29 Nisan 2018 Pazar

Gül'e Kızalım Kızmasına...

Son günlerde 11.Cumhurbaşkanının mevcut Cumhurbaşkanının karşısına cumhurbaşkanı adayı olarak çıkıp çıkmayacağı epey bir gündemde kaldı. Eski Cumhurbaşkanı'nın "Geniş katılımlı bir konsensüs oluşmadı, aday değilim" demesiyle aday olmayacağı ortaya çıktı.

Tartışma bitti mi? Hayır. Gül, dün olduğu gibi bugün de eleştiri oklarına muhatap. Vuran vurana. Herkes sonucu tartışıyor. Kimse ilk kopuşu konuşmuyor. Kimse, Gül niçin bu noktaya evrildi demiyor. Burada niyetim Gül-Erdoğan arasında şu haklı, bu haksız iddiasında değilim. Katılır veya katılmazsınız bir tespitte bulunmak istiyorum. Bunun için ilk önce olay ve gelişmelere soğukkanlı bakmak, taraf gözlüğünü bir kenara bırakmak gerekir. Çünkü olan oldu. Konuşmamız gereken arkaya yaslanıp niçin böyle oldu sorusuna cevap bulmaktır.

Erdoğan-Gül arasındaki kardeşlik hukuku niçin bitti? Bence ilk bitiş noktası Gül'ün görev süresi biterken Erdoğan'ın "Ben adayım" dedikten sonra gazeteciler Gül'e, "Efendim görev süreniz bitiyor, yeniden aday değilsiniz, bundan sonra ne yapacaksınız" şeklinde bir soru sormuş Gül de "Benim bir partim var, partime gideceğim" demişti. Gül'ün görev süresinin bitimine ramak kala yangından mal kaçıırırcasına hafta için Davutoğlu'nın genel başka seçilmesidir. İlk kırılma noktası budur. Gül, bu durumu kaldıramamıştır. Yerine genel başkan seçilen ve başbakan olan Davutoğlu'nu göklere çıkardık. Erdoğan istifasını isteyince Davutoğlu'nu da düşman bilmeye başladık. Yine Erdoğan, "Ben böyle cumhurbaşkanı olmayacağım" diyerek 7 yıl koltuğu teslim ettiği kişiye "Sen bu işi yapamadın" diyerek eleştirmiştir. Gül ile ilgili her platformda "Erdoğan olmasaydı bir hiçti, onun sayesinde başbakan ve cumhurbaşkanı oldu" başa kakmaları Gül'ü derinden yaralamıştır. 

Gül; kırılmıştır, incinmiştir, yaralanmıştır. Kabuğuna çekilip kendi kendini tamir edeceği, bu durumu atlatacağı yerde kimse onu rahat bırakmadı. Erdoğan'ı savunanlar Gül'e saldırdıkça Erdoğan'ın sessiz kalması yine Gül'ü kırmıştır. Biz tu kaka yaptıkça karşı cephe, Gül'e kucak açtı. 

Gül sustu; susuyor dedik. Konuştu; konuşuyor dedik. Davet edilen yere gitmediyse gitmedi dedik. İşin garibi gelmeyene kızarken gelene de kızdık. Örnek mi istersiniz? Gül ile birlikte hareket eden Bülent Arınç, AK Partinin davetlerine icabet edince "Bunun ne işi var burada" dedik. 15 Temmuz darbesinde darbecilere karşı koyanların sorumlu tutulmamasıyla ilgili çıkarılan KHK için Gül'ün "Yerinde bir kanun, fakat kanunun şurası ileride kötüye kullanılabilir, arkadaşlar bunu düzeltecektir" açıklamasına tahammül edemedik, dışarıda yaptığı bu açıklamaya rıza göstermedik. Trenden indirdik, inen bir daha binemez dedik.

Örnekleri çoğaltabiliriz. Sonunda incinmiş, kırılmış bir Gül, etrafın dolduruşuyla cumhurbaşkanlığına aday olmak için göz kırpmaya başladı. Geniş bir destek göremeyince adaylıktan vazgeçti. Anlatmak istediğim Gül, incinmişlik, kırılmışlık ve  dışlanmışlık sendromunu atlatamadı. Biz vurdukça o, savruldu.

Her şeye rağmen Gül, geçmiş hukuk hatırına adaylıkta isminin anılmasına asla izin vermemesi, Erdoğan'ın karşısına çıkmayı düşünmemesi gerekirdi. İncinmişlik ve kırılmışlığın ne olduğunu bilmeyen, yani eşekten düşmeyen bu durumu bilemez. Bu, öyle bir durum ki insana sağlıklı karar vermesinin önüne geçer. Bu, hastalık derecesinde bir sendromdur. Tedavisi, telafisi zordur. Bu durumda Erdoğan ve onu savunan büyük bir kesime düşen kardeşlerin arasının açılmaması ve tarafların yıpratılmaması için sessiz kalmak veya haklarında hüsnü niyet beslemek ve işi zamana bırakmaktı. Çünkü zaman her şeyin ilacıydı. Ama yapmadık, yapamadık. Tarafgirlik hoşumuza gitti. Yıprattık insanımızı. Halbuki Erdoğan'ın başına -Allah göstermesin- bir şey gelirse partiyi toplayacak olan Gül idi. Maalesef onu da bitirdik. İmtihanı kaybettik, kardeşlik hukukunu çiğnedik. Gül iyi bir sınav vermedi. Tamam ona kızalım. Ama onun bu şekilde savrulmasında bizim de payımız büyüktü.

Şimdi soralım kendimize... Erdoğan-Gül kırgınlığının kime faydası oldu? Bunu kim kazandı? Kim yara aldı? Kazanan biz olmadık, bunu biliyorum ve karşı cephe kazandı. Aynı amaca giden yolda bize düşen kenetlenmek olmalı. Adam eksiltme lüksümüz yoktur. Unutmayalım ki karşı cephe bizden adam kopararak bir gedik açıyor. Çatlatılmaz denen dostları bir bir koparıyor bizden. Geriye bir bakalım, kaç insanımızı yolda eksilttik. 29/04/2018

28 Nisan 2018 Cumartesi

İsmiyle Müsemma Üniversiteleri Bölmek *

Son günlerde çokça yaptığımız siyasi tartışmaların yanında bir tartışma konusu daha gündemimizde idi: Bazı üniversitelerin bölünmesi. Bazı yerlerde tepkiler olsa da başta köklü üniversiteler olmak üzere bazı üniversiteleri ikiye bölen tasarı Meclis'ten geçerek yasalaştı. Böyle 20 yeni üniversitemiz daha oldu.

Üniversiteler niçin bölünür, bundan maksat ne, içeriğini bilmiyorum. Kanun koyucu mutlaka bölünme gerekçesinde niçin bölünmesi gerektiğini bir güzel açıklamıştır. Bölünme bir ihtiyaç ve gerekçeler haklı nedenlere dayandırılmış olabilir. Gelen tepkilere bakılırsa üniversitede okuyanlar ve akademisyenler gerekçelerin mantığını kavramamış görünüyorlar. Yani paydaşlar ikna edilememiş. Yapılan tasarruf doğru bile olsa ikna edilemeyen doğru, doğru değildir. Umarım bölünme sadece bina ve bölümlerin ayrılmasından ibaret kalır.

Üniversitelerin bölünmesinden amaç, bölümleriyle devasa bir görünüme kavuşan üniversiteyi bölmek suretiyle daha kolay yönetilebilir kılmak olsa gerek. Farz edelim ki bu gerekçe doğru. Pekiyi adama sormazlar mı madem yönetim zaafı olacaktı o zaman ne diye üniversitenin bu kadar büyümesine izin verildi veya başka bir yere başka bir ad altında yeni bir üniversite kurulmadı zamanında? Sonra her büyüyeni daha sonra hep böyle ikiye mi böleceğiz? Plansızlığımızı göstermiyor mu bu? Ya da bölünce üniversitelere kalite mi gelecek? Daha önce ikiye bölünen üniversitelerde ben bir sıçrama görmedim. Gördüğüm tek şey bölünmenin yıllarca sürmesidir. Ayrıca bölünen üniversite bazı kişilere istihdam kapısı olmak, bazı akademisyenlerin unvan yönünden daha çabuk yükselmesinden başka bir işe de yaramıyor. Üstelik doğru dürüst yeni bölüm de açılmıyor. Tek yaptıkları, bölündüğü üniversitedeki aynı bölümü diğer ikizinde de açmak. Yani işin kolayına kaçmak var burada. Çünkü başka bir ilden akademisyen getirmek zor! Keşke bölünen üniversite, o ilde bulunmayan yeni bölümleri uhdesine katmış olsa…

Bir üniversiteyi ben böldüm demekle olmuyor. Çünkü o üniversite o ismiyle öğrencisi, öğretim görevlisi nezdinde bir anlam ifade ediyor. Yeni ismi ne olursa olsun kolay kolay kabullenilmeyecektir. Üniversite ismini değiştirmek kişinin adını belli bir yaştan sonra değiştirmek gibi bir şey. Halbuki isimlerin kişiler için ayrı bir anlamı vardır. En azından ismiyle müsemma olmuş oluyor. Özellikle ismiyle müsemma olan üniversiteleri bölmek kurum kültürüne bir katkı sağlamaz.

Her şeyden geçtim, seçime giderken, bu seçim hayat-memat kabul edilirken, bir oy bir oy denerek ittifaklara imkan verilmişken tepki olacağı biline biline niçin seçime ramak kala üniversite bölme yoluna gidilir? Bu işler çok mu elzemdi? Seçim sonrası yapılamaz mıydı? İşin mutfağında olan akademisyen ve öğrenci temsilcilerine zamanında bölünmenin mantığı anlatılarak onlar ikna edilme yoluna gidilemez miydi? Benim bildiğim hiçbir hükümet seçime giderken vatandaşın ileride hayrına da olsa kolay kolay radikal kararlar almaz. Seçim kararı alınan bir ortamda üniversitelerin bölünmesi kararı bana manidar gelmiştir.

Bölmekten maksat yeni üniversite kazandırmak ise normalinden fazla üniversitemiz var. Çoğu üniversitelerin bazı bölümleri kontenjanını dolduramıyor bile. Bence üniversite sayısını artırmaktan ziyade mevcutların kalitesini artırmak için keşke bir çalışma yapılsaydı…

* 30/04/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.



27 Nisan 2018 Cuma

Kendimizi Nasıl Sevdirmişsek Nefret Ettirmesini de Biliriz


Biz buraya tırnaklarımızla kazıyarak geldik. Çünkü kapı kapı dolaştık, uçsuz-bucaksız yerlere gittik: Kendimizi, fikrimizi, yapacaklarımızı anlattık. Millet "Nasıl yapacaksınız" diyerek tereddüt gösterdi. Biz yine yılmadık, karamsar olmadık; inandığımız doğruları anlatmaya devam ettik. 

Vatandaş, "Şunları bir deneyelim" diyerek önce belediyelerin anahtarını verdi. Baktı ki yapıyorlar, sonra ülkeyi emanet etti. Çünkü söz ve fiil uyum içerisindeydi. Hizmeti gördükçe daha önce soğuk bakanlar da şemsiyenin altına girdi. Hemen hemen her kesimin sevgi ve sempatisini kazandı. Çünkü görmediği hizmeti gördü millet. Aynı zamanda her kesimi kucakladık. Hizmet ve kucaklamayın sonucunda vatandaş emaneti ardı arkasına verdi.

İğne ile kuyu kazarak geldiğimiz zirveden kimse indiremiyordu bizi. Çünkü hem çalışıyor, hem insana değer veriyor, hem de aynı davaya gönül vermiş kişilerin birlikteliğinde güzel bir ekip ruhu vardı. Birlikten neler doğmazdı ki! Yeter ki inanılsın, yeter ki azmedilsin, yeter ki ekip ruhu devam etsin.

Ne zaman ki ülkede FETÖ olayı vuku buldu, dengemizi kaybettik. Çünkü bir ihanet şebekesiyle karşı karşıyaydık. Verilmiş sadakamız varmış ki atlattık. Yine zirvedeyiz ama sağduyulu olamaz olduk, basiretli davranamıyoruz. Çünkü ihanet sendromu yaşamaya başladık, teyakkuz halindeyiz hep. Herkese şüpheyle bakar olduk. Devleti yeniden yapılandırdık. Can havliyle suçlu avına çıktık. Suçluyla mücadele ederken zaman zaman at izini, it izine karıştırdık; yeni mağdurlar oluşturduk. 

Tırnaklarla kazıyarak geldiğimiz zirve yerinde duruyor durmasına. Ama altımızdan kaymaya başladı. Zirveyi kaybetmemek için manevra üstüne manevra yapıyoruz ama gemi su almaya başladı. Eski soğukkanlılığımız gitti; kızıyoruz, kırıyoruz, küstürüyoruz, dışlıyoruz. Dün insan kazanmak, halka hizmeti Hakk'a hizmet etmek olarak görürken bugün adam eksiltiyoruz. Etrafımızı kalın duvarla örmüş menfaat şebekesinin ötesini göremez olduk. Dün kazandıklarımızı yolda bulduklarımızla değiştirmeye başladık, ekip ruhunu kaybettik, farklı düşünen herkesi düşman belledik, nankör olarak gördük. FETÖ sendromu üzerimize çöktü kaldı. FETÖ ile mücadele ediyoruz diyerek kamuya atamalarda, idareci atamalarda, öğretmen alımlarında sözlü mülakat denilen ucube bir şeyi icat ettik; üç katı adam çağırıp iki katını eleyip bir katını memnun ediyoruz, güvenlik soruşturması yaparız diye atanacak kişiler ayları, yılları bulan bir süre bekletiliyor, acaba bir şeyler bulabilir miyiz? Bir FETÖ izine rastlar mıyız diye kılı kırk yararcasına insanımızı araştırıyoruz. Eğer bir iz yakalayabilirse komisyonlarımız cenneti kazanmış gibi seviniyor. Mücadele adına objektif kriterleri sümen altı edince “yakinimdir” referansları geçer akçe oldu. Belli bir kesimi sevindirirken binlerce kişiyi üzer oldu icraatlarımız.

Ne yapmak istiyoruz? Dün kazandığımız insanları bugün küstürerek nereye varmak istiyoruz? Zamanında biz kazandık, her şey bizim emeğimiz; aynı zamanda kaybetmesini de biliriz, kime ne mi demek istiyoruz? Eğer böyle bir düşüncemiz var ise bu düşünce sağlıklı bir bakış açısı değil. Zirveye çıkmak zor! Ama daha zoru zirvede kalmaktır. Çünkü insan zirvedeyken kaybetmeye başladığını bilemez, anlayamaz. Ne zaman ki anlar; o zaman koltuk altından bir daha gelmemek üzere gitmiştir.

Bir zamanlar bizimle beraber olan feraset, basiret…neredesin?