunun yolu bir milyon öğretmeni ve 18 milyon öğrenciyi eve kapatmak ve dijital ortama hapsetmek değil. Ki okulları kapatıp evlere hapsettiğimiz öğrencilerin çoğu ilk anekdotta yer verdiğim gibi evlerinde durmuyor. Zaten durduramazsınız. Çarşı-pazarda, park-bahçelerde arkadaşlarıyla birlikte yüzlerinde maske olmadan, sosyal mesafeye riayet etmeden toplu halde bir oraya bir buraya dolaşıp duruyorlar. Bu çocuklar birbirleriyle temas ederek dışarıdan kaptıkları virüsü büyüklerine taşıyabilirler. Çünkü dışarıda bu çocuklar sahipsiz ve denetimsiz.
İkinci anekdota baktığımız zaman çocuklar için en güvenli yerler okullar olduğu görülecektir. En azından girişi, çıkışı ve oturuşu kontrol altında ve bu yüzden diyorum ki okullar her kademede yüz yüze eğitime açılmalı. İnanın, çocuklarımız okullarda dışarıdan daha güvendeler.

* 26/09/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

24 Eylül 2020 Perşembe

"Her şeyin bir vacibi var"

Sille'de ikindi namazını kılmak için bir camiye girdim. İmamdan başka cemaat olarak dört kişi varız. İmam rükuya vardı. Sesi çok gür geldi. 

Namazın bitiminde gördüm ki imam, yaka mikrofonu kullanıyormuş.

Bir yaka mikrofonu bile olmayan müezzin, "Allahümme ente'sselamu..." okumaya başlayınca ben ve bir genç tesbihe kalmadan çıktık. 

Sesini kalabalık cemaate duyurmakta zorlanan imam, mikrofon kullanırken nedense müezzinin mikrofon kullanılmasına ihtiyaç hissedilmemiş. 

Dört kişilik cemaate mikrofon takan imamın bu tasarrufu garibime gitti. Aynı garipliği, cemaatin tek genci de hissetmiş olabilir mi diye çıkışta gence "Dört kişiye de mikrofon takılır mı?" dedim ve aramızda şu konuşma geçti:

—Taksın, takmalı tabi!

—Niçin?

—Niçini var mı? Cemaat sadece dört kişiden ibaret değil ki! Arkada melekler de saf tutuyor.

—Melekler mikrofonsuz imamın sesini duyamaz mı? 

—Her şeyin bir vacibi var. Tamam mı? Niye maske takıyoruz? Niye gözlük kullanıyoruz? Mikrofon da böyle. Bunun vacibi de bu.

—Namazı mikrofonla kıldırmayı vacip mi diyorsun?

—Sen bildiğin gibi inanmaya devam et, tamam mı dedi ve bulduk belayı dercesine benden kaçar gibi çekip gitti.  

Not: 1.Müezzinin çıplak sesi nasıl ki caminin her yerine ulaştıysa imamın sesi de ulaşır. Çünkü cami kutu gibi.

2. Bu vesileyle camide saf tutan melekleri de öğrenmiş oldunuz. Aynı zamanda hiç cemaat olmasa da mikrofonla namaz kıldırmanın hükmünü de. Bundan sonra "Camilerde cemaat yok. Bir saf bile değil" şeklinde felaket tellallığı yapmayın. Bilir bilmez konuşmayın.

3. Genç bana "Sen bildiğin gibi inanmaya devam et" derken "Sen iflah olmaz birisin. Allah seni bildiği gibi yapsın" mı demek istedi.

4. Siz siz olun, imamın mikrofonuna karışmayın. Bunu cemaatten biriyle paylaşmayın. İster mikrofonlu, ister mikrofonsuz namazınızı kılın, çekin gidin. İmamın işine karışmayın. Hiç cemaat olmasa bile imam mikrofon takmışsa bunun gereksiz bir eylem olduğunu aklınızın ucuna bile getirmeyin. Unutmayın ki her şeyin bir vacibi var.

5. Buna göre bir imam, hiç cemaati olmasa da içeride meleklerin saf tutacağını hesaba katıp namazı tek başına kılmamalı. Mikrofonu takmalı ve cemaate namaz kıldırır gibi namazını kılmalı.

6. Yanarım yanarım da gençteki inancın bende olmadığına yanarım. Genç, camide saf tutmuş melekleri görüyor, biliyor ve inanıyor. Bense burnumun ucunu göremiyorum. Öyle zannediyorum, bu anlayışıyla bu gencin önü açık. Yarın bir post kaparsa şaşırmam.

22 Eylül 2020 Salı

Beş Dakika Arayla İki Ezan *

Baştan söyleyeyim. Ezanla bir derdim yok. Ki ezan; vaktin geldiğini bildiren, İslam’ın ve Müslümanların birliğini temsil eden, inananları namaza ve cemaat olmaya davet eden bir çağrıdır. “Bu ezanlar ki dinin temeli/Ebedi benim yurdumun üstünde inlemeli” diyen Akif’in görüşüne katılıyorum. Okunan ezanlardan özellikle nağme yapılmadan ve de çok uzatılmadan ehil biri tarafından güzelce okunan ezana bayılırım ve rahatsız değilim. Böylesi ezanları dinledikçe dinleyesim gelir.
Bu kısa açıklamadan sonra -yazdıklarıma katılır veya katılmazsınız- izninizle cuma günleri öğle vaktinde biri vakit girince(buna dış ezan diyeceğim) diğeri de hatip hutbeye çıkmadan önce beş dakika ara ile okunan iki ezanı masaya yatırmaya yatıracağım.
Peygamber Efendimiz zamanında cuma günleri imam hutbeye çıkmadan önce sadece iç ezan yani tek ezan okunmuş; bu uygulama, ilk iki halife olan Hz Ebu Bekir ve Hz Ömer zamanında da aynı şekilde devam etmiştir. Hz Osman zamanına gelindiğinde “şehrin genişlemesi ve iç ezanın her tarafta duyulmaması üzerine, namaz vaktinin girdiğinin bildirilmesi maksadı ile dışarıda da ezan okutulmaya başlanmıştır. Hz. Peygamberin uygulaması olan iç ezanın da okunmasına devam edilmiştir”. (Kâsânî, Bedâî’, I, 152) Hz Osman zamanında başlatılan bu uygulama, günümüzde de aynı şekilde devam etmektedir.
Peygamber Efendimiz zamanında bizim iç ezan diye ifade ettiğimiz ezan, aslında bir nevi dış yani ilk ezandır. Çünkü Peygamberimiz zamanında (sanırım Araplarda aynı uygulama devam ediyor) sünnetler evlerde kılınır, farz için camiye gelinirdi. Farzı kılan evlerine dağılır, geriye kalan sünnetleri de yine evinde kılardı. O gün okunan ezan, cumanın ilk sünnetini evinde kılanlara “Haydin farza başlıyoruz” anlamına geliyordu. Bugün biz camiye gidince sünnet, vacip, farz hepsini birden aynı anda ve aynı camide kılıyoruz. Durum bu iken yani tüm cemaat okunan dış ezanla birlikte camiye gelmişken ilk sünnetin ardından dış ezan gibi tekrar ikinci bir ezan okumaya gerek var mı? Zannımca ikinci ezana gerek yok. Çünkü maksat hasıl olmuştur. Peygamberin uygulamasını esas alır, iç ezan mutlaka olmalı denirse bu sefer, dış ezana gerek yok. Burada cumaya gelecek olanlar cuma vaktini unutabilir, zamanında gelemez denirse, buna şu örneği vermek isterim: Yılda iki defa bayram namazı kılıyoruz. Üstelik güneşin doğmasının ardından 45 dakika sonra erken vakitte bu namazların vakti giriyor. Çoğu uykusundan yeni kalkıp geliyor. Kıldığımız bu namazlarda ne ezan okunuyor ne de kamet getiriliyor. Bayram namaz vaktini bilen herkes, zamanında camide saf tutuyor. Yılda iki defa olmasına ve ezan okunmamasına rağmen unutulmuyor. Haftada bir kıldığımız cumada da unutulmaz diye düşünüyorum.
Ne zararı var, iki defa okunmasının diyebilirsiniz. Zararı yok elbet. Ama dış ezan bir beş dakika sürüyor. Ardından bir beş dakika ilk sünneti kılıyoruz. Minbere çıkan imamın ardından ayağa kalkan müezzin, bir beş dakika daha sürecek iç ezanı okuyor. Eğer bu uygulama devam edecekse en azından iç ezanı kamet şeklinde okumakta fayda var. Bu, hem vakti verimli kullanma hem de sesi eğitilmemiş ve makam bilmeyen kişilerin çekerek okumasının önüne geçecektir.
Değinmiş olduğum bu konu, çok önemli ve sorun olan bir konu değil ama yine de üzerinde düşünülsün isterim.

* 25/09/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.