26 Haziran 2020 Cuma

Bakmak mı, Görmek mi? ***

Berberlere kısıtlamanın olmadığı yılların birinde saç tıraşı olmak için berber koltuğuna oturdum. Berber koltuğuna oturmuşsan berber seni rahat bırakıvermez. Bir taraftan tıraşını yaparken aynı zamanda olup bitenlerden haberler verir, ardından seni konuşturur. Çünkü piyasanın nabzının attığı yerlerden biri de berber salonlarıdır. Şuradan, buradan derken söz döndü dolaştı, havaların soğuk gittiğine getirdi berber. Mevsim kıştı zira. Zaten orta yerde konuşacak bir konu yoksa diğer konulara girmek için havalardan bahsedilir önce. Ardımda sıra bekleyen konuştu, berber konuştu. Evsiz barksız, odun, kömürü ve kıyafeti olmayanlara acınıldı. Mevsimine göre giyinmek gerektiği, bazılarının dekolte giyindiği belirtildi.

Tüm bu konuşmaları ben sessizce dinliyorum. Bana “Öyle değil mi arkadaş? Sen ne düşünüyorsun bu konuda dedi. Ben de üzerimdeki kıyafeti görüyorsunuz, alabildiğine giyindim. Bu halimle üşüyorum. Dışarıda bu havada dekolte giyinen bazıları, kuruma veya çalıştığı işyerine geldiği zaman “dondum” diyerek kendini kalorifer peteğinin yanına atar dedim. Ardından çalıştığım kurumda başımdan geçen bir anekdotu anlattım: Mart ya da nisan ayında derecelerin 17-18’i gösterdiği, hafif bir esintinin olduğu, güneşin kah açtığı kah kapandığı bulutlu bir gündü. Hizmetli odama gelerek kaloriferi yakayım mı dedi. Ben üşümüyorum. Arkadaşlara bir sor. Üşüyoruz diyorlarsa yakabilirsin dedim. Görevli az sonra odama geldi. Kimse üşüdüğünü söylemedi dedi. O zaman kalsın dedim.

İşimize koyulduk. İşe öğleden sonra gelen bir hanımefendi odama gelerek “Kaloriferin niye yanmadığını” sordu. Ben de sabah ki olup biteni kendisine aktardım. Bana olur mu? Üşüyoruz burada dedi. Bunun üzerine personeli üşütmeyelim diye birkaç saatliğine kaloriferleri yaktırdım. Kurumda bu personelden başka bayanlar da vardı. Onların üşümeyip bu hanımefendinin üşümesi normaldi. Çünkü alabildiğine dekolte giyinmiş, giydiği eteğin altına incesinden de olsa çorap bile giymemiş. Bu giyim ve kuşamı görünce “Mübarek! Keşke biraz iyi giyinseydin” demek geçti içimden. Ama söyleyemedim dedim. Benden sonra tıraş olmak için bekleyen, “Kadının çorap giymediğini nereden gördün. Ben bugüne kadar kimin ne giydiğine hiç bakmadım” demez mi? Bunun üzerine siz bakmayabilir veya görmeyebilirsiniz ama ben gördüm dedim.

Yedi yıl önce başımdan geçen bu anekdotu anlatmamın sebebi, 25 Haziran tarihli gazetemizde “İfrat ve Tefritte En Güzeli, Ortası Olmaktır” başlıklı yazıma M.G. rumuzlu bir okuyucumun, yazımın altına yaptığı şu yorumdur: “İnsan baktığını görür derler. Kendi adıma hiç göbeği açık kadın görmedim. Çünkü hiçbir kadının göbeğine bakmıyorum. Konuşmam gerekiyorsa da yüzüne bakıyorum. İnsanların göbeğinin açık olması da kimseyi ilgilendirmez”. Okuyucum bir hassasiyetini dile getirmiş. Konunun hassasiyeti, aynı zamanda beni itham etmesinden dolayı kendisine kısa bir cevap yazmak istedim ise de belki bu konuda başka okuyucularım da aynı kanaatte olabilir düşüncesiyle bu konuyu ayrı bir yazı konusu edinmek istedim. Yazım, salt kendisine cevap olmaktan ziyade genel bir değerlendirme olacaktır. Bu imkanı verdiğinden dolayı kendisine buradan teşekkür ediyorum.

Yazımı okumayanlar için kısaca özetleyeyim: Bazı hanımefendilerin göbeğini gösterdiğini, sanırım moda olduğunu, bu şekil olanlara yani modaya uyanlara baktığımız zaman ince belli yani zayıf olduklarını işlemeye çalıştım. Ardından giyim ve kuşamda ne çok açık ne de çok kapalı olmak yerine bunların ortasının daha uygun olacağını ifade ettim. Bu tespitte bulunurken de yazıma yarı mizah kattım. Baskı yok, ayıplama yok. Okuyucum, kusura bakmasın, bu durumu -sorun olarak- görmeyebilir, ben veya başkası bunu sorun olarak görebiliriz. Ben gördüklerimi ve herkesin bildiğini kendi üslubumla kaleme alıyorum. Yazarken de bir amme hizmeti görevi ifa ettiğimi düşünüyorum. Zira yazmaya başlarken kendimin ve toplumun dert edindiği her şeyi dağarcığım el verdiği müddetçe yazacağıma dair ilk yazım “Girizgah”ta da yer verdim. Görüşlerim, analizlerim, tespitlerim, öncelik ve hassasiyetlerim beni bağlar. Yazdıklarım yüzde yüz doğru tespittir iddiam hiç olmadı. Siz katılır veya katılmazsınız.

Yazarken de sadece bakmam. Aynı zamanda 2,75 gözlük numarama rağmen görürüm. Görmekle de yetinmem. Aynı zamanda gören gözlerimle fotoğrafını çekerim. Fotoğrafla da yetinmem. Aynı zamanda analiz eder, anlarım. (Görmek demek, seyretmek değildir.) Yeri gelir, konuşmalara kulak misafiri olurum. Okurum, konuşanı dinlerim ve ihtiyaç hissedersem yazı konusu edinirim. Durum bundan ibaret. Dinlerken de ne göbeğine bakarım ne de ayağına. Herkes gibi ben de yüzüne bakarım. Ama giyim-kuşam ve kılık-kıyafeti de dikkatimi çeker. Yani bakar kör değilim, trene bakar gibi de bakmam. Görürüm ama seyretmem.

Giyim-kuşamda herkes istediğini giyme özgürlüğüne sahiptir. Ama “İnsanlar kıyafetleriyle karşılanır. Fikirleriyle uğurlanır”. Ben de kişileri fikirleriyle tanımak isterim. Önemli olan da budur.

Yazıma son verirken kısaca bakmak ve görmek fiilinden de bahsedeyim. Çünkü zaman zaman bakmak ve görmek fiillerini birbirinin yerine aynı anlamda kullansak da bu kelimeler aynı anlamlara gelmez. Bakmak ile görmek arasında fark vardır. Bu konuda Eyüp Salih "İnsan bakar da baktığını göremeyebilir. Çünkü bakmak ve görmek birbirinden ayrı şeylerdir. Bakmak, göz organının yüzeysel bir işidir. Görmek ise aklın, mantığın, kalbin, gönlün, ruhun, birlikte bakmasıyla karar vermesi ile olur. Bakmak her zaman yetmeyebilir, görmeyi de bilmek işin aslı." der bir yazısında.

Sonuç olarak dünya sadece bakan gözlerden ibaret olsaydı, insanların -bu kadar- giyinmesine bile gerek kalmayabilirdi. Çünkü her bakma görme değildir. Bakan gözler olduğu gibi gören gözler de vardır. Üstelik gören gözler bakan gözlere oranla daha fazladır.

***27/06/2020 tarihinde Pusula haber gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.

24 Haziran 2020 Çarşamba

Yıllara, Yollara ve Bize Meydan Okuyan Ağaçlar

1 No'lu Resim
2 No'lu Resim

Zamanın büyükleri gölgesinden birileri faydalanır, gelecek nesle oksijen kaynağı olur diye boş bulduğu, uygun yere ne bulduysa dikmiş. 

Onların diktiği yerleri biz parsel parsel satıp evler dikmişiz. Ev dikmişsek yol da açmışız. 

Ev ve yol yaparken de önümüze çıkan ne engel varsa biçmişiz. 

Bereket ki geç de olsa ağaç duyarlılığımız oluşmuş olmalı ki yolun ortasında kalan ağaçlara dokunmamışız. 

Yürürken çektiğim; yıllara, çağlara, yollara meydan okuyan yıllanmış ağaçlardan örnekler göreceksiniz: Yeşiliyle nam salmış Meram ilçesi, Aşkan Mahallesinden... 

Resimlerde gördüğünüz gibi ağaçların bazısı, sokak/yol ortasında kalmış. Belediye sulamak için etrafını çevirmiş, diğer taraflar asfaltlanmış. Yol trafiğe açık. 

Belediye bu ağaçların her birine plaka gibi bir bakım numarası vermiş.

3 No'lu Resim

4 No'lu Resim

Yol ortasında kalmış bazı ağaçlar kavşak görevi görüyor. Doğal bir kavşak olmuş.

Konacak başka bir yer bulunamamış gibi kavşak görevini meccanen üstlenmiş asırlık ağacın yanına çöp konteynırı gömülmüş. Nasılsa dilsiz, sesini çıkarmıyor. Off, pis kokuyor da demiyor. 

5 No'lu Resim

İçi oyulmuş, içten içe çürümeye yüz tutmuş bu ağaç, ihtiyacı varmış gibi konteynıra ve içindeki atıklara oksijen veriyor durmadan. Çöp konteynırının dışında kavşak ağaca trafik işaretleri, yönlendirme levhaları ve NEÜ Rektörlüğünü işaret eden levha da sıkıştırılmış. Haliyle kavşak olmak kolay mı?

Merak ettiğim, Rektörlük binasının olduğu yerde üniversitesinin hiçbir bölümü yok. Bu Rektörlük niçin kampusunda, öğrenci ve üniversite personelinin arasında değil? Acaba rektörlük veya rektör demek eğitim ve öğretimden bağını koparmış, sadece protokol takılan ve temsil görevi gören demek midir? Bana göre rektörlük öğrencisi, binaları ve akademisyeniyle iç içe olmalı. 

6 No'lu Resim

Bir ağaç var ki mülk sahibinin bahçe duvarının tam ortasında kalmış. Asırlık ağacın bir kısmı mülk sahibinde, çoğunluğu da kaldırımda kalmış. Yani ağaç iki beton arasına hapsedilmiş ve özgürlüğü elinden alınmış durumda. Bu ağaç aynı zamanda parselin sınır görevini görüyor. Mal sahibi ihata duvarını beş cm içeriden çekse ağaç iki duvar arasında kalmayacak. Herhalde çok zor değil bu. Hem de sadakayı cariye olur. Olur mu? Niye versin? Değil beş cm, bir cm bile vermez. Bu ağaç bu durumda sulanır mı? Sulansa su tutar mı? Bu da ayrı bir dert. Ağaç dile gelse de ne çektiğini bize bir anlatsa.

Yol ve kavşaklarda gördüğüm bu asırlık ağaçlara bakım numarası veren belediye, vakti geldiği zaman ağaçları budamış ise de bakım eksikliği gördüm. Çoğu ağacın dibinde biten otlar yolunmadığı gibi otlar kurumuş. Sanırım zaman zaman sulanmıyor. Personel, malzeme ve maddi imkanlar yönünden yeterli durumda olan belediyeler için korumaya alınmış bu ağaçların bakımını yapmak çok zor olmasa gerek. Sadece dert edinmek gerek diye düşünüyorum.

Hasılı bizim için yaşam kaynağı olan kimi asfalt arasına, kimi duvar arasına hapsedilmiş bu ağaçlar, tüm kötü muamelemize rağmen iyi ayakta duruyor. Siz bakmasanız da ben sünnetullah gereği görevimi bihakkın yerine getirmeye devam edeceğim diyerek azmi elden bırakmadan, başı dik bir şekilde hem bize meydan okuyor hem de karşılıksız hizmet vermeye devam ediyor. 

"Biniciysen Şunu Takalım" *

Aracınızın varsa bakım, onarım, parça değişimi ve kaporta tamiri gibi nedenlerle bir gün sanayi ile yolunuz kesişir. Sizin başınıza geldi mi bilmiyorum. Benim başıma birkaç defa geldi. En sonuncusundan bahsedeyim:
Yağmur yağdığı zamanlarda aracın bazen ön ve arka camından su damlatıyor. İki oto cam ustasına gösterip fiyat aldık. Her ikisinin de söylediği ön ve arka camlar sökülüp yeni yapıştırıcı ile yeniden takılacak. İlki, “yabancı yapıştırıcı istersen 400, yerli kullanırsak 280'e olur” dedi. İkinci, “300'e olur” dedi. Ne yapıştırıcı kullanacağını sordum. “Yabancı” dedi. İhaleyi sonraki ustaya verdik. Başladı yapmaya. Az sonra geldi. “Antipasa ihtiyaç olur, kullanırsak şu kadar” dedi. Tamam dedik. Az sonra “camı sökerken fitiller yırtılırsa bu kadar” dedi. Tamam dedim. Zaten başka da seçeneğimiz yok. İşe başlanmış. Elimiz mahkum. Usta az sonra "Ön camın iyi değil, Çin malı. Sonradan takılmış. Takan da iyi takmamış. Riskli bir cam. Çıkarırken kırılabilir" dedi. Buna da tamam dedim. Camı kırmadan çıkardı ve "Camda taş izi var. Cam, cam özelliğini kaybetmiş. Bu cam takılsa da iyi olmaz. Yapışmaz, tekrar kalkar ve su alır. Baksana yapışkanı tutan camın kenarındaki siyahlıklar kaybolmuş. Binici isen camı yenileyelim. Yok satıcı isen eskisini takalım. Tercih sizin" dedi. Hangi camı takacaksın. Fiyatları bir göreyim dedim. Biri 400, diğeri 600 olan iki seçenek sundu. “400 olan senin eski camdan, Çin malı. Şunu takalım” dedi. Bu nerenin dedim. “Kore malı” dedi. Demek ki Kore'nin malı iyiymiş. 600 liralık Kore camını taktırdım.
Uzatmayayım. Usta ne dedi ise tamam dedim. Her tamam bana pahalıya patladı ama olsun. Burada farklı fiyattan, taksit taksit “şu şöyle olursa böyle olur” üzerinde durmayacağım. Ustalıklarına da bir şey demeyeceğim. Aldıkları da helâli hoş olsun. Zira emek sarf ettiler, haklarıdır. Burada üzerinde duracağım husus, konuşma arasında birkaç defa "Binici isen şunu takalım. Yok satıcı isen bunu takalım" sözüdür. Söz normalde beni korumaya yönelik. Satacaksan ucuzundan tak geç git. Fazla masraf etme demektir. Sağ olsunlar. Ben bile kendimi bu kadar düşünmem. Ama bu sözde bir anormallik yok mu? Bana göre hem de nasıl var. Ahlaki bir sorun var. Ne demek binici veya satıcı isen... Hatta yanımda bana mihmandarlık yapan da “Çin malını taktır” dedi. Farz edelim ki ben bu arabayı satacağım. Sattığım adam bu aracın binicisi olmayacak mı? Ben ucuz yoldan sanayiden kurtulayım. Sattığım binici ne yaparsa yapsın. O da sanayiden çıkmasın. Ben çektim, o da çeksin. Ayrıca iyi değil, işe yaramaz dediğin Çin malını seçenek olarak bana tekrar niye sunuyorsun? 
Oto cam ustasının bana sunduğu "se" li, "sa" lı seçeneği maalesef çoğu sanayi esnafı yapıyor. Hatta araç vuruksa kaporta baştan savma yapılıyor. Sonra boya, pasta-cila yapılıp ardından satılığa çıkarılıyor. Müşteri bu işi en düşük maliyete nasıl çıkarırız hesabı yapsa da ustalar buna tevessül etmemeli diye düşünüyorum. Çünkü Ahilik veya Lonca Teşkilatı üyesi olmak da bunu gerektirir. Alıcı-satıcı, usta-çırak veya binici olalım. Her yaptığımız veya yaptırdığımız ve her sattığımız malı kendimize alıyoruz diye düşünmek ve işimizi düzgün yapmak zorundayız.
Sözün özü, toplumun diğer meslek gruplarında var olan ahlaki kokuşmuşluk bazı sanayi esnafında da var. O yüzden toplum şöyle, böyle diye oturup ahkam kesip dürüstlük abidesi bir görüntü sergilemeyelim. (İstisnalarımız kaideyi bozmaz. Bunlar her meslek grubunda azınlıktalar.)  Ahlaki dejenerasyon az veya çok toplumun tüm katmanlarına yani hepimize şu ya da bu şekilde sirayet etmiş durumda. Vah ki bize vah!

*03/07/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.