24 Şubat 2019 Pazar

Ülkeleri Kimler Yönetiyor?

İstisnaları olmakla beraber ülkeleri, seçilen başkanların yönettiğini düşünmüyorum. Çünkü iktidar olmak başka, muktedir olmak başkadır. Hemen hemen her ülkede adına derin devlet diyebileceğimiz yapılar var. Bu derin yapılar da emirleri, ülkesi dışında dünyaya dizayn veren kişilerden alırlar. Ben ülkemi yöneteceğim diye iktidara geçen başkan, bilerek veya bilmeyerek ülkesindeki derin yapının boyunduruğu altına girer. Kendisine biraz serbest alan bırakılmakla birlikte hazırlanıp önüne konan senaryoyu oynar. Senarist kendisi değildir. Yapacağı tek şey senaryoyu oynayarak halkı ikna etmeye çalışmaktır. Bu işleri yapan, hazırlayan ve yürürlüğe koyan benim rolünü oynar. Yoksa iktidarda kalması mümkün değildir.

Devletlerdeki derin yapı bazen asker, bazen sivil bürokrasi, bazen kurumlar olabiliyor.

Ülkeye hizmet edeceğim, haksızlık ve hukuksuzluğun önüne geçeceğim diye ekibiyle birlikte iktidara gelen, ülkelerin derin devleti tarafından terbiye edilmeye çalışılır. Önce devlet geleneği şöyledir şeklinde etkileme yoluna gidilir, şayet çizgiden çıkılırsa asker ülkeye el koyacak korkusu yayılır. Oluşturulan algılarla iktidarın halk desteği kesilmeye çalışılır. Hiçbiri fayda vermezse başkanı etkileyen ekip ile başkanın arasını açma, aralarına duvar örme işine girişilir. Ekip sarı inek misali teker teker harcanır. Gidenlerin yerleri başkalarıyla doldurulur. Başkanın etrafında yine bir ekip olmaya devam eder ama bu ekip yenidir. Başkan bu şekilde yalnızlaştırılır. Artık etrafında kendisini sürekli alkışlayan ve yanlışlarını söylemeyen yeni bir ekip vardır. Başkan bunlara pek güvenmese de yapabileceği bir şey yoktur. Yalnızlara oynar.

Koca bir devleti yönetmek için tek başına başkan ne yapabilir? İstişare edebileceği kimse de yoktur. Çünkü etrafındakiler istişare edilmeye layık değildir. Üstelik çoğu çıkarı için oradadır. Nemalandıkları müddetçe de başkanı korur, kol-kanat gererler. Ama bu yeni ekip, başkanla halkın arasında aynı zamanda bir duvar görevi görür. Alttan girerek üstten çıkarak icraatlarında başkanı etkilemeye ve yönlendirmeye çalışırlar. Olup biteni kendisine oy veren halk garipsese de anlamaya çalışır. Bakar ki işler düzgün gitmiyor. Bu yapılanlardan başkanın haberi yok demeye başlar. Çünkü olup bitenler hoşuna gitmese de halk, başkandan daha umudunu kesmemiştir. Bir gün elini masaya vuracağı ve olumsuzluklara neşter vuracağı ümidini taşır. Bir müddet sonra halk, başkanın başkalarının emrine girdiğini fark ettiği zaman iş işten geçmiş olur. Çünkü başkan yeni derin devlet tarafından kuşatılmıştır. Belki de derin devletin kendisi olmuştur. Ama farkında değildir.

Anlatmak istediğim ülkelerin yönetim ve siyaseti halk tarafından seçilmiş bir başkana bırakılmayacak kadar ince bir iştir. Dünyaya ve devletlere yön veren zinde güçlerin elinde halk bir figürandır, iktidara gelen de senaryoyu yazanların elinde biçilen rolü oynayan bir aktördür. Biz sadece halka bakarız, bir de halkın getirdiği iktidara. Bence oy vermenin ötesinde demokrasiye başka bir katkısı olmayan ve demokrasinin elinde bir figüran olan halk ile senaryoyu oynayandan öte senaristlere bakmak lazım. Çünkü senaristler için ülkeler halka ve senaryoyu oynayanlara bırakılmayacak kadar önemlidir.

Gellaba!

Küçüklüğümde evlenen amca, dayı, ağabey veya erkek kardeşin hanımlarına ne dememiz gerektiğini büyüklerimize sorduğumuzda bize “gellaba” diyeceksiniz derlerdi. Biz de bizden büyüklere “Gellaba hoş geldin, nasılsın” şeklinde hitap ederdik. Böyle derdik ama bu kelimenin ne anlama geldiğini de bilmezdik. Üstelik söylenişi biraz zordu. Kendi içimde acaba bu kelimenin “gellaba mı, genlaba mı yoksa gelnaba mı” olduğu konusunda tereddüt ederdim.

İlkokulu bitirip şehre okumaya gelince bir akrabamın evini ziyaret ettim. Akrabanın hanımı bana hoş geldin dedi. İyi de bu akrabanın hanımına ne diyecektim? Köyde öğrendiğim şekliyle gellaba dedim ama biraz kaba kaçmış olmalı ki gellaba dediğimi biraz garipsediğini hissettim. Dedim ki buralarda gellaba denmiyor. O zaman ne denecekti?

Yenge dendiğini öğrenmem uzun sürmedi. Yenge demenin hem telaffuzu kolay hem de söylenişi kısaydı. Yenge demeye başladım ama yeni nesle yenge diyor, eski gellaba dediklerime yine gellaba demeye devam ediyorum. Çünkü alışkanlıkları terk etmek zor. Üstelik yıllardır gellaba dediğine bir müddet sonra yenge desen söylediğimiz kişi tarafından bu da garipseniyor.

Biraz daha büyüyüp kelimeleri sorgulamaya başlayınca büyüklerimizin bize “gellaba” diyeceksiniz dedikleri kelimenin kökeninin “gelin abla” olduğunu öğrendim. Kaba gördüğüm, bazı yerlerde garipsenen bu kelimenin aslını öğrendikten sonra milletimizin irfanına bir kez daha hayran kaldım. Ecdadımız ağabey, kardeş, amca, dayı evlendikçe sülalemize gelin gelerek bir sıhriyet bağı oluşan kişilere gelin abla demişler. İki kelimeden oluşan bu kelimeyi yöresel ağza dönüştürerek kısaltmış ve gellaba demeye başlamışlar. Anladığım kadarıyla icat ettikleri bu kelimeyi söylemede işin kolayına kaçmışlar. Dokuz harften oluşan hitabı yedi harfe indirmişler. Bizim toplumumuz kısaltmayı yaparken de kendince bir ağız geliştirmiş. Bu durum sadece gellaba da değil, birçok kelimemize de halkımız kendi imzasını atmıştır. Mesela Eyyüp’e İyip, Seyyit’e Siyit, Hacı Ahmet’e Hacamat, teyzeye dize, Fadime Anaya Fatmana vs dediği gibi.

Halk ağzında kullanılan bu kelimelerle halkımız anlaşmakta, birbirine karşı yabancılık çekmemektedir. Burada sorun TDK’da görünüyor. Özel isimler için bir şey demiyorum ama gellaba kelimesini Türk Dil Kurumu’nun sözlüğünde bulmanız mümkün değil. Bu ne demektir diye TDK’nın sözlüğüne müracaat edersen karşına ya “Aradığınız kelime bulunamamıştır” uyarısı ya da “Türkiye Türkçesi Ağızları Sözlüğüne bakınız” şeklinde bir bilgi geliyor.

Aslında TDK, hazırladığı sözlüğün içerisine halk içerisinde kullanılan kelimeleri de koysa, karşısına da “Falan kelimeye bakınız” şeklinde bir kısaltma veya bilgi notu verse bence fena olmaz. Çünkü günümüzde duyduğumuz her kelimenin anlamına ve doğru yazılışına bakma gibi bir alışkanlığımız var. Halk ağzında konuşulan kelimelerin çoğu bu sözlükte yer almayınca “Acaba bu kelimenin aslı nedir, doğrusu nedir” düşünüp duruyorsun. Yine TDK, halkımız tarafından kullanılmayan yeni kelimeler uydurma yerine yöresel olarak halkımızın ağzında kullanılan kelimeleri piyasaya sürse ve sözlüğünde yer verse bence daha iyi iş çıkarmış olur.

Gönül Siyaseti ***


31 Mart seçimlerine giderken "Gönül Belediyeciliği" vurgusu ön planda. Bununla gönül alma, gönüllere girme, gönüllere dokunma hedeflenmekte anlaşılan. Bu demektir ki bu yolda kırılan, incinen, küsen/küstürülen gönüller var. Gönül belediyeciliği sloganıyla yola çıkanlar bu işin farkında olmalı ki böyle bir slogan belirlemişler. Yani işin içinde tamir var.

Kırılan kalbi tamir etmek, küskün ve dargınlarla barışmak dünyanın en zor işidir.,, hizmete benzemez. Gördüğüm kadarıyla tespit doğru, teşhis doğru, çıkılan yol da doğru. Ama esas olan tedavidir. Tedavi için doğru yol ve yöntemleri devreye koymada fayda vardır. Çünkü karşındaki eşya değil ki tamir edilsin. Kırılan eşyayı tamir eder, kullanmaya devam edersin. Ama karşındaki insandır ve sayıları üç, beş kişi değil; milyonlar vardır belki de. Hepsinin kırgınlıkları da tek nedenden kaynaklanmıyor; her birinin gönül dünyasında farklı farklı kırgınlıklar oluşmuştur. Umarım bu iş için yola çıkanların ortaya koyduğu bu slogan, içi boş değildir; üzerinde iyi çalışılmıştır. Hangi alanlarda, hangi tasarruf, hangi icraatla gönüllerin kırılmış olduğunu da tespit etmişlerdir. Bu slogan genel bir slogan. Özele gidilir veya inilirse eskisi gibi olmasa da başarılı olma durumu söz konusu olabilir.

"Gönül Belediyeciliği"nin adı aslında "Gönül siyaseti" olmalıydı. Çünkü mesele belediyecilikten de öte ve derindir. Tüm Türkiye siyasetini kapsamalıdır. Yine bu gönül alma ve gönüllere girme görevi tek başına Cumhurbaşkanı'nın görevi değildir. Partinin ilçe-il teşkilatları, vekilleri, belediye başkanları, partinin üst yöneticileri vs hepsi bu meseleyi dert edinmeli ve gereğini yapmalıdırlar. Çünkü halkın çoğunun Cumhurbaşkanıyla değildir sorunu. Esas etkili ve sorumlu partililer kendilerine çeki düzen vermelidirler. Kendisine çeki düzen vermesi gereken başkaları da var. Bunların arasında bugün ulaşılmaz olan bazı bürokrat ve koltuk sahipleri de var. Partiyle beraber aynı kulvar ve çizgide hareket eden STK'lar var. Hepsi kendisini bir özeleştiriye tabi tutmalıdır. Yani nokta atış yapmalıdırlar.

Adam adama markaj uygulanırsa adına ister “Gönül Belediyeciliği” veya “Gönül Siyaseti” densin bu siyasetin başarıya ulaşma şansı yüksektir. Kırılan gönlün neye kırıldığı belirtilmeden, bunun üzerine gitmeden, hiçbir şey olmamış gibi davranmak suretiyle gönül almaya çalışmanın kimseye faydası olmaz. Bu durum zamanında helallik dilemeyen birisini musalla taşına getirdikten sonra kalabalığa “Bu mevtayı nasıl bilirsiniz” demeye ve halktan “İyi biliriz” sözünü almaya benzer.

Anlatmak istediğim yeniden gönle girmenin yolu samimiyettir, hata ve yanlışlarla yüzleşmektir. Yapılan hatalardan vazgeçmektir. Biz şu şu konularda şöyle hata yaptık demektir. Özür dilemektir.  Mağdur ettikleri kişilerin ayağına gidip "Size/Sana şu şekilde biz yanlış yaptık. Bu hatanın geç farkına vardık veya üzerine yattık. Biz bugün bunu telafi için buradayız" diyerek mağdur veya mağdurlara iadeyi itibar kazandırmak gerekiyor. Çünkü aslan düştüğü veya düşürüldüğü yerden kaldırılır. Böyle yapılmayıp iş, kuru bir özürle geçiştirilme yoluna gidilirse mağdur veya incinmişlerin buna karnı toktur.



***26/02/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.