Ana içeriğe atla

Bakmak mı, Görmek mi? ***

Berberlere kısıtlamanın olmadığı yılların birinde saç tıraşı olmak için berber koltuğuna oturdum. Berber koltuğuna oturmuşsan berber seni rahat bırakıvermez. Bir taraftan tıraşını yaparken aynı zamanda olup bitenlerden haberler verir, ardından seni konuşturur. Çünkü piyasanın nabzının attığı yerlerden biri de berber salonlarıdır. Şuradan, buradan derken söz döndü dolaştı, havaların soğuk gittiğine getirdi berber. Mevsim kıştı zira. Zaten orta yerde konuşacak bir konu yoksa diğer konulara girmek için havalardan bahsedilir önce. Ardımda sıra bekleyen konuştu, berber konuştu. Evsiz barksız, odun, kömürü ve kıyafeti olmayanlara acınıldı. Mevsimine göre giyinmek gerektiği, bazılarının dekolte giyindiği belirtildi.

Tüm bu konuşmaları ben sessizce dinliyorum. Bana “Öyle değil mi arkadaş? Sen ne düşünüyorsun bu konuda dedi. Ben de üzerimdeki kıyafeti görüyorsunuz, alabildiğine giyindim. Bu halimle üşüyorum. Dışarıda bu havada dekolte giyinen bazıları, kuruma veya çalıştığı işyerine geldiği zaman “dondum” diyerek kendini kalorifer peteğinin yanına atar dedim. Ardından çalıştığım kurumda başımdan geçen bir anekdotu anlattım: Mart ya da nisan ayında derecelerin 17-18’i gösterdiği, hafif bir esintinin olduğu, güneşin kah açtığı kah kapandığı bulutlu bir gündü. Hizmetli odama gelerek kaloriferi yakayım mı dedi. Ben üşümüyorum. Arkadaşlara bir sor. Üşüyoruz diyorlarsa yakabilirsin dedim. Görevli az sonra odama geldi. Kimse üşüdüğünü söylemedi dedi. O zaman kalsın dedim.

İşimize koyulduk. İşe öğleden sonra gelen bir hanımefendi odama gelerek “Kaloriferin niye yanmadığını” sordu. Ben de sabah ki olup biteni kendisine aktardım. Bana olur mu? Üşüyoruz burada dedi. Bunun üzerine personeli üşütmeyelim diye birkaç saatliğine kaloriferleri yaktırdım. Kurumda bu personelden başka bayanlar da vardı. Onların üşümeyip bu hanımefendinin üşümesi normaldi. Çünkü alabildiğine dekolte giyinmiş, giydiği eteğin altına incesinden de olsa çorap bile giymemiş. Bu giyim ve kuşamı görünce “Mübarek! Keşke biraz iyi giyinseydin” demek geçti içimden. Ama söyleyemedim dedim. Benden sonra tıraş olmak için bekleyen, “Kadının çorap giymediğini nereden gördün. Ben bugüne kadar kimin ne giydiğine hiç bakmadım” demez mi? Bunun üzerine siz bakmayabilir veya görmeyebilirsiniz ama ben gördüm dedim.

Yedi yıl önce başımdan geçen bu anekdotu anlatmamın sebebi, 25 Haziran tarihli gazetemizde “İfrat ve Tefritte En Güzeli, Ortası Olmaktır” başlıklı yazıma M.G. rumuzlu bir okuyucumun, yazımın altına yaptığı şu yorumdur: “İnsan baktığını görür derler. Kendi adıma hiç göbeği açık kadın görmedim. Çünkü hiçbir kadının göbeğine bakmıyorum. Konuşmam gerekiyorsa da yüzüne bakıyorum. İnsanların göbeğinin açık olması da kimseyi ilgilendirmez”. Okuyucum bir hassasiyetini dile getirmiş. Konunun hassasiyeti, aynı zamanda beni itham etmesinden dolayı kendisine kısa bir cevap yazmak istedim ise de belki bu konuda başka okuyucularım da aynı kanaatte olabilir düşüncesiyle bu konuyu ayrı bir yazı konusu edinmek istedim. Yazım, salt kendisine cevap olmaktan ziyade genel bir değerlendirme olacaktır. Bu imkanı verdiğinden dolayı kendisine buradan teşekkür ediyorum.

Yazımı okumayanlar için kısaca özetleyeyim: Bazı hanımefendilerin göbeğini gösterdiğini, sanırım moda olduğunu, bu şekil olanlara yani modaya uyanlara baktığımız zaman ince belli yani zayıf olduklarını işlemeye çalıştım. Ardından giyim ve kuşamda ne çok açık ne de çok kapalı olmak yerine bunların ortasının daha uygun olacağını ifade ettim. Bu tespitte bulunurken de yazıma yarı mizah kattım. Baskı yok, ayıplama yok. Okuyucum, kusura bakmasın, bu durumu -sorun olarak- görmeyebilir, ben veya başkası bunu sorun olarak görebiliriz. Ben gördüklerimi ve herkesin bildiğini kendi üslubumla kaleme alıyorum. Yazarken de bir amme hizmeti görevi ifa ettiğimi düşünüyorum. Zira yazmaya başlarken kendimin ve toplumun dert edindiği her şeyi dağarcığım el verdiği müddetçe yazacağıma dair ilk yazım “Girizgah”ta da yer verdim. Görüşlerim, analizlerim, tespitlerim, öncelik ve hassasiyetlerim beni bağlar. Yazdıklarım yüzde yüz doğru tespittir iddiam hiç olmadı. Siz katılır veya katılmazsınız.

Yazarken de sadece bakmam. Aynı zamanda 2,75 gözlük numarama rağmen görürüm. Görmekle de yetinmem. Aynı zamanda gören gözlerimle fotoğrafını çekerim. Fotoğrafla da yetinmem. Aynı zamanda analiz eder, anlarım. (Görmek demek, seyretmek değildir.) Yeri gelir, konuşmalara kulak misafiri olurum. Okurum, konuşanı dinlerim ve ihtiyaç hissedersem yazı konusu edinirim. Durum bundan ibaret. Dinlerken de ne göbeğine bakarım ne de ayağına. Herkes gibi ben de yüzüne bakarım. Ama giyim-kuşam ve kılık-kıyafeti de dikkatimi çeker. Yani bakar kör değilim, trene bakar gibi de bakmam. Görürüm ama seyretmem.

Giyim-kuşamda herkes istediğini giyme özgürlüğüne sahiptir. Ama “İnsanlar kıyafetleriyle karşılanır. Fikirleriyle uğurlanır”. Ben de kişileri fikirleriyle tanımak isterim. Önemli olan da budur.

Yazıma son verirken kısaca bakmak ve görmek fiilinden de bahsedeyim. Çünkü zaman zaman bakmak ve görmek fiillerini birbirinin yerine aynı anlamda kullansak da bu kelimeler aynı anlamlara gelmez. Bakmak ile görmek arasında fark vardır. Bu konuda Eyüp Salih "İnsan bakar da baktığını göremeyebilir. Çünkü bakmak ve görmek birbirinden ayrı şeylerdir. Bakmak, göz organının yüzeysel bir işidir. Görmek ise aklın, mantığın, kalbin, gönlün, ruhun, birlikte bakmasıyla karar vermesi ile olur. Bakmak her zaman yetmeyebilir, görmeyi de bilmek işin aslı." der bir yazısında.

Sonuç olarak dünya sadece bakan gözlerden ibaret olsaydı, insanların -bu kadar- giyinmesine bile gerek kalmayabilirdi. Çünkü her bakma görme değildir. Bakan gözler olduğu gibi gören gözler de vardır. Üstelik gören gözler bakan gözlere oranla daha fazladır.

***27/06/2020 tarihinde Pusula haber gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde