27 Haziran 2019 Perşembe

Partilerine En Büyük Zararı Veren Kesim

Yenilenen İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimlerinin ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan, partisinin grup toplantısında belediye başkanlığını kazanan adayı tebrik ettikten sonra İstanbul seçim sonuçlarıyla ilgili konuşurken "Bizim siyaset anlayışımızda millete küsmek, milleti suçlamak asla ve asla yoktur...Milletimizin verdiği mesajları görmezden gelerek kulağımızın üstüne yatamayız" değerlendirmesini yaptı.

Sayın Erdoğan, kendi partisinden belediyeyi alan rakip partinin tebrik ederken bu adaya oy veren seçmene ne kızıyor ne küsüyor ne de nankörlükle suçluyor. 2002'den beri yapılan her hizmette pay sahibi biri olmasına rağmen kaybettiği bir seçim sonucuna "Sandıktan çıkan başımın tacı" diyor. Ki olması gereken de bu. Nasıl ki kazandığımız zaman sandıktan çıkanı kabul ediyorsak kaybettiğimiz zaman da sandıktan çıkanı kabul etmek zorundayız. Sayın Erdoğan böyle diyor ama sevenlerinin bir kısmı bu durumu nankörlük olarak değerlendiriyor. Değerlendirmekle kalmıyorlar. Durmadan sosyal medya aracılığıyla bu ithamlarını paylaşıyorlar.

Bence Erdoğan ve partisini savunuyorum veya savunacağım diye partilerine en büyük zararı bu kesim veriyor. İşin esas başındaki "Sandıktan çıkan başımın tacı" derken Erdoğan'ı desteklediğini sanan bu zevat kraldan daha fazla kralcılık yapıyor. Bu tiplere şimdilerde trol deniyor sanırım. Bir an düşünelim ki bu tipler partilerini ve liderlerini çok seviyorlar, desteklerini bu şekilde gösteriyorlar. Kusura bakmasınlar ama ben bunların bu yaptığını, efendisini çok seven ayıya benzetiyorum. Bilmeyenler için hikayeyi kısaca anlatayım: 

Efendisini çok seven bir ayı, onun etrafından hiç ayrılmaz. Onu esen rüzgardan bile kıskanmaktadır. Sevgisi  o kadar aşırı ki aşkı, gözünün önünü göremeyecek şekilde kör etmişti. Onun sevgisi efendisinin de hoşuna gidiyordu. Yine bir gün  efendisi, dinlenmek için ağacın altında istirahat etmeye çekilmişken onu rahatsız eden karasineği, ayı eliyle kovalar. Sinek bu. Kovaladıkça tekrar tekrar gelir. Sonunda sinek, gözü gibi koruduğu efendisinin alnına konar. Ayı, efendisini bir daha rahatsız etmesin diye eline koca bir kaya parçasını alır, sineği öldürmek için efendisinin alnındaki sineği hedefler ve taşı atar. Sonuç mu? Tam isabet, sinek ölür. Tabii efendisi de..."

Kıssadan hisse çıkartırsak burada kimse ayının niyetini ve gerçek sevgisini sorgulayamaz. Ayı samimi mi samimi… Fakat gel gör ki bu iyi niyeti, efendisine en büyük zararı vermiş ve onun ölümüne sebebiyet vermiştir. Günümüzde Erdoğan'a destek verdiğini, onu sevdiğini zanneden bu trollerin, bu fanatiklerin bu sevgi ve destekleri, ayının efendisine olan gözleri kör eden sevgisinden başkası değildir maalesef.

Anlatmaya çalıştığım bu durum sadece AK Parti ve Erdoğan için geçerli değildir. Diğer tüm siyasi partilerimiz de zaman zaman aynı durumla karşılaşmaktadır. Öyle zannediyorum her partinin kendi fanatikleriyle başı derttedir. Özellikle CHP'nin ağzı geçmişte çok yanmıştır. Onların da fanatikleri, kendilerine oy vermeyenleri "sıkma baş, bidon kafalı, cahil..." olarak görmüşlerdi. Rakipleri tarafından kullanılan bu durum CHP'yi hep zor durumda bırakmıştır. 

Kendisini AK Partili, CHP'li veya başka partiden gören kim varsa eğer partilerini çok seviyorlarsa bu yaptıkları paylaşımlar iş değildir. Sevdikleri partilerine oy vermeyen seçmen ne bidon kafalıdır ne nankör ne de başka bir şey. Demokrasiye inanıyor ve sandığın çözüm mercii olduğuna inanıyorsak ilk önce vatandaşın tercihine saygı duymayı öğrenmemiz lazım. Bence partilerini savunduğunu sanan bu zevat, kendi partilerine zarar veriyor. Bu tipler partilerini çok seviyorlarsa sandığa gidip oylarını versinler, başka da bir işe karışmasınlar. Çünkü bu tipler iş yapmaktan ziyade çiş yapıyorlar. Bu tipler bizim de partimize bir katkımız olsun diye paylaşım yapıyor ve yazıp çiziyorlarsa en iyisi hiç gölge etmemeleri…

26 Haziran 2019 Çarşamba

Milletimizin Feraset ve Basireti ***

Bizim kadar vatandaşın hakemliğine müracaat eden, erken seçim kararı alıp sandığa giden, siyasetle yatıp siyasetle kalkan ülke -öyle zannediyorum- yoktur.  Son iki yılda yaptığımız seçim sayısı bile bizim sandık konusunda şakamızın olmadığını gösterir.

Niçin çok seçime gidiyoruz? Vatandaş çok istediğinden midir? Hayır. Ne zaman ki ülke siyaseti tıkanır, siyasi kriz çıkar, vatandaşın hakemliğine başvurulur.

Vatandaş siyasi krizi çözebiliyor mu? Hem de en alasından. Seçmen sandıkta bazen daha fazla bölünerek siyasilerimize yeni bir denklem önerir. “Buyurun aranızda anlaşın, uzlaşın. Zira demokrasi bir uzlaşı kültürüdür” der. Siyasi partiler bu denklemi çözemeyince bu millet siyasi partilerin beceremediğini yapar, uzlaşmaya yanaşmayanları ya da millete kendi dediğini dayatanları cezalandırarak tıkanan siyasetin önünü açar. Bazıları bu millete cahil, balık kafalı, ne anlar siyasetten dese de ben bu milletin feraset, basiret ve öngörüsüne daima güvenmişimdir. Asla baskıya gelmez, aba altından sopa gösterilmesine tahammül etmez. Üstelik balık hafızalı falan değildir.  Doğru veya yanlış bir karar verir ama hep mağdurun, dışlananın yanında yer alır. Hoşumuza gitse de gitmese de mutlaka çözer. Bu işi yaparken de partilerini iyi gününde, kötü gününde destekleyen ve siyasi görüşünü değiştirmeyen seçmenlerle yapmaz. Yüzergezer dediğimiz kararsız seçmen ile yapar. Bu seçmen kitlesinin içine tepki oylarını ve her seçimde siyasi düşüncesini değiştiren seçmenleri de dahil edebiliriz. Bu tür seçmen ne tarafa el verirse ülke siyasetinin önü açılır. İyi ki böyle seçmenlerimiz var. Bu tür seçmen kitlesi olmasa biz her seçimde bir önceki oyumuzu oylarız. Üç aşağı, beş yukarı aynı sonuç çıkar ki bu da ülke siyasetinin önünü açmaz, sürekli siyasi bunalım içerisinde olurduk.

Ne demek istediğimi birkaç örnekle açmak istiyorum: 80 ihtilalından sonra yapılan genel seçimlerde vatandaş, Kenan Evren’in yönlendirmesine ve tehdidine boyun eğmemiş ANAP’ı iktidara taşımıştır. 94 ve 96 yıllarında ülkede söz sahibi olanların RP’sini dışladığı ve ötekileştirdiği bir atmosferde bu millet RP’sine önce belediyeleri, ardından koalisyonun büyük ortaklığını tevdi etmiştir. Okuduğu bir şiir yüzünden yoktan bir gerekçe ile belediye başkanlığından indirilip siyasi yasaklı kılınarak cezaevine gönderilen hareketin lideri Recep Tayyip Erdoğan’ın haksız yere mağdur edilmesine bu millet, 2002’de AK Parti’ye tek başına iktidarı kurma görevi vermiş ve 90’lı yılların koalisyonlu dönemlerini sona erdirmiştir. 7 Haziran 2015 seçimlerinde vatandaş, AK Parti’ye hoşnutsuzluğunu göstermek amacıyla sarı kart göstermiş, en fazla oyu vermesine rağmen iktidarı tek başına kurma görevini elinden almış, hükümeti kurmak için yanına bir ortak bul veya diğer partiler hükümet olsunlar istemiştir. Mecliste grubu bulunan partiler, hükümeti kurmayı beceremeyip 5 ay sonra 1 Kasım’da yeniden vatandaşın hakemliğine gidildiğinde bu millet, yüzde 41’e düşürdüğü AK Parti’nin oyunu yüzde 49,5’a yükseltmiş ve yeniden tek başına iktidar olmasını sağlamıştır.

31 Mart belediye seçimlerine gelindiğinde bu millet, başka nedenlerle birlikte en belirleyici olarak ekonomideki daralmanın faturasını hükümete çıkararak bazı büyükşehirleri Ana Muhalefet Partisine vererek “Hükümet namzedimsin, çalış, kendini göster, becerebilirsen başımın tacısın” demiştir. Ben bu durumu, oynanmakta olan bir futbol maçının sonucunu değiştirebilecek bazı futbolculara teknik direktörün saha kenarında ısınma hareketleri yapma görevi vermesine benzetiyorum. İhtiyaç olduğunda ilk on bire alacaktır.

İptal edilen ve tekrarlanan İstanbul seçimlerine gelince bu millet, seçimin yenilenmesine sıcak bakmamış, tepkisini sandıkta göstererek mağdur edildiğine inandığı Ekrem İmamoğlu’na daha fazla oy vererek yeniden seçilmesinin önünü açmıştır. 

Verdiğim örneklerde görüleceği gibi bu millet, futbol takımı tutar gibi siyasi partilere oy vermiyor. Zira bu millet 80 öncesinin sabit fikirli ve oyunu değiştirmeyen vatandaşı değildir. Hiçbir partiye karşı da bir önyargısı yoktur. ANAP, SHP, DYP, RP, DSP, MHP, AK Parti olacak şekilde 90'lı yıllardan beri iktidar el değiştirmiştir. İşte ben bu iktidar değişimlerine bu milletin feraseti ve basireti diyorum. Kim bu halkı okur, derdi ile dertlenir ve sorunlarını çözebileceğine ikna eder ise bu halk, onu baş tacı yapar. Kendini okuyamayanı ya sıfırlar ya da yedek kulübesine gönderir, orada bekletir.

***29/06/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

23 Haziran 2019 Pazar

Yenilginin Daha Büyüğünü Tatmak ***

Girdiği her yarışta galip gelerek hep kazananlar için en zor gelen ilk mağlubiyeti tatmasıdır. Bu mağlubiyetin daha büyüğü ise mağlubiyetin üzerine ikinci bir mağlubiyeti almaktır. 

Hiç mağlup olmayanların aldıkları ilk yenilgide yapmaları gereken, ilk mağlubiyeti bir yol kazası olarak kabul etmeleri, yanlışlarıyla yüzleşmeleri ve yanlışlarını telafi etmiş bir şekilde sonraki yarışlara hazırlanmalarıydı. Ama böyle yapmayıp ilk yenilgiyi kabul etmemek ve itirazlarla yarışı tekrarlatmak, her halükarda bu yarışı kazanmalıyım diye yarışa asılmak ve yarışı kazanmak için ilke ve prensipleri bir tarafa bırakıp tasvip görmeyecek yollara tevessül etmek ve bunlardan medet ummak tabiatı zorlamak demektir. Böylesi bir durumda galibiyet gelirse ne ala! Hak yerini buldu, yol kazasıydı, telafi edildi denir. Galibiyet değil de net bir mağlubiyet alınırsa ortaya çıkan bu mağlubiyet, yenilgilerin en büyüğü olur. Bu durum mağlubiyeti iyice tescillerken rakibin gücünü de olduğundan daha fazla büyütmüş olur.

İş bittikten sonra akıl vermek gibi olmasın ama bence yapılması gereken;
*İlk yol kazasını kabullenmek ve hazmetmekti. Zira yarışa çıkan hep galibiyeti hedeflerken mağlubiyeti de hesaba katması gerekir. Çünkü yarışın doğasında yenmek kadar yenilgi de vardır. Yenilgi de dünyanın sonu değildir. Bir yenilir, daha sonra yenersin.
*Daha önce nasıl kazanıyordum? Şimdi niçin kaybettim, nerede hatalar yaptım diye kendisiyle yüzleşmekti.
*Ortaya koyduğu hata ve yanlışları gidermeye yoğunlaşmaktı. Somut adım atmadan sadece “Mesajı aldık” demek yeterli değildir.
*Rakibini bir başka yarışta yenmek için kendisini yenilemeliydi.
*Yarışa çıktığı aktörlerden yeterli gelmeyenleri geri plana çekerek oyunu lehine çevirebilecek ekiplere ve yeni yüzlere yer vermeliydi.
*Rakibe tepeden bakılmamalıydı, küçümsenmemeliydi ve acemi olarak görülmemeliydi. Çünkü rakibini küçümseyen hiç kimse bugüne kadar galip gelememiştir.
*Rakibine mağdur olduğu hissi verilmemeliydi.
*Rakiple eşit şartlarda yarışılmalıydı.
*Rakibin karşısına çıkarılan rakibin kendisine saygı duyulmalıydı. Adaylar kendi arasında rekabet edebilmeliydi.
*Rakibe karşı nezaket ve centilmenlik elden bırakılmamalıydı, belden aşağıya vurulmamalıydı.
*Yarışta soğukkanlılık ve sağlıklı düşünmek hiç elden bırakılmamalıydı. Çünkü sağlıklı düşünülmezse yapılan hatalar dağ gibi büyür.

Yapılması gerekenleri çoğaltabiliriz. Yazımızı şu ayetlerle nihayete erdirelim. Bu ayetler sünnetullah adı verilen Allah’ın kanunlarıdır ve değişmez.
"...Bir toplum kendilerindeki özellikleri değiştirinceye kadar Allah, onlarda bulunanı değiştirmez..." (Rad 11)
"...Allah, bir topluluğa lutfettiği nimetini, onlar kendilerini değiştirmedikçe değiştirmez..." (Enfal 53)
“Ey iman edenler! Siz kendinizi düzeltin. Siz doğru yolda olursanız, yoldan sapan kimse size zarar veremez.” (Maide 105)  

***25/06/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.