25 Nisan 2018 Çarşamba

Pamuk İpliğine Bağlı Evliliklerimiz *


Yaşlı bir çifte sorarlar:
—Tam 65 yıl, nasıl evli kaldınız?
Yaşlı çift cevap verir:
—Bizim doğduğumuz zamanlarda bir şeyler kırıldığında tamir edilir, çöpe atılmazdı. O yüzden...

Bugün tamir yok. Kırıp döküp atıyoruz dışarıya. Tıpkı hoşlanmadığımız veya uzun süredir kullanıyorum, artık yenileyelim diyerek evimizdeki eşyaları dışarıya attığımız gibi. Eşya kullanmadaki müsrifliğimizin aynısını evliliklerin bitirilmesinde de uyguluyoruz. 

Oğlumuza-kızımıza ayrı bir ev kiralıyor, içini iğneden ipliğe döşüyoruz. Görkemli bir düğün yapıyoruz. Sen baba olarak düğünden kalan borçları ödeye dur. Bir de bakmışsın ki oğlumuz-kızımız ayrılma yoluna gidiyor. Sebep? Anlaşamadık. Oluru yok mu bu işin derseniz, mümkün değil. Oğlan-kız, olmayacak bu iş diyerek boşanmak için soluğu avukat bürosunda alıyor. Biraz bekleyelim, yeni bir aile kuruyoruz, zaman her şeyin ilacı, birbirimizi anlamaya çalışalım, kendimizi karşı tarafın yerine koyalım demezler. Anne ve babaları da yapıcı davranmazlar. Bu iş yürümez diyerek yangına körükle giderler. Haydi diyelim ki oğlanla kızın heyheyleri üzerinde. Sağlıklı düşünemiyorlar. Birleşmeleriyle ayrılmaları bir olacak. Ya tarafların anne babaları ne yapıyor? Bir araya gelip bunları nasıl bir arada tutarız, aradaki kırgınlığı nasıl gideririz, bu çatlağı nasıl tamir ederiz demiyorlar. Zaten soran da yok. Taraflar bir an evvel bu beladan kurtulalım deyip soluğu mahkemede alıyor. Kimi bu işi evliliğin başında, kimi birkaç yıl sonra, kimi de birkaç çocuktan sonra yapıyor. Sayıları da az değil maalesef boşananların ve boşanmak isteyenlerin.

Boşanmak çözüm mü? Maalesef değil. Boşananlar rahat ve huzurlu mu? Yani dertleri bitiyor mu? Bitmediği gibi artarak devam ediyor. Hele arada çocuk varsa bu işin nafakası var, çocuğun velayet durumu var, belli aralıklarla çocuğun mahkeme kararıyla gösterilmesi durumu var. Bu durumdakiler kolay kolay yeni aile kuramıyor. Çünkü orta yerde çocuk var. Kim alacak/varacak çocuklu birine. Çocuğun anne veya babasız büyümesi de işin çabası.

Yazımın başında evliliklerinin 65.yılını yaşayan evli çiftin "Bizim doğduğumuz zamanlarda bir şeyler kırıldığında tamir edilir, çöpe atılmazdı." sözü kulaklarımıza küpe olması lazım ama söz dinleyen kim? Boşanmanın çözüm olmadığını gören çok. Aklımızı başımıza alacağımız yerde mantar gibi çoğalıyor boşananların sayısı.

Geçen hafta yaşları elliyi bulmuş iki tanıdığımı ziyaret ettim. Birinin iki, diğerinin üç çocuğu var, yaşları elliye merdiven dayamış. Önce birine, sonra öbürüne uğradım. Hal-hatırdan sonra içine attıkları dertlerini döktüler. Her ikisi de evliliklerinden memnun değildi. Birinin ikinci evliliği. Evde dışlanmış hissediyor kendini. "Nefret ediyor eşim benden, her yaptığım suç oluyor" dedi. Öbürü birkaç ay küs kaldıktan sonra güç-bela eve getirebildim" dedi. Üzüldüm hallerine.

Karıları haklı, kocaları haksız; kadın haksız, koca haklı iddiasında değilim. Bir yerde sorun varsa tek taraflı değildir. Suçun oranları farklıdır. Ama gördüğüm, kocaların evliliklerini kör-topal da olsa yürütmek çabasında oldukları. Kadınların ise vurup kapıyı gittikleri. Anladığım bekledikleri gibi olmayan evliliği -sonucu ne olursa olsun- bitirmek yönünde. Lügatlerinde tamir yok, yama yok; kırıp çöpe atmak var. Tıpkı eskiyen/eskimeyen eşyamızı çöpe attığımız gibi. Hasılı günümüz evlilikleri pamuk ipliğine bağlı. Tamir kabul etmiyor.

Allah evliliklerimizi başa kadar sürdürsün. "Hoşlanmadığı helal olan boşanmalardan" bizleri korusun!

* 12/11/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Bu Ne İlgi Böyle!

Nasrettin Hoca'yı bir ziyafete çağırırlar. Hoca gündelik kıyafetiyle yemeğe katılır. Fakat kendisine ne ilgi, ne de alaka gösterilmiş. Tüm gözler güzel kıyafetleriyle davete katılanların üzerindeymiş. Hep onlara hoş geldin deniyor ve onlara iltifatlar edildiğini gören Hoca, koşarak evine gider, sandıktaki işlemeli kürkünü giyer, tekrar gelir. Az önce kendisine iltifat etmeyen davet sahibi ve misafirler, Hoca'ya yerlere eğilircesine iltifat eder, saygıda kusur etmezler. Başköşeye Hoca'yı oturturlar ve kuzunun en iyisini önüne koyarlar ve "Buyur Hocam" derler. Hane sahibinin kıyafete göre tavrının değiştiğini gören Hoca, yemeğe başlamaz, kürkünün kolunu sallayarak "Ye kürküm ye" der. "Aman Hoca'm, kürk yemek yer mi?" dediklerinde Hoca, "İltifat kürke idi, yemeği de o yesin. Zira az önce kürk olmayınca adamdan sayılmadık, itibarı kürk gördü, yemeği de o yesin" cevabı verir.

Fıkrayı bilmeyenimiz yoktur. Buna rağmen fıkrayı her duyuşumuzda yine de gülümseriz. Gülerken de düşünürüz. Fıkralar güldürürken aslında bize hayatı, insan tiplerini de öğretir. Ama çok öğreneceğe de benzemiyoruz. Çünkü Hoca'ya yapılan muameleyi gündelik hayatta çoğu zaman makam, mevki ve şöhret sahibi olmayanlara yapmaya devam ediyoruz. Fıkrada kürke iltifat edilirken günümüzde de kişinin bulunduğu yere göre tavır alıyoruz. Çok öteye gidip örnek aramaya gerek yok. Sosyal medyaya girip paylaşımlara bir göz atarsanız kürke ilginin aynıyla devam ettiğini görürüz. Dün sosyal medyada kendi halinde paylaşımlarda bulunan bazı zevatın paylaşımları doğru-dürüst beğeni almaz, yorum görmezken aynı kişi bir makam ve mevkie gelmişse paylaşımları beğeni-yorum rekorları kırmaktadır. Paylaşımın içeriği mi değişti? Hayır, aynı tür paylaşımlar. Burada değişen statüden başka bir şey değil. Yeri geldiğinde "Yaratılanı severiz, Yaradan'dan ötürü" deriz. Ama bu sadece dildedir. Çünkü uygulama böyle değildir. Biz makamı, mevkii, şöhreti, statüyü seviyoruz, bunlara ilgi gösteriyoruz. Eğer şu ana kadar bu farklılık dikkatinizi çekmemişse bundan sonra sosyal medyaya girdiğinizde biraz dikkat ederseniz tespitimin aynıyla vuku bulduğunu görürsünüz. İstersen normal vatandaş olarak sen, "Hayırlı cumalar" de, bir de makam sahibi desin. Sen bir kandil mesajı yayımla, bir de makam sahibi. Bir bak bakalım beğeni sayısına: Sen kaç alırsın, kürk giyen kaç alır? Halbuki cuma aynı cuma. Hepimiz nezdinde mübarek bir gün. 

İstisnaları var mı bu durumun? Vardır elbet. Ama bir elin iki parmağını geçmez. O zaman "Ye kürküm ye" zamanı değişmiyor. Rahmetlinin zamanında da öyleymiş, şimdi de aynı. Kürkün yoksa bir hiçsin, kürkün varsa biriciksin, el üstündesin. O zaman kürkümüze yedirmeye devam. Çünkü hala geçer akçe bu: Ye kürküm ye!

Aslın Yüz Bin İmzası Kaç Vekilin İmzasına Denktir?

Bizde "el vekîlü k'el asl" diye bir söz vardır: Vekil asıl gibidir anlamına gelen. Vekil de tıpkı asıl gibi denerek vekilin, asılın tüm yetkilerine sahip olduğunu anlatmak için kullanılır bu deyim. Avukatlar da vekili olduğu kimsenin haklarını savunmak için bu yetkiyi mahkemelerde kullanır. Elinde noter tasdikli vekalet olmasına rağmen avukatlar yetkinin ne kadarını kullanacağı konusunda müvekkilinin yani asıl kişinin görüşüne başvurur. Müvekkil, görevini yapmıyor, iyi savunamıyor diyerek gerektiğinde vekilindeki vekaletini iptal edebiliyor.

Hayatın her alanında vekil ve asıl ilişkisi aslın dediği olur şeklinde cereyan ederken siyasette ise vekilin dediği olur. Vekil, aslın üstündedir. Vekil yetkiyi aldıktan sonra kolay kolay asıla danışmaz, hesap vermez. Yeni bir seçim marifetiyle yeni bir yetki gerektiğinde asılın kapısını çalar. Hal böyle iken asıl yine onu el pençe kapıda karşılar, izzet ve ikramın yanında saygıda kusur etmez. Yine de asılın bir değeri yoktur. Hatta vatandaşın esamesi okunmaz. Örnek mi istersiniz? 

Malumunuz genel seçimler ve cumhurbaşkanı seçimine gidiyoruz. Cumhurbaşkanlığına aday olabilmek için Meclis'ten 20 vekilin imzası yeterli olabiliyor iken veya 20 vekil bir kişiyi cumhurbaşkanlığına aday gösterebiliyor iken vatandaştan yüz bin imza isteniyor. Bu, yüz bin asıl kişi ancak 20 vekil eder demektir. Vatandaşa, "Yerini, haddini, seviyeni, gücünü bil, ederin bu" demektir, ipe un sermektir. Bu, senin ilin değil demektir. Vatandaşa, "Sen aday gösteremez, aday belirleyemez, oyun kurucu olamazsın, olsan olsan oyunda figüran olursun" demektir. Basit bir hesapla bir vekilin imzası, beş bin asılın imzasına eşittir. Vekilin vatandaşa göre özgül ağırlığı kat ne kat fazladır. Keşke cumhurbaşkanı adayı gösterilebilmek için Anayasaya madde konurken hiç vatandaşın adı geçmeseydi, hatta Meclis'ten 20 vekilin aday göstermesiyle cumhurbaşkanlığına aday olunur denseydi daha iyi olurdu. Böylece vatandaşla dalga geçilmemiş olurdu.

Çok adaylı bir cumhurbaşkanlığı seçimi değil kastım. Öyle önüne gelen aday olamamalı. Mutlaka bir kriteri olmalı, az adayla seçime gidilebilmeli. Meclis dışından aday olacaklara da imkan veriyorum diyerek deveye hendek atlatmaya gerek yoktu. İstenen 100 bin imza, imkansızı başar, başarabilirsen gibi bir şeydir, zaman kaybıdır, kağıt israfıdır, seçim kurullarını gereksiz meşgul etmedir, vatandaşı oyalamadır, gazını almadır.