7 Ocak 2019 Pazartesi

Zan ve Kanaat

Gündelik hayatta yapmadan edemediğimiz, kaçmak istesek de kaçamadığımız, konuşurken farkına varmadığımız bir hastalığımız var: Zanda bulunmak. Zan malumunuz "kesin olmayan bilgi, sanma, sanı" demektir. Bu tür bilgilerin bir kısmı doğru olmakla beraber büyük bir kısmı ise bir kuruntudan ibarettir. İster istemez bu kuruntu da bizi yanlışa ve yanlış yapmaya sürüklemektedir.

Zannın bir kısmı yasaklanmamakla beraber büyük bir kısmı dinimizce yasaklanmıştır. Nitekim Hucurat süresi 12.ayette Allah "Ey iman edenler! Zannın çoğundan sakınınız. Şüphesiz zan(nın çoğu) günahtır" buyurmaktadır. Bu ayette zannın çoğu derken yasaklanan zannın suizan(kötü zan, kuşku), helal kılınan zannın ise hüsnüzan(iyi niyet) olduğu anlaşılabilir. Belki de kaçınma zorluğundan Allah "Aşırı zanda bulunmayın, işi makul seviyede, tadında bırakın" demek istemiş olabilir.

Kelimelerin etimolojisini tam bilmiyorum. Ama eş anlamlı olmasa da çoğu zaman "kanaatimce, kanaatime göre, bana göre,  bence, sanırım..." gibi kelimeleri de zan/zannımca kelimesi yerine kullanıyoruz. Çünkü bu kelimelerle başlayan kelimeler kesin bilgi ifade etmemektedir. Gündelik hayatta biri veya bir konu hakkında konuşurken sık başvurduğumuz kelimelerdir bunlar. Öyle zannediyorum zanna az değil, çokça başvuruyoruz. Günah olmakla beraber sıkça kullandığımız zan keşke zannetmekle kalsa. Çünkü çoğu zaman kafamızda oluşturduğumuz bu algılar bizde kesin bilgiye dönüşebiliyor. Hatta bazen iftira boyutuna da taşıyabiliyoruz. Yani daha büyük günaha giriyoruz. Bu demektir ki algılarımız gerçekliklerimiz olup çıkıveriyor. İşin garibi işi zan, sanı ve kanaatle  de bırakmıyoruz. Birçok komisyon, kurul bir konu veya bir kişi hakkında karar verirken "...kanaatine vardığından..." şeklinde karar veriyor. Çoğu zaman bu tür komisyonların kanaatleriyle alınan kararlar mahkemedeki hakimin kararından daha önemli olabiliyor. Kişi mahkemede aklansa bile komisyonun kanaati değişmediği müddetçe kişi bazı haklarından mahrum kalabiliyor. Bu da bazı mağduriyetlere yol açabiliyor.

Mahkemelerimiz tam adalet dağıtmasa da, adaletimizde eksiklikler olsa da kişilerle ilgili alınacak tasarruf ve kararlarda son sözü mahkemeye bırakmakta fayda var. 

6 Ocak 2019 Pazar

Yazılarımı Okuyan Var mı?

Birkaç senedir kelime dağarcığım yettiğince hemen hemen her konuda birikimlerimi yazıya dökmeye çalışıyorum. Ben yazdıkça tasasını bazıları çekiyor: Yazılar okunuyor mu diyor. Kimi yüzüme karşı söylerken kimileri de ardımdan söylüyormuş bunu.

Yazılarım okunuyor mu, okunmuyor mu? İki gazetede toplam haftada yedi gün, bir internet gazetesine de haftada bir yazı gönderiyorum. Haftalık gönderdiğim internet gazetesinde okuma oranı yazdığım konuya göre değişiyor. Gazetelerde yayınlanan yazılarımı ise kaç kişi okuyor bilmiyorum. Çünkü gazete yönetimi hangi köşenin ne kadar okunduğu bilgisini vermiyor. Ne benimkini, ne de diğer köşelerin bir istatistiğini yayımlıyor. Gazetenin yetkili kişisi ile "Okunma oranım nasıl, şayet okuyan yoksa bırakabilirim" dediğimde "İlgiyle takip ediliyorsun, olumlu tepkiler alıyoruz" diyor. Belki de benim moralimi bozmamak için böyle cevap veriyor da olabilir.

Gazetelere gönderdiğim yazılarımın tamamının yayımlandığı bu blogum var. Kendi halinde mütevazı bir sayfamdır burası. Tıpkı benim gibi. Çok tanınmayan bu sayfam günlük ortalama 80-100 kişi tarafından okunmaktadır. 

Okunmak, takip edilmek ve tepki vermek/görmek güzel bir şey. Ama yazılarımda gördüğüm bir şey var. Bazı yazılarımın okuyucular tarafından daha fazla ilgi gördüğünü okuyan sayısından anlıyorum. Bazıları ise yeterince tepki görmüyor. Bu da doğal bir şey. Çünkü herkes her yazıma ilgi gösterecek, beğenecek diye bir şey yoktur. Yine okuyucular bazı yazılarımı kendilerine tercüman olmuş görürken bazı yazılardaki görüşlerime de katılmayabilir.

Yazılarım ilgi görse de, görmese de, okunsa da, okunmasa da yazmaktan zevk aldığım müddetçe yazmaya devam etme gibi bir niyetim var. Gerekirse okuyan bir kişi kalmasın. Çünkü yazmak suretiyle kafamda geçirdiğim duygu ve düşüncelerimi yazıya dökmüş oluyorum. Bu da beni rahatlatıyor. Aynı zamanda bir konudaki görüşümü kayda geçirmiş oluyorum. Üstelik yazarken vaktin ne zaman geçtiğini bile hatırlamıyorum. Bu da vaktimi yazmak suretiyle değerlendirdiğimi gösteriyor. Yazmak için de belli bir zaman ayırmıyorum. İşimden arta kalan boş vaktimde yazmaya çalışıyorum. Konu bulmada da zorlanmıyorum açıkçası. Bazen bir toplu taşımada seyehat ederken gördüğümü yazmaya başlıyorum. Gittiğim yerde yalnız isem yazımı bir çay ocağında tamamlıyor ve aynı anda bloğumda yayımlıyorum. Bazen aklıma birden fazla bir konu gelmişse sayfamda bir taslak oluşturup bir başlık atıyorum, taslak olarak sayfamda kalıyor. Hatta taslaklarıma sonradan bir göz attığımda bir kısmını yarıya kadar yazılmış görüyorum. Eksikliği sonradan tamamlıyorum. 

Tüm yazılarımı yazarken önce yazmaya cep telefonumdan başlıyorum. Bu yüzden cebimde durması gereken telefonum elimden düşmez. Cepten başlayıp bitirdiğim ve aynı anda yayınladığım yazılarımda çoğu zaman yazım ve imla hataları olabiliyor. Bazısı gözümden kaçsa da bazı yanlışlarım T9'un azizliğine uğruyor çoğu zaman. Çünkü yazdığım bir kelime bir bakmışsın başka bir kelimeye dönüşmüş oluyor. Bu tür yanlışları da gazeteye göndereceğim zaman yazıyı worda aktarınca görebiliyorum. Gözümün çarptığı yanlışları bu şekilde sonradan düzeltiyorum. Yine de gözümden kaçan yanlışlarım da olmuyor değil.

İşte bu da cepten bir yazı. Allah gördüklerimi yazmayı, yazdıklarımla amel etmeyi, insanlara faydalı olmayı nasip etsin.

Vatandaşını Koruma Görevinde Devlet İşin Neresinde? ***


Devletin suç işleyen birinin yakasına yapışma gibi bir görevi var. Çünkü suçludan diğer masum vatandaşlarını koruması gerekiyor. Zaten devlet bunun için vardır. Fakat devletin suçluyla mücadele etmesinin yanında vatandaşını suça iten sebepleri de ortadan kaldırma gibi bir görevi vardır. Hatta bu görevi suçluyla mücadeleden önce gelir.

Suçluyla elinden geldiği kadar mücadele ederken vatandaşı suça iten sebepleri ortadan kaldırmada devlet nerede? İşte burada biraz düşünmek lazım! Çünkü devlet bu alanda üzerine düşeni gereğince yapmıyor. Örnek vermek istersek… Devlet, adam gibi olması gereken eğitim ve öğretimini iyi vermiyor, yeterince barınma sağlamıyor, dini eğitim vermiyor ya da veremiyor. Vatandaş diploması için gittiği okulların yerine iyi bir eğitim ve öğretim alsın diye çocuğunu resmi veya gayri resmi -merdiven altı diyebileceğimiz yerlere- gönderiyor veya onların yurt ve evlerine veriyor. Görünen yüzü eğitim, dini tedrisat, ahlaklı insan yetiştirme olan bu yerler bir müddet sonra bir suç örgütü olup çıkıyor. Suç ortaya çıktıktan sonra devlet mücadeleye başladığı zaman ihanet şebekesinin beyin tabakası elini-kolunu sallayarak yurtdışında soluğu alırken bizim devletimiz geride kalan zayıflarla mücadele ediyor. Adına da suç ve suçluyla mücadele diyor. Sormazlar mı daha önce neredeydin devlet diye…

Örneklere devam edelim… Sigara ve alkollü içeceklerin zararını bilmeyenimiz yoktur. Zararlı olmasına rağmen devlet bunların üretimine, ithalatına ve satışına izin veriyor. Ardından özellikle sigara paketlerinin üzerine “öldürür” vb şeyler yazdırarak güya mücadele ediyor. Devlet bununla da yetinmiyor. Tütün ve mamullerinin nerelerde içilmemesi, kimlere satılmaması gerektiğini belirten kanunlar çıkarıyor. Yine mücadele etmesi için Yeşilay’ı kurduruyor. Sonuç; hem içkiye, hem de sigaraya isteyen herkes ulaşabiliyor. Güya devletin bu yaptığı, insanımızı zararlı içeceklerden korumak oluyor. Kimse kusura bakmasın, devletin bu yaptığı zararlı içeceklerle mücadele falan değil, tamamen bir aldatmacadan ibaret. Devlet gerçekten zararlı alışkanlıklarla mücadele etmek istiyorsa bir şey zararlı ise bunların vatandaşına satılmasına, üretilmesine izin vermez. Mücadelesine ilk önce buradan başlamalı.

Bir örnek de güncelden verelim… Malumunuz 2019 Ocak’ından itibaren marketlerden alışveriş yapan müşteriye satıcı, plastik poşetlerin beherini 25 kuruştan satacak. Amaç doğaya büyük zararı olan poşetlerin kullanımını en aza indirmek ve müşteriyi poşet yerine alternatif kullanıma özendirmek. Burada niyet iyi olmakla beraber adama sormazlar mı, bir şey zararlıysa niçin üretimine izin veriyorsun? Madem zararlı, bırakın 25 kuruşu! Müşteri, ben 25 lira da olsa bu poşeti alacağım dese bile devlet poşet sattırmaması lazım. Bunun yerine doğaya büyük zararı olan poşetin yerine taşımada kullanılabilecek alternatif üretimler yaptırması lazım. İşte ben o zaman devlet gerçekten vatandaşını koruyor derim.

Yine devlet dershaneleri kaldıracağım, öğrenci etüt ve kurs merkezlerine ihtiyaç hissetmeyecek derken okullardaki eğitim ve öğretimi iyileştireceği yerde tüm okullarda “Yetiştirme ve Takviye Kursları” adı altında bir nevi dershanecilik yapıyor. O zaman ne anladık bu işten. Aradaki fark daha önce etüt vb yerlere çocuğunu gönderirken parasını veli karşılarken devlet okullarda açmak suretiyle parasını kendisi veriyor. Kalite ve verim ise tartışılır. Sonuçta çocuk okuldaki ders yükünün üzerine bir yük daha alıyor. Yani dinlenemiyor.

Bizim devlet anlayışımızda görünen hep insanımızı heba etme sonucu ortaya çıkıyor. Bence devlet suçla mücadele etmede samimi ise gerçekten vatandaşı, öğrenciyi, insanımızı suça iten sebepleri öncelik ve ivedilikle ortadan kaldırması gerekiyor. İşte o zaman devletin sivrisinekle uğraşmaktan ziyade suç üreten bataklığı kurutmaya çalıştığına inanıyorum. Bunun için devletin aklı vatandaştan kat kat önde olmalı. Suç ve suçlu olmaması için her şeyden önce hayatın hiçbir alanında boşluk bırakmaması lazım. Sen boşluk bırakırsan bir başkası doldurur. Çünkü tabiat boşluk kabul etmez.

*** 12/01/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.