22 Nisan 2020 Çarşamba

Evde Ramazan ***

Sayılı günler çabuk geçiyor. Geldi geliyor derken ramazan gelip çattı. 24.04.2020 günü Müslümanlar oruç tutmaya başlıyor. İmsak vakti, yemeden ve içmeden kesilmek suretiyle başlayacak olan bu maraton, bir ay boyunca 15 saati aşkın bir süre devam edip akşam gün tam batıncaya kadar sürecek ve 23.05.2020 günü akşamı, iftar vakti ile son bulacak.

2020 Ramazanı, diğer zamanlarda tutulan oruç gibi olmayacak. Gelişi de sessiz oldu, gidişi de sessiz olacak. Çünkü kaç aydır devlet ve millet, koronavirüs veya kovid-19 adı verilen tehlikeli ve sinsi bir salgınla imtihanda. Üstelik ne zaman gideceği de belli değil. Öyle bir salgın ki yaptığımız rutin ibadetlerden bile bizi ayırdı. Ne camiye gidebiliyoruz ne cuma kılabiliyoruz ne de insanlar bir araya gelebiliyor. Çoğunluk evlerine kapanmış vaziyette ve ibadetlerini evlerinde eda etmeye çalışıyor.

Salgın riski devam ettiğinden dolayı geleneklerimizde ayrı bir yeri olan cemaatle teravih namazı, camilerde cemaatle kılınamayacağı gibi ramazanla özdeşlemiş olan mukabele de camilerimizde icra edilemeyecek. Bu mukabele geleneğinden halkımız, dijital ortam vasıtasıyla yararlanabilecek. İftar davetleri de haliyle sekteye uğrayacak. Dışarıda çalışmak zorunda olan pek azımız hariç orucumuzu evlerimizde hapis hayatı yaşarken tutacağız. Bu senenin orucuna, evde ramazan adı verilse yanlış olmaz. Çünkü birbirimizle temas yoluyla geçen bu salgın bize bunu dayatıyor.

Salgının olmadığı sair ramazanlarda işinde gücünde olan birçok insanımız, keşke imkanım olsa da ramazanlarda iş yapmayıp orucumu evimde geçirebilseydim diye temenni ederdi. Hiç kimse böyle olağanüstü bir ortamı temenni etmiyordu ama virüs dolayısıyla bu temenni gerçekleşti. Çünkü çoğunluk evlerinde ramazanı geçirecek. Temennim odur ki evlerimizde karşılayacağımız bu ayın manevi ikliminden olabildiğince faydalanabilmektir.

Ramazanı ne şekilde geçireceğini insanımız çok iyi bilir. Tereciye tere satmak gibi olmasın ama bu ayda ne yapabilirim diyenler için bu konuyla ilgili birkaç kelam etmek isterim: Burada bu ayda zekat, fitre, ramazan kolisi dağıtma gibi yardımlaşmadan bahsetmeyeceğim. Bunları zaten bizim insanımız biliyor ve fakir fukaranın ihtiyacını bu ayda diğer aylara oranla daha fazla karşılıyor. Beş vakit namazdan da bahsetmeyeceğim. Çünkü beş vakit namaz da tıpkı oruç gibi yerine getirmemiz gereken boynumuzun borcu bir ibadettir.

Ramazan ayını diğer aylara sultan ve değerli kılan, bu ayda tutulan oruçtan ziyade Kur’an-ı Kerim’in bu ayda inmeye başlamasıdır. Yani Kur’an, bu ayda inzal olmaya başladığından dolayı bu ay, mübarek bir aydır. Bu durumda oruç tutarken en fazla hemhal olmamız gereken de Kur’an-ı Kerim’dir. Onu okuyacağız. Okumakla kalmayıp onu anlamaya çalışacağız. Bunun bir ileri aşaması da anladığımızı hayatımıza tatbik etmeye çalışmak olmalıdır. Çünkü çoğumuz Kur’an’ı sular seller gibi okuyor. En büyük sorunumuz, okuduğumuzu anlamamak ve hayatımıza tatbik etmemektir. Diğer zamanlarda iş yoğunluğundan dolayı okuduğumuzu anlamaya pek vakit bulamıyorduk. Evde geçireceğimiz bu vakit, Kur’an’ı anlamak için en büyük fırsat olacaktır. Çünkü dünyada en çok okunan kitap olduğu halde okuyucusu tarafından tam anlamıyla anlaşılmayan belki de tek kitap Kur’an-ı Kerim’dir. Allah, okuduğunu anlamayı ve anladığıyla amil olmayı bizlere nasip etsin. Okuduğumuz Kur’an, yaptığımız yardımlar ve tuttuğumuz oruçlar, inşallah bu salgın belasının üzerimizden, memleketimizden gitmesine bir vesile olur.

***23/04/2020 tarihinde Barbaros Ulu adıyla Pusula haber gazetesinde yayımlanmıştır.

21 Nisan 2020 Salı

Bu Tanrı Misafirini Ağırlamaya Kim Hazır?

                     "Dilimin ucuna bağla!"
Meteorolojinin pek takip edilmediği, takip edilse de yalancı kabul edildiği, eşeğin vazgeçilmez tek ulaşım aracı olduğu zamanın behrinde biri, bir başka köye ziyarete gider. Köylü, Tanrı misafirinin ziyaretinden pek hoşnut kalır. Onu hoş tutmak için misafirperverliğini gösterir, hizmette kusur etmez. Aynı hizmeti ahırda bağlı eşeğe de gösterirler. 

Bugün yarın derken gördüğü ilgi ve alaka karşısında misafir, ziyaretini uzatır. Artık gideyim derken kış aniden bastırır. Eski kışlardan bir kış olur. Yağan kar erimeden üzerine bir daha bir daha kar yağar. Yollar kapanır. Gidilecek gibi değildir. Misafir köyün misafirhanesinde, eşek de ahırda kala kalırlar. 

Köylü, hava muhalefetinden gidemeyen misafirlerine bakmaya devam eder. Tanrı misafiri ne de olsa. Sonra gidilecek gibi değil. Hem yollar kapalı hem de karın ardından gelen kuru ve soğuk ayaz da kışın olmazsa olmazı. Bu durumda karın erimesi beklenecek mecburen.

4-5 ayın ardından, nihayet karlar erimeye başlar. Kaç aydır köyün bir ferdi olan misafir, "Dostlar! Her şey için teşekkür ediyorum. Nice zamandır bana baktınız. Gördüğünüz gibi karlar erimeye başladı, yollar açıldı. Bu demektir ki bana yol göründü. Yolcu yolunda gerek. Karanlık bastırmadan köyüme varayım. Getirin şu eşeğimi" der. Köylüde içten içe bir sevinç belirir. Ama bu sevinci belli etmezler. Zira misafire ayıp etmiş olurlar. İçlerinden biri koşarak ahıra gider, yularından tuttuğu gibi eşeği getirir. 

Aylarca ekmek elden, su gölden yaşayan Tanrı misafiri, eşeğin yularından tutar, kendisini uğurlamaya gelen köylüyle tek tek kucaklaşır. (Çünkü o zamanlarda sosyal mesafe yoktur) ve "Kalın sağlıcakla!" der demez, köyün ileri gelenlerinden biri nezaketen "Kalsaydın" der. Elinde yular, eşeğe binmeye çalışan Tanrı misafir, bu sözden pek memnun kalır. Sözün sahibine döner: "Madem ısrar ediyorsunuz, kalayım. Eşeği nereye bağlayayım" diyerek eşeğin yularını uzatır. Beklemedikleri bu durum karşısında köylü dona kalır ve ne diyeceğini şaşırır. Ama Tanrı misafirine birinin bir şey söylemesi gerek. Söz de misafire kalaydın diyene düşer. Önce dilini çıkarır, eliyle dilini gösterir ve "Şudilimin ucuna bağla" diye cevap verir.

Misafir ne kadar kaldı, misafire kal diyene köylü ne yaptı bilinmez. Çünkü hikaye burada biter. Bilinen tek şey, misafir ekmek elden, su gölden, yaşamaya devam eder. Bir diğer bilinen, köylerde eskisi gibi misafirhane kalmadığıdır. Belki de köylerdeki misafir odaları bu misafirden dolayı tarih olmuştur.

Bayram değil, seyran değil, bu hikaye ne alaka demeyin. Benim için bu hikayenin tam zamanı. Çünkü malum her hafta sonu 30 büyükşehir ve Zonguldak'ta yaşayanlar sokağa çıkma yasağına alıştı. Üstelik bu sefer yasak katlamalı olarak 4 güne çıkarıldı. Bu demektir ki 23 Nisanda çocuklar gibi şen olmayacağım. İçim neşe de dolmayacak. Bu durumdan muzdarip olan ben, sokağa çıkma yasağına tabi olmayan illerimize göz kırptım. Buralarda yaşayan dostlarımdan da "Sizi şehrimizde ağırlamak isteriz" davetleri almaya başladım. Davetten öte bir ısrar gibi algıladım ben bu davetleri. Bu ilgi ve alaka beni fazlasıyla mesrur etmiştir. Bu ısrar karşısında bulunduğum şehirde daha ne kadar kalırım bilemiyorum. Her an için davet edildiğim şehirlere Tanrı misafiri olarak gidebilirim ve ben anlattığım hikayedeki Tanrı misafiri ile aynı familyadanım. Onun geleneğini devam ettirmek niyetindeyim. Zira geleneklerine bağlı ve bu gelenekleri yaşatmaya çalışan birisiyim. İstedim ki benim için ısrar kokan davetlerini dostlarım, bir daha gözden geçirsinler. Sonra kendi düşen ağlamaz. Benim için hava hoş. Zira ekmek elden, su gölden. Bu vesileyle paramı da tasarruf etmiş olurum.

20 Nisan 2020 Pazartesi

Özelliğimizi Ne Zaman/Nasıl Kaybederiz? *

Her bir insan özeldir. Bakmayın fiziki olarak birbirimize benzediğimize. Özel biri olduğumuz, çocukluğumuzda kendini gösterir. Bu tespitin doğruluğunu, birlikte yaşadığınız veya bir süre gördüğünüz küçük bir çocuğu izleyerek test edebilirsiniz. Gördüğünüz çocuk öyle güzel, öyle farklı ve orijinal sorular sorar, kendine özgü öyle cevaplar verir, öyle hareketler yapar ki şaşırır kalır ve hayranlığınızı ifade etmekten kendinizi alamazsınız. Çocuğun çok akıllı, zeki, farklı ve özel biri olduğunu anlarsınız. Sadece bu gördüğünüz değil, tüm çocuklar özeldir. Aslında biz büyükler de küçükken bu özel çocuklardan biri idik.

Küçüklüğünde, çocuğu özel kılan etkenlerin başında, aile ortamında teneffüs ettiği sevgi ortamı gelir. Çünkü hemen hemen her çocuk sevgi ile beslenir. Bu sevgi ortamı, çocuğun alabildiğine doğal davranmasını doğurur. Bu doğallıkta rol yoktur. Kişinin olduğu gibi davranmasıdır. Çocuk çikolata, oyuncak gibi küçük beklentiler dışında büyük beklenti içerisine girmez. Hata yaparsam dışlanırım, hayatım kararır endişesi taşımaz, başkası ne der demez. Gösterilen sevgi ve ilgiye paralel olarak içinden geldiği gibi konuşur ve hareket eder.

Kendisini izleyen büyüklere mutluluk veren, onları eğlendiren, onlara hoşça vakit geçirten bu özel çocuklar, büyüyünce nasıl birbirlerine benzemeye başlıyorlar? Her yönüyle özel olan bu çocuklar, büyüdükçe nasıl oluyor da alelade biri olup çıkıyorlar? Bu durumun enine boyuna incelenmesi gerekir. Bana göre “Ah, bir büyüsem, neler neler yaparım” diyen bu özel çocuklar, büyüdükçe hayatın öbür yüzünü görmeye başlıyorlar: Şiddeti, azarlanmayı, ayıplanmayı, dışlanmayı, yadırganmayı; mazeret üretmeyi, tembelliği, rahata düşkünlüğü, menfaat ve çıkarı; torpili, yalanı, haksızlığı, haksızlığa karşı sessiz kalınma gibi ne kadar olumsuz durum varsa görüyorlar. Aykırı hareket edenlerin, farklı görüş serdedenlerin ve yapılan haksızlıklara karşı çıkanların başlarına neler geldiğini de yaşayarak bir güzel öğreniyorlar. Tüm bunları düzeltemeyeceklerini, haksızlıklara karşı çıktıkları takdirde yalnız kalacaklarını, başkasının başına gelen akıbetin, kendilerinin de başına geleceğini düşünmeye başlıyorlar ve büyüdüklerine pişman oluyorlar. Ardından hesap kitap yapmaya başlıyorlar. Şöyle yapar veya böyle yaparsam dışlanırım, ayıplanırım. Ne olur ne olmaz, başıma bir şey gelir, hedef ve beklentilerimi gerçekleştiremem endişesiyle, kendisini farklı kılan ve özel olmasını sağlayan yönlerini törpülemeye başlıyorlar. İçlerine sinmese de uydum kalabalığa diyerek sürü psikolojisi ile hareket etmeyi yeğliyorlar. Bu endişe ve korku; kişiyi önce sessizliğe büründürüyor, ardından bulduğu sürünün içine itiyor ve bir müddet sonra sürüye uyum sağlıyor. Tüm bu süreç, kişiyi kendisi olmaktan uzaklaştırıyor, onun özel kişiliğini yok ediyor ve milyonlarca kişiden biri haline getiriyor. Çocukluğundaki özel çocuğu ara ki bulasın.

Sürünün bir parçası olduktan sonra önlerine konan ev ödevi; önünde bulduğu yerleşik düzene karşı çıkmamak, sürüden ayrılmamak, büyüklerin gittiği yoldan gitmek, onların dediğini ve yaptığını yapmak, su akarken -kazan kazan prensibi gereği- testiyi doldurmaktır. Ait hissettiği kişi, grup, camia her kim ise kendinden hiçbir şey katmadan onların görüşlerini savunmak ve yaymaya çalışmaktır.

Bir gün tüm yaptıklarından pişmanlık duyup gittiğim yol, yol değil; ben özüme, gerçek kişiliğime döneceğim dese de başarılı olamaz. Çünkü alelade bir insandır artık.

*27/04/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.