19 Şubat 2019 Salı

Manisa’da 19 Gün (4)


“Hep anlatıyorsun ama  hiç yemek yemediniz mi” derseniz. Hani “Yediğin, içtiğin senin olsun, gördüğünü anlat” denir ya benim de niyetim gördüğümü anlatmaktı. Madem sordun. Yemekten de biraz bahsedeyim olmazsa… Yedik yemesine!

Yurt yönetimi  diğer konularda yaralı parmağa işemediği gibi bu konuda da işemek istemedi. İşi yokuşa sürdü. “Efendim aşçımız izinde. Yemek çıkaracak kimse yok. Aşçı gelse de yemek yapacak nevalemiz yok, parayı peşin toplasak belki olabilir” dendi. Kendilerine okulunuzun Manisa esnafından 19 günlüğüne veresiye erzak alacak itibarı da mı yok. O zaman kapatın bu okulu gitsin dedim. Neyse efendim peşin para vererek alınan erzakla  yurtta yemek çıkmaya başladı. Yemekler yenecek gibi değildi. Bir hafta  sabrettikten sonra yemek grubundan çıkarak  yan taraftaki öğretmen evinden  yemeye karar verdik,  daha önce tanış olduğumuz 7-8 arkadaşla birlikte. Öğle ve akşam yemeklerini öğretmen evinden yedik.


 Sabah kahvaltısını 7 arkadaş ortak aldık. Çayı da öğretmen evinden içmeye başladık. Bizimle görev yaptığımız yerden gelen bir arkadaşımız, bizim kahvaltı grubuna dahil olmadı.  Niçin dahil olmadı derseniz, bu arkadaşı mutlaka anlatmam lazım. Çünkü dünyada eşini ve benzerini bulamazsınız. Çalıştığımız okullar farklı olsa da 2-3 yıl boyunca bu arkadaşı tanıyamamışım. Ancak yolculukta tanıyabildim. Ben onunla 19 gün geçirdim. Sizin de tanımanızı isterim.  Ben kendisini tanıttıktan sonra kendisiyle yolculuk yapmak isterseniz numarasını bulup size verebilirim. Bu zevki sizin de tatmasını isterim. Allah’a yakın, benden uzak olsun yeter.


Bu arkadaş kahvaltıya dahil olmadı. Bana o yazın uzun günlerinde günde bir öğün yeter dedi. Öğretmen evinde sadece günlük öğle yemekleri yemeye başladı. Günde bir öğün yediği için yavaş yavaş sindire sindire yerdi. Masamızda ve yan masalarda ne kadar ekmek varsa hepsini toplardı. Yerken terlerdi. O terledikçe biz kendisine peçete uzatıyorduk. Zaman zaman “Hocam, sen niye terliyorsun bu kadar” derdik. “Hocam ben yemek yerken terlerim” derdi. Niye terlemesin ki adam bir günlük yiyeceği yemeği öğle yemeklerinde depo ediyordu. Yedikçe “ Ya Rabbi, ya beni öldür, ya da midemi büyüt” der gibiydi. Biz yedikten sonra ayrılamıyorduk. Çünkü “Hocam beni bekleyin” derdi. Hepimizi yanı başında bekletirdi. Mide olduğundan büyüktü gerçekten. Depo sağlamdı.

Aynı zamanda prensip sahibi idi arkadaş. Gerçekten akşam yemekleri yemedi. Sabah kahvaltısı fonuna da ortak olmadı. Biz her sabah nevalemizi alıp grubumuzla kahvaltı yapmak için öğretmen evi bahçesine giderken nezaketen haydi hocam geliyor musun derdik. O da, “Hocam siz gidin. Biliyorsunuz ben kahvaltı yapmıyorum” cevabı verirdi. Biz bahçeye geçip kahvaltımızı yapmaya başlarken  bu prensip sahibi arkadaş ardımızdan  gelir, masamıza otururdu. Biz yerken o önce  bakar, sonra tekrar bakardı. “Buyur hocam” derdik. “Hocam size afiyet olsun. Biliyorsunuz ben kahvaltı yapmam” derdi. Biz kahvaltımızı yapmaya devam ederken bizim ki yavaştan yavaşa ekmekten koparmaya, ardından zeytin ve peynire uzanmaya başlardı. Sonra prensibini unutur, kendisini yemeye kaptırırdı. Her gün istisnasız biz ona kahvaltı teklifi yaptık. O da reddetti. Ardından abandı. Kahvaltıyı da böylece bizim 7 kişilik grubun sırtına yüklemiş oldu. Çay ise yine bizim şirkete aitti.  Biz her gün kahvaltıyı malum yerde yaptık. O istisnasız her gün masamıza oturdu. 18.gün “Arkadaşlar olmuyor böyle. Bir de çay parasını ben vereyim” dedi. Birbirimize bakıştık. Acı acı gülümsedik. “Önemli değil hocam! Yarın son gün, o zaman da sen verirsin” dedik. Dedik diyorum; deme görevi bana aitti zaten.  Son gün kahvaltıyı prensip sahibi arkadaşımızın nezaretinde yaptık. Bol bol çayımızı içtik. Ne de olsa çay parasını 18 gündür bizden geçinen arkadaş verecekti. Kahvaltı bitti. Çaylar içildi. Bizim 18 gün misafirimiz olan arkadaşın kalkıp çay parasını vermesini bekledik. O oturdu, biz oturduk.  Birkaç defa kalkalım dedik, birbirimize bakıştık. Yine kalkmadı. Oyalanmak için kahvaltıda dişlerimizin arasını karıştırmak için kürdanla oynadık. Kahvaltıda  diş kovuklarına ne girecekse!  Adam yine kalkmadı. Sonunda kalkıp çay parasını verdim. Bu sefer bizim ki “Hocam hani ben verecektim, niye verdiniz? Olmadı ama“ dedi. Ben “Niye olmasın hocam, bu bizim görevimiz, senin canın sağ olsun” dedim. Aslında arkadaşın prensibinin kahvaltı yapmamak değil, kahvaltı masrafına katılmama prensibine sahip olduğunu geç de olsa anladık. Kursun yolunu tuttuk. 04/02/2016 (Devam edecek)



Manisa’da 19 Gün (2)

Okul öyle bir yerde idi ki en ufak bir ihtiyacımızı karşılayacak yer yoktu, küçük bir bakkaldan başka. Zaman zaman kursla ilgili fotokopiye ihtiyaç oluyordu. Hele şükür okulda fotokopi makinesi vardı. Fotokopi çektirmeye gitti bir arkadaşımız. Olmaz cevabı almış. Parasını verelim dedik. Yine olmaz, yasak dediler. Fotokopiden de havamızı aldık. Öyle ya. Burada koskoca devletin, hizmet eden bir kurumu vardı. Mutlaka devletin resmi, soğuk yüzünü göstermeleri gerekiyordu. Fazlasıyla gördük gerçekten.

*
Yurt sıkıcı idi. Kurs da. Hokkamızı aldık. Kamıştan kalemimizi de temin ettik. 19 gün boyunca bildiğim dimdik elifi yazmayı beceremedim. Hat; sabır, estetik, dikkat, rikkat ve yetenek isteyen bir sanattı gerçekten. Bitmek bilmeyen derslerdeki sessizliği ara sıra benim sesim bozuyordu: Hocam Osmanlı'nın niçin yıkıldığını şimdi anladım deyince insanların kafalarını kaldırıp baktıklarını gördüm. Niye sorusuna: Olsa olsa bu hat sanatı yüzünden derdim. Anlık bir gülümsemenin yerini acı bir tebessüme bırakıyordu tekrar.

Teneffüs ziliyle beraber kendimizi dışarı atıyorduk bir nebze rahatlamak için. Okulun hemen yanındaki öğretmen evi çay içme yerimizdi aynı zamanda. Çayı içiyorduk ama bu işin bir de dönüşü var. Girerken zaten ayaklar geri geri gidiyor. Bir de merdivende bekleyen eğitim yönetici yardımcısı var bizi bekleyen. Hepimiz okurken girişlerde bekleyen asık suratlı müdür olur ya. İşte öyle biri. Bizimkisi laf da yetiştiriyor aynı zamanda: Nerede kaldınız, yine geç kaldınız gibi. Ağzından da ateş püskürüyordu. Sağ taraftan kalktığını hissettiğimiz bir gün yanına vardık. Önemli bir görev yapıyorsunuz, nasıl eğitim yöneticisi oldunuz, biz de istesek olabilir miyiz, dedik. “Torpilini buldunuz mu gelirsiniz. Ben de öyle geldim” dedi. Eşinden ayrıldığını da öğrendik bu arada.

Yanımızda kursiyer olan Sivaslı hocamız: “Ben bunun derdini ve çözümünü de biliyorum” dedi. Biz ”Aman hocam çöz şu işi, gel seni bununla evlendirelim. Nikahınızı da biz kıyarız.  Bütün masrafları da biz karşılayalım. Üstelik maaşı da var. Yönetim sorunu da yaşamazsın. Hiç olmazsa biz de 19 gün boyunca rahat ederiz “ dedikse de ikna edemedik mübareği.

*
Kursun yanında alışveriş yapabileceğimiz küçük bir bakkal vardı. Geldiğimiz günden itibaren sigara almak için girdim oraya.  Pek fazla girip çıkan olmazdı bizden başka. Adamla aşina olmuştuk neredeyse. Bir gün 100 lira uzatıp sigara istedim. Bozuk yok dedi. Bir paket sigara ver. Bozdurunca vereyim dedim. “Ben seni tanımıyorum” dedi.  100 lira sende kalsın bir paket sigara ver dedim. Adam yine kabul etmedi. Adamın niye küçük kaldığı da böylece belli olmuş oldu.

*
Ders bitimi rahat bir nefes almak için yatakhaneye kendimizi atıyorduk. Ama bu sefer Erzurumlu hocamız devreye giriyordu: “Haydi, hocam vakit yaklaşıyor. Abdestlerimizi alalım.” Hocam daha bir saat var. Acelemiz ne dedim. “Hocam Ulu Camiye ancak varırız. Biraz da önünde otururuz” derdi. Yine onun dediği olur, bir saat öncesinden abdestimizi alarak caminin yolunu tutardık. Hocam, sanki sen kursa değil de bizi erkenden camiye götürmek için görevli gelmişsin derdim. Sağ olsun namazlarımızı sayesinde camide cemaatle* kılıyorduk. 07/02/2016 (Devam edecek)

Not: Namazı dosdoğru kılan, cemaatsiz namaz kılmamıza engel olan ve bizi cemaate hep teşvik eden namaz aşığı, Erzurumlu hocamızı 2008 yılında Erzurum’da ziyaret ettim. Sağ olsun çağ kebabı ve tatlılarını ikram etti. Evinde misafir etti. Güler yüzünden, samimiyetinden ve takvasından bir şey kaybetmemişti. Beni sabah namazına kaldırdı. Abdesti aldıktan sonra ev ahalisiyle birlikte salona geçerek cemaatle sabah namazı kıldık. Allah sayılarını çoğaltsın." 

Manisa’da 19 Gün (3)


Manisa’da bulunduğumuzun ilk hafta sonu, Ege'nin incisi dedikleri İzmir'e günü birlik bir gezi düzenlendi: Selçuk-Kuşadası-İzmir şeklinde. Deniz ile ilk yakın temasım o zaman oldu. Denize şurada, burada girelim derken kimsenin olmadığı bir yere geldik. Taş, çakıl, kaya ne ararsan vardı. Hazırlıklı olanlar ve yüzmeyi bilenler yüzme elbisesini giyip açıldılar denize.  Hiç denize girmemiştim o güne kadar. Yüzme zaten bana yabancı. Deniz malzemem de yok. İç çamaşırla girenler vardı ama bana tersti bu. Hiç olmadığı kadar yakındı bana deniz. Kaçırır mıyım? Pantolonu sığadım. Daldım içine. Dalgalar geldikçe İçindeki kaya parçaları  cesaret kaynağım oldu. Hep onlara tutundum. Ayağım yerde sabit zaten. Kafam da deniz suyu görmeliydi. Onu da daldırıp çıkardım. Ayaklarıma bir şeyler batıyordu ama  olsun o kadar.

Sonra çıktım denizden. Baktım ayaklarım kanıyor. Kimseye de pek göstermedim, cehaletim ortaya çıkmasın diye. Ayağıma batan ve kanatan şeyin deniz kestanesi olduğunu sonradan öğrendim.


Yüzme faslı sona erdikten sonra İzmir’de bir okul ziyaretine gittik. Çıkışta bembeyaz koridor ve merdivenlerin kana bulandığını gördüm. Anladım ki bizim ekibin hepsi deniz kestanesinin hışmına uğramış ve gazi olmuştu.

*
İzmir’den döndük. Bir namaz vakti için mescide yöneldiğimizde, grubumuzun içinde “Seferi miyiz, değil miyiz tartışması başladı. Sonunda yetkili makama soralım dendi. Manisa Müftülüğü arandı. ‘Biliyorsunuz biz 19 gün kalacağımız için Manisa’ya geldikten sonra namazlarımızı mukim olarak kılmaya başlamıştık. Bir hafta sonu, dolaşıp geldiğimiz İzmir ve havalisi 90 km.den fazla  olduğundan dolayı bizim mukimlik bozulmuş, seferiliğe dönmüştük tekrar. Geriye kalan 12 günümüzü seferi kılmamız gerektiği bilgisi verildi müftülük tarafından.  Olmaz, ben farzları tam kılacağım dedimse de Erzurumlu hocamızın “Ramazan Hocam, Hanefi mezhebine göre  farzları iki kılmamız gerekir” dedi ve nokta konmuş oldu. Gelin hocam bu seferilik konusunda Şafii, Maliki ve Hanbeli’nin görüşünü benimseyip 4 kılalım dedimse de taraftar bulamadım. İçime sinmese de geriye kalan 12 gün boyunca farzları seferi kıldık. 

*
Diğer zamanlarda da  Manisa’nın tarihi yerlerini, Spil Dağını  gezdik. Bizim grup ekstradan  Denizli’ye gidip Pamukkale’yi ziyaret ettik. Hepsi bu. O zamanın en iyi teknolojisi dijital olmayan fotoğraf makinesiyle Pamukkale’de bol bol fotoğraf çektirdik. Makinenin sahibi pozdaki adam sayısınca tab ettirmiş fotoğrafçıya. Tabii bizim prensipli arkadaşımız “Ben hepsinden almayacağım” dedi. Niye dediğimizde, “Öyle” dedi. Hocam arkadaş, sayımızca çoğaltmış, fiyatını vermemiz lazım ayıp olur dedim. “Hocam ben almak istemiyorum” dedi. Hocam madem almak istemiyorsun da adama daha önce deseydin ya ben istemiyorum diye. Sonra bütün pozlarda  da varsın, hiç kaçırmamışsın dedim. Sonunda istemeyerek de olsa aldı. 04/02/2016 (Devam edecek)