11 Mart 2019 Pazartesi

İyi ki Varlar! ***


Bazı insanlar vardır, sözünü budaktan esirgemez. Doğrucu Davut görevi yaparlar toplumda. Birileri kınarmış, ayıplarmış, işimden olurmuşum, dışlanırmışım diye bir endişe taşımazlar. Konuşurken ve yazarken fincancı katırlarını ürkütürüm demezler. Ucu kime dokunursa dokunsun, herkes ayağını denk alsın derler. Hiç rızık endişesi taşımazlar. Haksızlığa karşı tahammülleri yoktur. Hemen mağdurun yanında yer alırlar.

Çoğul eki kullanıyorum. Sayıları çok anlaşılmasın. Toplumda bir elin parmaklarını geçmez bunlar. Sayıları az olsa da iyi ki var böyleleri! Birileri mağduriyet yaşadığı zaman seslerini bunlar yükseltir, konuyu köşelerine taşırlar.

Belli güç merkezlerinin hoşuna gitmese de halk tarafından sevilen ve sayılan kişilerdir bu tipler.

İmkanları çok mu iyi bu tiplerin? Sanmıyorum. Kiminin sadece bir gazete köşesi var, kiminin yazdığı kitapları. Kendi yağıyla kavruluyorlar dense yeridir.

Bu tiplerin bu şekilde cesur olmasının nedeni herhalde sırtlarında yumurta küfesi olmadığındandır. Geldikleri yere veya yaptıkları işe kimseye eyvallah etmeden gelmişlerdir. Yani hak ederek gelmişlerdir. Menfaat bağıyla birilerine bağlı değildirler. Kimseye minnet borçları yoktur.

İçimizde birilerine haksızlık yapıldı diyen milyonlar var. Ama bunlar sessiz milyonlardır. Asla haksızlık yapıldı diye ortaya çıkmazlar. Sessiz kalmayı yeğlerler. Çünkü konuşursam ne olur, ne olmaz, ekmeğimle oynarlar endişesini taşırlar. Bulundukları statünün yok olacağını düşünürler. Ayrıca geldikleri yere birilerinin yardımıyla geldiklerini bilirler. O yüzden haksızlık yapıldıklarını bildikleri halde mağdurun yanında görünmedikleri gibi aynı karede de yer almak istemezler. Kendilerini güce teslim etmiş kişilerdir bunlar. Rızık, makam ve statü endişesi taşırlar, ağrımaz başım ağrısın istemezler...

Mağdurun en çok zoruna giden de başına gelenden ziyade dün sorun yokken yanında olan dostlarının bugün sessiz kalmalarıdır. Zaten ne çekiyorsak gölgesinden korkan bu sessiz yığınlardan çekmiyor muyuz?

Milyonlarca iyi olup sessiz yığınlar olacağımıza sesini yükselten birkaç cesura destek olsak göz göre göre birilerine haksızlık yapılmaz. Ama maalesef mağdurun yanında yer alamıyoruz.

Sessiz pasif milyonlara rağmen iyi ki sesini çıkaran, bu kadar da olmaz diyen birkaç aykırı ses gönlümüze su serpiyor, derdimize tercüman oluyor. Bunlar bedeli ne olursa olsun, dilsiz şeytan olmayı tercih etmeyenlerdir. İyi ki var böyleleri! Allah sayılarını artırsın.

Konu buraya gelmişken Ebu Zer el-Gıfari’yi anmasak olmaz. Günümüzde ne de çok ihtiyacımız var Ebu Zer el-Gıfari gibi misyon üstlenecek kişilere. O ki yaptıklarından dolayı Hz Osman’a da karşı çıkmış, Muaviye’ye de. Hep yalnız kalmış, yanlış yaşamış ve yalnız gitmiş. Allah razı olsun kendisinden.

***14/03/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.



10 Mart 2019 Pazar

İçimizde Hakkı ve Doğruyu Söyleyen Bir Kesim Olmalı ***

Nasıl ki vücudumuza zaman zaman bir hastalık sirayet eder. Biz bu hastalığı ağrı veya sızı ile biliriz. Bazen de vücut zayıf düşer, yatağa duçar oluruz. Bu durumda vücudu kendi haline bırakmaz, tedavi için olması gereken tüm yollara başvururuz. Sahasında uzman bir hekimi arar, buluruz. İlk muayenesinden sonra hekimin istediği tahlil ve tetkikleri yaptırırız. Eldeki veri ve sonuçlara göre doktor bize bir tedavi yöntemi uygular: Ya ilaçla tedavi önerir ya da cerrahi müdahaleye karar verir. Tedavinin sonuç verip vermediğini kontrol için doktor, bizi bir müddet sonra tekrar kontrole çağırır. Hastalığımız iyileşmeye yüz tutmuşsa doktor aynı tedavinin devamına karar verir. İyileşme söz konusu değilse farklı tedavi önerir. Biz bu doktorun tedavi yöntemi bize fayda vermeyeceğine kanaat getirirsek gerekirse başka bir doktorun kapısını çalarız. Tüm çabamız hastalıktan şifa bulmamız üzerinedir.

Ben toplumları da insan vücuduna benzetirim. Nasıl ki vücut hastalanıyor ve teşhis ve tedaviye ihtiyaç duyuyorsa toplumlar da ekonomik, siyasi, sosyal, ahlaki, dini vb. yönden zaafa düştüğü zaman hastalanabilir, teşhis ve tedaviye ihtiyaç duyar. Vücudun hastalanması biyolojik bir yasa ise toplumların hastalığı da toplumsal bir yasadır. Buna Allah'ın kanunu/sünneti anlamında sünnetullah diyoruz.

Vücudun hastalığına ağrı-sızı dolayısıyla zamanında müdahale edebiliyor ve derman arayışına girebiliyorsak toplumların hastalığında da tedavi için bir arayışa gireriz. Fakat toplumsal hastalığın farkına birden varamayabiliriz. Biz farkına vardığımız zaman hastalık kronikleşmiş ve toplumun çoğuna sirayet etmiş olabilir. Hastalık durumuna göre vücudun tedavi süreci de uzun ve masraflı olabilir. Fakat toplumların tedavisi çok daha uzun bir zamana gereksinim duyar. Tıpkı vücudun hastalığında tedavi için hastanın onayı gerekiyorsa toplumların hastalığında da toplumun onay ve tasvibi gerekir. Değilse tedavi ve çözüm fayda vermez.

Vücudun hastalığında kime ve nereye müracaat edeceğimizi biliyoruz. Ya toplumsal zaaf ve hastalıklarımız için kime ve nereye müracaat edeceğimizi biliyor muyuz? Biliyorsak da önerilen tedaviyi kabul edebilecek miyiz? Çünkü toplumsal hastalıklarda işin içerisine nefis, menfaat, inanç ve değerler girebiliyor.

Toplumsal hastalık ve zaaflarımızdan kurtulmak için bizim hekimlerimiz kimlerdir? Bunun cevabı, biyolojik hastalıklarda olduğu gibi doktor ve hastaneler değildir. Toplumsal hastalıklara çözüm önerecek kişiler de toplumun içerisinde yaşayan kişilerdir. Bunlar duruma göre toplumun dertlerini dert edinen bilim adamları, yazar ve çizerler, din alimleri vs olmalıdır. Aydın diyebileceğimiz bu kişilere bu görevi Ali İmran süresi 104.ayetin mealinde Allah: “Sizden, hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa erenler onlardır.” demek suretiyle bir misyon yüklemektedir.

Toplumda herkesin sustuğu, susturulduğu, korku dağlarının yaratıldığı, konuşanın dışlandığı bir ortamda, mağdurların hakkını arayacak ve dile getirecek, onların sesi olacak yazar-çizer ve konuşanlar bulunmalıdır. Parolamız “Susma! Sustukça sıra sana gelecek” olmalıdır. Ahlaki dejenerasyonun önüne geçmek için birileri inisiyatif almalıdır. Gerekirse bu konuda bedel ödenmelidir. Herkes “ne olur, ne olmaz, bana dokunmayan yılan bin yaşasın, bana ne, dünyayı ben mi kurtaracağım” derse toplumdaki bu hastalık üzüm üzüme baka baka kararız misali bir gün bizi de karartır. Kendimizi karartamasa bile ailemizden bireylere sirayet eder. Çünkü bu hastalık bir vücudun hastalığına benzemez. Tüm toplumu bir çöküntüye götürür. Bu da sonumuz demektir.

Dikkat! Hırslarımız, kendimizle beraber toplumu da yok edebilir. En azından insanlar yazıp çizsin, konuşsun. Yazılıp çizilenlere sadece toplumun değil, kendimizin de ihtiyacı olabilir.

***12/03/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

Pasif İyiler İnisiyatif Alamaz? (2)

Malumunuz Sakarya Milli Eğitim Müdürlüğünün psikolojik danışman ve rehber öğretmenlere yönelik olarak düzenlediği seminerin konuğu, uygulamalı psikoloji alanında (klinik psikoloji) kariyer yapmış ve Prof. olmuş Üstün Dökmen’dir. Sayın Dökmen seminerin ilerleyen safhasında kimlerin rehber öğretmen olamayacağını örneklendirirken “Başörtülü birinden rehber öğretmen olamaz” diyerek ağzındaki baklayı çıkarıvermiş. Kendisini dinleyen bir kısım öğretmen bu söze -haklı olarak- tepki gösterir ve salonu terk eder. Kendisi de başörtülü olan Milli Eğitim Müdürü, programın bitiminde seminere katkısından dolayı plaket sunar.

Sayın Dökmen’in bilimsel olmayan değerlendirmesi bir tarafa Sayın MEM Müdürünün verdiği plaket işin tuzu-biberi oldu. Tüm Türkiye Üstün Dökmen’e tepki gösterirken aynı zamanda kendisine plaket verilmesine tepki gösterdi. Yani Sayın başörtülü müdirenin tepki göstermemesine tepki gösterdi. Gelen tepkiler üzerine müdür “Kendisinin de başörtüsü mağduru olduğunu, Sayın Dökmen’in konuşmasını dinlemediğini ve bu konuda kimsenin kendisini bilgilendirmediğini…” açıklasa da satır aralarında açıklamaya muhtaç müphemlikler var. Burada niyetim olayın iç yüzünü irdelemek değil. Çünkü bu olayın iç yüzüne girersek düşüncesi belli birinin uzman diye çağırılmasından başlamak lazım işe. Sonra bir Mlli Eğitim Müdürünün ne konuştuğunu bilmiyordum, salona konuşmanın bitiminde geldim demesi onun masumluğuna karine olamaz. Kendisi yoksa mutlaka misafiri dinleyen bir yardımcısı vardır orada. Eğer onlar müdireyi bilgilendirmediyse o zaman Sayın Müdire, başta yardımcıları olmak üzere ekibini iyi seçememiştir.

Burada Sayın MEM Müdürü iyidir-kötüdür, çalışıyordur-çalışmıyordur, koltuğunu dolduran biridir-değildir üzerinde durmayacağım. Kişilik olarak kendisi çok iyi biri olduğu gibi çalışkan bir müdür de olabilir. Yazımın birinci bölümünde anlattığım anı üzerinden dindar-mütedeyyin kesimin geneli hakkında genel bir şeyler söylemek istiyorum. İstisnaları olmakla beraber bu kesim, çoğu zaman olaylar karşısında tepkisiz kalır, yerinde ve zamanında tepki göstermez. Bu kesimin en büyük handikabı budur. Konuşan, hoşuna gitmese de kolay kolay tepkisini dile getirmez. Arkasından konuşur, beğenmediğini söyler. Ama karşısında dut yemiş bülbüle döner. Hele son zamanlarda idareci atama hususunda ehliyet ve liyakat yerine getirdiğimiz sadakat kriteri tepkisiz birey olmak demektir. Çünkü müdür seçerken biz, yanlış yapsak da bize karşı çıkmayacak insanları öncelikli olarak atıyoruz. Böyle biri, yapılan bir haksızlık karşısında nasıl tepki gösterebilir?  Ben bu kesime pasif iyi diyorum. Haksızlık karşısında sesini çıkarmaz. Buna ne olur-ne olmaz, başıma bir şey gelir korkusu da denebilir. Değer mi bir koltuk için susmaya, kişiliğinden ödün vermeye?

Halbuki biz “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” sözüyle büyümüş bir nesiliz. Fincancı katırlarını ürkütmeyeceğiz hesabı yapmamalıyız. Tepki, yerinde ve zamanında verildiği takdirde bir anlam ifade eder. Böyle olacak ki adam konuştuğuna pişman olacak, bir daha da böyle herzeler yemeyecek. Bizim bu sessizliğimizle birkaç yıl sonra Sayın Üstün Dökmen, “Ben başörtülülerden rehber öğretmen olamayacağını beni davet eden başörtülü bir milli eğitim müdürünün gözünün içine bakarak söylemiş kimseyim” demeyeceği ne malum?

Son söz, burada Sakarya’daki olay güncel olduğu için bu örneği verdim. Maalesef çoğu yerde tepkisiz kaldığımız doğrudur. Artık dindar mütedeyyin kesim, haksızlık karşısında sesini yükseltmeli, inisiyatif alabilmelidir. Yoksa üzerimize daha çok gelirler. Gözümüzün içine baka baka bize hakaret bile edebilirler.