30 Haziran 2020 Salı

ÖSYM Sınırları Zorluyor *

Her yıl 2,5 milyona yakın gencimizin iyi bir üniversitenin gelecek vadeden bölümlerini kazanmak için ter döktüğü ÖSYM tarafından yapılan sınavlar, hem sınav öncesi hem sınav anı hem de sınav sonrası adından sıkça söz ettiriyor. ÖSYM bu konuda zirveyi kimseye bırakmıyor, daima tartışmanın odağı oluyor ve her sınavda tahammül sınırını aşacak şekilde sınırları biraz daha zorluyor.

Sınavın güvenliği açısından koyduğu kuralların bir kısmı mantıklı olmakla beraber  “Askerliğin başladığı yerde mantık biter” misali koyduğu kriterlerin çoğu, gereksiz ve sınırları zorlayan kurallar. Öyle kriterler var ki öğrenciler sınava neredeyse anadan üryan girmiş oluyorlar ve her kural da acımasız bir şekilde uygulanmaktadır. Özellikle sınav başlamadan, sınav kapılarının 15 dakika önce kapanması kuralından az öğrencinin canı yanmadı. (Biz “falan öğrenciyi emniyet müdürü sınavına yetiştirdi” diye seviniyoruz. Hiç ÖSYM’yi sorgulamıyoruz. Emniyet müdürünü bulamayan öğrenciler ne yapacak?)

Sınavın geçerliliği ile ilgili her ne olursa olsun sınav esnasında öğrencinin asla salon dışına çıkamaması kuralı ise ayrı bir garabet. Sınav heyecanı ve stresi dolayısıyla kazara öğrenci lavaboya gitmek istese ya da rahatsızlansa bu demektir ki 4 yıllık emeği boşa gidecek demektir. Çünkü sınavı iptal oluyor. İki tane öğrenci sınavın ilk 40 dakikasında lavaboya gitmek durumunda kaldıklarını gördüm. Sınavları iptal olan bu öğrenciler, sınavın bitmesine 75 dakika kalıncaya kadar sınav merkezinden de ayrılamadılar. Çünkü kural böyle. Arkadaşları, salonlarında sınavlarını olurken bu iki çocuk, bu süre zarfında için için ağlayıp durdular. Yazık gerçekten! Tamam, sınav salonundan öğrenci “Lavaboya gidebilir miyim” diye zırt pırt çıkmasın. Üç saatlik bir sınavda da lavaboya ihtiyacı olan bir öğrenci, gözetmen nezaretinde lavaboya gidebilsin. Adaylara, isteyen lavaboya gidebilir dense bile çoğu genç salonu terk etmez. Çünkü zamanla yarışıyorlar. Bu kuralı koyan ÖSYM şunu mu istiyor: Her öğrenci, sınava müracaat öncesi bir doktor bulup “Şu rahatsızlığından dolayı lavaboya gidebilir” raporu almalı.

Sınavın içeriğine gelince öyle sorulara yer veriliyor ki soruyu çözmeye çalışan çocuk, Türkçe bunun neresinde diyor çoğu zaman. Sorular felsefe sorusu mu yoksa Türkçe mi tartışılır. Özellikle TYT Türkçe soruları öğrencilerin moralini bozdu. Sınava giren öğrencilerin şu yorumlarına bakar mısınız?

“Sınav sorularını Thales hazırlamış diye haberler var”. (Thales, Batı felsefesinin kurucusu sayılan bir filozof.) “Türkçe, full felsefe gibiydi. Ayıp olmasın diye iki tane dilbilgisi koymuşlar…”. “Türkçe sorularının felsefe sorusu gibi oluşu yüzünden 45 soru, felsefe çözmüşüm gibi hissediyorum”.)

“Türkçe paragrafları kısa olmuş kanka. Keşke roman falan koysaydın”. ”Türkçe yetişmedi”. (Yeni nesil sorular maalesef böyle. Sorunun uzunluğunu gören çocuğun, daha başta morali bozuluyor. Bu sınavın en olumlu yönü sınav süresinin artırılması olmuştur. Sanırım süre yine de yeterli gelmedi.)

“Türkçe çok çok fenaydı. Bir tek bana zor gelmemiş. Arkadaşlarımla da konuştum. Hepsi Türkçeden yakınıyor”. (Öğrenciler elensin diye Türkçe soruları alabildiğine zorlaştırılmış. Bu soruları gören Türkçemizden nefret eder maalesef. Zorluğundan geçtim. Mantığı zorlayan mantık ötesi sorular... Parçayı anladıktan sonra soruyu soranın mantığını kavramak için öğrencilerin epey bir terlemesi gerekiyor.)

TYT Türkçenin tuzu biberi sorusu Mabel Matiz ile ilgili sorulan iki soruydu. Tepkilerin bir kısmına yer veriyorum: (“Lan Mabel Matiz'in Türkçe sorularında ne işi vaaarrrrr”. “Türkçe sorularından birini kadraj magazin hazırladı herhalde Mabel Matiz ne alaka”. “Mabel Matizin maya adlı albümünün geçmişini ve tarihini de öğrenmiş olduk”. “Mabel Matiz dinlemedim diye iki Türkçe sorusu gitti”.)

Özellikle Mabel Matiz ile ilgili sorulan sorulara, sadece öğrenciler değil; yaşantısı, paylaşımları ve düşünceleri dolayısıyla sanatçıya kamuoyunun genelinde de tepki var. Bu derece tartışma konusu olan birine, sınavlarda özellikle ismiyle yer verilmemeliydi diye düşünüyorum. Maalesef soruları hazırlayan uzmanlar, bu konuda bir hassasiyet göstermemişler ve halkın değerlerini hiçe saymışlardır.

Verdiğim örneklerle yazımı uzattım. Kısaca şunu söyleyeyim. ÖSYM, milyonlarca öğrenciyi nasıl elerim, onları nasıl başarısız gösteririm diye Türkçenin üzerinden elini çekmesi lazım. Zorluk derecesi soruyu başka hangi dersten sorarsa sorsun, öğrencileri nasıl elerse elesin ama gençlerimizi Türkçemizden soğutmasın. Bir diğer husus, sınav güvenliği açısından aldığı tedbirleri ÖSYM’nin yeniden gözden geçirmesinde fayda var. Bazı anlamsız kriterlerini esnetmekle bu işe başlayabilir.

*01/07/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

28 Haziran 2020 Pazar

Hassasiyeti Ara ki Bulasın! ***

LGS ve YKS sınavları, çocuklarımızın ve gençlerimizin geleceğine yön veren hayati sınavlardandır. Bundandır ki bu sınavların yapıldığı günlerde devletin kurum ve kuruluşları; sınavın ses ve gürültüden uzak bir şekilde geçmesine özen gösterirler ve bir dizi tedbirler alırlar ve uyarılarda bulunurlar. Çünkü sınava giren öğrenci için sınav güvenliği yanında sınavın ses ve gürültüden uzak bir ortamda yapılması olmazsa olmazdır. Bu sınavlar zamanla yarışılan sınavlardır. Aday, yeni nesil uzun soruları okuyup anlayacak ve analiz edecek. Ardından, soruyu hazırlayan kişinin kastettiğini tespit edip birbirine yakın çeldirici cevaplardan birini bulup çıkaracak. Bir tık sesi, çocuğun okuduğu soruyu tekrar okuması demektir. Bu da zaman kaybı ve moralinin bozulması demektir.

2020 LGS ve YKS sınavları, salgın nedeniyle olağanüstü bir ortamda yapıldı ve tüm tedbirlere ilaveten devlet bu sınavların yapıldığı tarihlerde kısıtlılığa gitti. Yerinde bir hassasiyet. Ki olması gereken de bu. Pekiyi aynı hassasiyeti hepimiz gösteriyor muyuz? Cevabın elbette, olmasını çok isterdim. Vereceğim örneklerle aynı özeni göstermediğimiz görülecektir:

TYT sınavında salonda gözetmenim. Salon başkanım kürsüde oturuyor. Ara ara yerinden kalkıp bir dolaşıyor. Her kalkışı bir gürültü bir gürültü. Çünkü tüm salonu yukarıdan görme imkanı versin diye kürsünün altına ahşaptan yapılmış yüksekliğin üzerine basıldıkça kulak tırmalayan bir gıcırtı, bir ses ve gürültü ortaya çıkıyor. Diyelim ki bina sahibi kürsüden kaynaklı gürültüyü yok etmek için tedbir almadı. Sınav başladı. Binanın ve kürsünün yabancısı salon başkanı da yüksekliğe çıktı ve oturdu. Baktı ki öğrencileri rahatsız edecek şekilde bir gürültüye sebebiyet veriyor. Bir daha o kürsüye oturmaması, oturduysa da kalkmaması gerekirdi. Ama kaç defa oturdu oturdu kalktı o kocaman boyu ve kilosuyla. Attığı adımların hepsi ben yürüyorum dedi durdu. Sınavı izleyen biri olarak ben bu durumdan rahatsız oldum. Zamanla yarışan öğrencileri varın siz düşünün.

Ben bu yazıya oturduğum zaman pazar günü yapılan 10.15’te başlayıp 13.15’e kadar devam edecek olan AYT sınavı başlamıştı. Mahallemizde bir camiden sala sesi yükselmeye başladı. Görevli sesini saldı ve uzattı da uzattı. Herhalde bir beş dakika sürdü. Kim vefat etmiş diye salanın sonundaki anonsa kulak kabarttım. Kim olduğunu anlayamadım. Vefat eden kimseye Allah rahmet eylesin. Ölüm bu. Ne sınav bilir ne de hayati bir mesele. Böylesi önemli sınavda ölenin kim olduğunu, ne zaman, nereden kalkacağını yakınlarına duyurmak için sala yerine başka bir yol bulunamaz mıydı? Bildiğim kadarıyla Peygamberimiz zamanında sala verme âdeti yoktu. Sanırım, ilk sala okuma Fatımiler zamanında Mısır’da başlamıştır. Bugün tüm eş, dost ve akrabaların cenaze başta olmak üzere birbirine duyuracağı whatsapp grupları vardır. Pekala bu yol ile ölüm duyurulabilirdi. Yine çoğu yerde köy, belde ve ilçe nüfusuna kayıtlı kişilerin ölüm haberlerini, adlarına kurulmuş dernekler, vakıflar veya belediyeler mesaj yoluyla duyurmaktadır. Hakeza sosyal medya yoluyla da tüm sevenlerine haber uçurulabilirdi. Önemli olan bu acı haberi duyurmak değil mi? İlla sala okunması gerekmiyor. Haydi okundu. Kısa kesmeyi de bilmek lazım. Hele bu sala, sınav yapılan okulun yanı başında ise o anda sınav olan çocukların psikolojisini bir düşünün. Herhalde sınavı bırakıp bir güzel salayı dinlemişler ve “Hayat bu. Millet ölümle pençeleşiyor, bense sınavla” demişlerdir.

Salayı dinleyince sabah ki oturumun bitmesine 15 dakika kala bir güzel de ezanlar okunur dedim.
Sınavın bitmesine yakın, sınavdan çıkacak çocuğumu almak için sınavın yapıldığı okula gittim. Gürültü olmasın diye bahçeye bile alınmayan, güneşin altında yanan anne ve babaları kapının önünde sessizce bekleşir buldum. Onlar gibi ben de beklemeye koyuldum. Az sonra merkezi sistemden öğle ezanı okunmaya başladı. Haydi müezzin çabuk bitir dedikse de namaz vaktini duyurmanın ötesinde tüm maharetini konuşturdu müezzin. Bitime 15 kala bir beş dakika sürdü ezan.

Bizim Diyanet haktan ayrılmaz. Öğleden sonra da YDT(Yabancı Dil Testi) var. Onlara da ikindi ezanını okur, dedim. Sabah okunan sala ile birlikte benim için öğle ve ikindi vaktinde neler olacağı zaten belli olmuştu. Nitekim dediğim gibi oldu. Öngörümü yalan çıkarmadığı için Diyanet’i tebrik ediyorum buradan.

Yanlış anlaşılmasın,  okunan ezandan rahatsızlık falan duymadım. Zira bu ezanlar Akif’in “Bu ezanlar ki şahadetleri dinin temeli/Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli” beytinde belirttiği gibi daima bu ülkede beş vakit okunmalı. Ama okunan ezana rağmen konan kısıtlılıktan dolayı kimsenin camilere gidemeyeceği ve devam etmekte olan hayati sınavlar göz önüne alınarak bu vakitlerde ezan da okunmamalıydı. Bunu cami görevlilerinden ziyade Diyanet İşleri Başkanı düşünmeli ve “Yapılacak olan sınavlar dolayısıyla pazar günü öğle ve ikindi ezanları minarelerden okunmayacak” talimatını illere göndermeliydi. Maalesef bu hassasiyeti de DİB’den göremedik. Halbuki bu ince düşünce, çocuk ve gençlerin gözünde Başkanı ayrı bir yere oturturdu. Başkan, sigaraya ve personelinin faizsiz bankadan maaş almasına gösterdiği hassasiyeti burada da göstermeliydi. Heyhat ki heyhat... Ben de bu Başkandan çok şey bekliyorum. Maalesef bu hassasiyet denen şey ne alınır ne de satılır. Hele bazılarında ara ki bulasın.

Farkındayım, sözlerimi uzattım. Son olarak şunu söyleyeyim. Yeri geldiği zaman torunu, üzerine bindiği için Peygamberin secdeyi uzattığını, ağlayan bir çocuk gördüğü zaman namazı kısalttığını anlatır dururuz. Bu anlattığımızla da Peygamberin, çocuklara verdiği önemi ve ortaya koyduğu bir hassasiyetini dile getirmeye çalışırız. Nedense aynı duyarlılığı biz ne düşünüyoruz ne de uyguluyoruz. Kusura bakmayın ama peygamberden daha Müslüman’ız sanki! Unutmayalım ki kimse peygamberden daha Müslüman olamaz. Bu mesele kıyas bile götürmez. Bir derdimi anlatmak için bu ifadeyi kullandım. Umarım, peygamberin gösterdiği duyarlılığı sadece anlatmakla kalmayız, bir gün bizler de uygularız.

***30/06/2020 tarihinde Pusula haber gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.

Yeni Yüz Gece Bekçileri *

Kısıtlılığın olduğu LGS’de sınavdan çıkıp aracımla evime doğru giderken gençten iki gece bekçisi durdurdu.  Bir tanesi, “Beyefendi! Kısıtlılık var. Niçin dışarıdasın?” dedi. Sınavdan geliyorum” dedim ve görev kağıdımı göstermek için elimi cebime doğru götürürken “Öğretmen misiniz?” dedi. Evet dedim. “Tamam o zaman. Kağıt göstermenize gerek yok. Buyurun hocam” dedi. Kolaylıklar dileyerek yoluma devam ettim.

YKS’nin birinci etabı olan TYT sınavının bittiği cumartesi akşamı yürüyüşümü serinde yapayım diye evden çıktım. Tam yürüyüş parkuruna yaklaşırken maskeyi evde unuttuğumu hatırladım. Yanımda eşim olduğu için maske için eve geri dönmedim. Eşimi yürüyüş parkurunda bırakarak tenha cadde ve sokaklarda, insanlar ve kalabalıklardan uzak bir şekilde yürümeye başladım. Önüme yine iki gece bekçisi çıktı. Selam verdiler. “Masken yok muydu?” dediler. Durumumu anlattım kendilerine. “Bir daha unutmayalım, olmaz mı? İyi akşamlar” dediler. Onlar yoluna, ben yoluma devam ettim.

Polisi görmeye alışkın olduğumuz yerlerde bir zamanlar kaldırılan, şimdilerde yeniden yaygınlaşmaya başlayan gece bekçileriyle bundan sonra daha fazla karşılaşacağız anlaşılan. Özellikle polisin olmadığı mahalle aralarında gece bekçilerini görmek meskûn mahallere bir güven ortamı sağlayacağını düşünüyorum.

Biri gündüz diğeri akşam olmak üzere iki defa muhatap olduğum gece bekçilerine içim ısındı. Davranış ve nezaketlerini takdir ettim. Halden anlayan bir iş anlayışına sahip olduklarını, salt ceza yazmaktan ziyade rehberlik görevini de yapmaya çalıştıklarını müşahede ettim ve kendilerini daha bir insancıl gördüm. Küçüklüğümde gördüğüm yaşlı, kilolu ve göbekli, suçluyu yakalamaktan aciz, asık suratlı, korku veren, bol düdük öttüren bekçiler gitmiş; daha genç, kilo ve göbek sorunu olmayan, yüzlerinde güler yüz eksik olmayan cevval gece bekçileri gelmiş. Yeni nesil bekçilerin bulunduğu muhitte bir suça karışsam, bekçi geliyor diye kaçmaya kalksam, beni çok geçmeden yakalayacak bir enerjiye sahipler. Hasılı suça karışma zamanını kaçırmışım. Bu işi önceleri yapmalıymışım.

Gece bekçileriyle ilgili bazıları “Madem ihtiyaç vardı. Dün niye kaldırdılar, bugün niye tekrar gece bekçisi ihdas ediyorlar” şeklinde bir eleştiri getiriyor olsalar da bu duruma, demek ki yanlışta ısrar edilmemiş, bu yanlıştan dönülmüş demek lazım şu aşamada. Bekçiler ne kadar maaş alıyorlar, özlük hakları nelerdir? Bu durumu detaylı bir şekilde bilmemekle beraber çok da merak etmiyorum. Çünkü maaş konusunda kimin ne aldığına bakmam. Kendi durumumu değerlendirirken de kendimden düşük gelire sahip olanlara bakarak kendimi tatmin ediyorum. Yine maaşları konusunda sosyal medyada bazıları “Bunlar lise mezunu. Daha şimdiden şu kadar maaş alıyorlar. Halbuki 25 yıllık bir meslek erbabı bunlar kadar almıyor” dese de üstlendikleri görev ve bulundukları yerlere verdikleri huzur ve güven, ayrıca polisin olmadığı yerlerde polisin eksikliğini kapatmaları yönüyle ne mezuniyetlerini ne de aldıkları maaşı hesaba katarım. Görevlerini layıkıyla yaptıkları müddetçe kendilerine takdir edilen maaş ve özlük hakları kendilerine helali hoş olsun.

Küçüklüğümde gördüğüm kilolu ve yaşlı gece bekçilerini gözümün önüne tekrar getiriyorum. Onları kilolu yapan durumun, gündüz istirahata çekilip gece mesai yapmaları dolayısıyla olduğunu düşünüyorum. Buna bir de hareketsizlik ekleyince haliyle bu kişiler kilo ve göbek sorunuyla muhatap olabiliyorlar. Bu yeni nesil gece bekçileri de meslekte kıdemleştikçe bir gün mutlaka yaşlanacaklar.  Zira bundan kaçış yok. Kilo ve göbek sorunuyla karşılaşmamaları için onlara düşen, daima dinamik olmalarıdır. Gördüğüm kadarıyla beni yakaladıklarına göre görevli oldukları mahallerde bir baştan öbür başa sürekli yürüyorlar. Bu yürüyüş onlarda oluşabilecek kilo sorununun önüne geçer.  Buna bir de spor eklerlerse vücutları sağlıklı olduğu gibi şimdi gördüğüm gibi dinç olarak kalmaya devam ederler. Bu görüntüleri suçlulara da gözdağı vermiş olur.

İçimin ısındığı, kanımın kaynadığı, halktan biri olarak gördüğüm bu yeni yüz gece bekçileri, hem vücut hem halka davranış hem de sarf ettikleri efor yönünden bugün nasıl iseler, aynı pozitifliği mesleklerinde ilerledikçe de devam ettirmeleri en büyük temennimdir. Çünkü bizde mesleğin gediklisi olunca eski ideal, efor ve davranışımızın yerinde yeller eser. Umarım bozulmazlar.

*29/06/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.