11 Nisan 2018 Çarşamba

Müsteşar mı Büyük yoksa Bakan mı?


Bir zamanlar bir okul müdürü kafasında çözemediği bir sorunu gündeme getirmişti: Okul müdürü mü büyük yoksa okul aile birliği başkanı mı diye. Cevap vermedim ama günün yorgunluğunun ardından stres atmama sebep oldu. Epey bir güldükten sonra eğitimin tüm sorunlarını çözdün de birlik başkanının statüsü mü kaldı dedim. Zaman zaman da sorunu çözdün mü, sen mi büyüksün yoksa birlik başkanın mı diye takıldım durdum. Ben güldükçe o da gevrek gevrek gülerdi.

Her zaman başkası soru soracak değil ya. Bir soru da ben sorayım size: Bakan mı büyük yoksa bakana yardımcı olarak görevlendirilen, yaptığı işlerden dolayı bakana karşı sorumlu olan bakanın emrindeki müsteşar mı? Hemen "Okumuşsun ama boşuna! Bu da sorulur mu? Elbette bakan daha büyük" diyeceksiniz. Normal de okul müdürü mü yoksa birliğin başkanı mı büyük diyen arkadaşa güldüğüm gibi bana da bakan-müsteşar statüsü sorulsa gülerdim. Ama benim penceremden bakarsanız sormakta haklı olduğumu göreceksiniz. 

Tanıdığım bir müsteşar var, eskittiği bakan sayısını unuttum. Gelen bakan her fani gibi gitti, o yerinde sanki bir demirbaş gibi kaldı. Hala da kalmaya devam ediyor. Tam hız çalışıyor, gidecek gibi durmuyor. Verdiği görüntü, siyasi iktidar gitse de ben buradayım der gibi. Tıpkı tanıdığım şef gibi. Kaç iktidar döneminde nice müdürle çalıştığını ancak kendisi bilir. Gelen, bayrağı sonrakine devretmiş, o hep yerini korumuştur. Saçı-başı ağarsa da hala çalışmaya devam ediyor. Müsteşarımızın bir kopyası sanki.

Nasıl biridir, donanımı nasıldır bilmem. Belki de işinin ehli, ahlakı düzgün biridir. Yakışıklı bir görüntüsü var. Pek güldüğüne rastlamadım. Müsteşarlığını yaptığı bakanlık toplum nezdinde her geçen gün geriye gitmesine rağmen o hep yerinde kaldığına göre sanırım başarısızlıkta kendisinin payı yok diye düşünülüyor. Hitap ettiği camiasına karşı acımasız kararlara imza atmasıyla ve bağlı olduğu bakanın Meclis’te yaptığı konuşmayı nakzeden açıklaması ile ünlüdür. Çünkü hep kendisinin dediği oldu, oluyor. Gelen bakanlar görüntüden ve protokol takılmaktan ibaret. Çalışanları tepki gösterse de o, doğru bildiği yoldan bir adım sapmıyor. Görüntü, çalışanlarının kendisini, kendisinin de çalışanlarını sevmediği yönünde. Kendisi iyi olabilir, hatta ülke kendisini anlamamış, kararları anlaşılamamış olabilir. Fakat yanlış anlamayı giderecek bir adımı da yok. Çıkıp kolay kolay konuşmuyor. Sanki eğer bir kişi beni anlarsa veya bir kişi beni severse kendimden şüphe ederim der gibi burnunun dikine gidiyor.

Seçime giden hiçbir iktidar çalışanları veya seçmenleri etkileyecek, onları mağdur edecek, yanlış anlaşılmaya sebebiyet verecek radikal kararlar almaz. Fakat müsteşarı olduğu yerde seçim öncesiymiş, tepki çeker, oy kaybına uğrarız diye bir derdi bugüne kadar hiç olmadı. Beni buraya getirdiniz, ben burada isteyerek durmuyorum, o zaman görürsünüz der gibi tepki çeken icraatlarına devam ediyor. Ya da başkasına hizmet ediyor veya danışmanları kendisini doğru yoldayız diye yanıltıyor.

Sebebini bilmediğimiz yönleri çok. Her ne yapıyorsa tepki çeken eylemlerine rağmen bulunduğu yerde yerini sağlamlaştırarak yoluna devam ediyor. Bu hareketler devam ettiği müddetçe çalıştığı camiasına olumlu katkı yapması mümkün değil. Şimdi tekrar soruyorum: Bu müsteşar mı büyük, yoksa bakan mı? Cevap sizin. Takdir de. 11/04/2018




10 Nisan 2018 Salı

Ekonomimiz Böyle Giderse…***

Felaket tellalı değilim ama ekonomimiz iyiye gitmiyor. Freni patlamış kamyon gibi nerede duracağı belli olmadan tam gaz gidiyor. Kamyon giderken de sağa-sola vurarak gidiyor. Her vurduğu yerde onulmaz yaralar açıyor. Ülkenin başbakanı, “geçici dalgalanma” dese de hiç geçeceğe benzemiyor. Alınan ekonomik tedbirler sadra şifa olmadığı gibi dar gelirlinin bütçesine zam, pardon fiyat ayarlaması olarak geri dönüyor. Dolar 4,  avro 5 lirayı geçmiş, altın fırlamış, faizler yükselmiş, her biri değerine değer katarken bir zamanlar altı sıfır attığımız paramız yine eskisi gibi pul olmaya doğru gidiyor.

Adına serbest piyasa dedikleri, Batı’nın vahşi kapitalizminin bize dayattığı -Osman Altuğ’un deyimiyle- faiz, borsa ve dövizden ibaret üçkâğıt veya üçkâğıtçı ekonomisi, alın teriyle yaşayan vatandaşın yüzünü hiç güldürmedi. Hele bir de ekonomin üretime değil de, sıcak paraya dayalı ise yat ağla, kalk ağla artık. Gelen vurur, giden vurur. Altında kalmazsak bize de kaldırmamız için enkazı kalır.

Ekonomide yine eski bildik senaryolar oynanıyor.  Para musluğunun başında olanlar her zaman olduğu gibi yine bir şeylerin peşinde. Çünkü onların dinleri-imanları paradır. Taptıkları  paraya ulaşmak için her yolu denerler. Kan akması gerekiyorsa gözlerini kırpmadan akıtırlar. Senaryoyu onlar yazıyor, bizler de figüran olarak oyunda rol almaya devam ediyoruz. Sonunda yine onlar kazanacak, paraya para demeyecek; biz ise dişimizden tırnağımızdan artırdığımız üç-beş kuruşu yine onların dişlerinin kovuğuna koyacağız. Alım gücümüz azalacak. Fakirdik zaten, daha da fakirleşeceğiz.

Bize 15 Temmuz’u reva görenler her ne kadar emellerine ulaşamasalar da pes etmiş değiller. Dün canımızı almak için üzerimize bomba yağdıranlar bunda başarılı olamayınca para kozunu piyasaya sürdüler. Verilen karar; Türkiye, ekonomi yönünden batırılacak, burnu sürtülecek, yeniden başına ip geçirilip diledikleri yere çekecekler. Durum bu iken biz ne yapıyoruz? Ardı arkasına alınan pansuman tedbirleri uygulamaya koyuyoruz. Fakat dikiş tutmuyor. Sıcak paraya dayalı kırılgan ekonomimiz kırılmaya devam ediyor. Her bir kırık bir yerimizi acıtıyor. İşin garibi bu gidişe neşter vurması gereken etkili ve yetkili kişilerimiz seyrediyor. Doların, avronun ve faizin yeter kazandığımız; millete vurduk, öldürmeyelim, ileride tekrar vururuz, diyerek insafa gelmesini mi bekliyorlar? Eğer böyle bir düşünceleri varsa makyavelist görüşün içine belenmiş kişilerin böyle bir insafı olmaz. Acımak, onların felsefesine aykırıdır. Etkili ve yetkili makamdakiler ne yapacaklarını bilemez bir acizlik içerisinde herkes gibi beklemeyi, piyasanın kendiliğinden durulmasını bekliyorlarsa daha çok beklerler.

Sorumlularımız bilsinler ki ekonomi beklemeye gelmez, şakası bile olmaz. Millet şimdilik fiyatlar yükselse de zaruri ihtiyacını kıt-kanaat gideriyor. Tedbir alınmaz esnaf kepenk kapatır, sanayici iflas bayrağını çeker, işten çıkarılmalar artarsa ortaya çıkan bu kriz, herkesi etkiler. Faturası da çözüm üretmeyen/üretemeyen siyasi iktidara çıkar. Bugüne kadar vatandaşın cebine dokunan hiçbir hükümet iktidarda kalamamıştır. Vatandaş, isyanını sandıkta gösterir ve barajın altında bırakır. Ülkenin yeniden hükümet krizlerine tahammülü yoktur. Sorumlularımızın ne yapıp ne edip önce ekonominin ateşini söndürecek ve sıcak paranın çıkışını engelleyecek tedbirleri devreye koymalı. Kalıcı tedbir olarak üretime dayalı bir ekonominin temellerini atmalıdır. Kamuda tasarruf tedbirleri uygulamalıdır. Gezmeye, dolaşmaya, eğlenceye bir sekte vurmalıdır. İsraf ekonomisine bir dur demelidir. Eldeki geliri zaruri ihtiyaçlara kullanacak şekilde planlama yapmalıdır. Yoksa ceremesini kendileri çektiği gibi bu millet de çeker. 10/04/2018

*** 12/04/2018 tarihinde Yeni Haber gazetesinde yayımlanmıştır.


9 Nisan 2018 Pazartesi

Ağzımızın Tadı Kaçmasın! *


Cumhuriyet kurulduğu andan itibaren ekonomide serbest piyasa özendirilmiş ve teşvik edilmiştir. Müteşebbisler cesaret edemeyince devletçilik ilkesi gereği devlet ekonomiye el atmış, ülkenin ihtiyacı olan alanlarda yatırım yapmış, vatandaşına kamu sektöründe iş verirken aynı zamanda satış yapmak suretiyle bütçeye getirisi olmuş ve halkın temel ihtiyaçlarını gidermede öncü rol üstlenmiştir. Devlet en büyük işveren, en büyük patron oldu.

Özal’ın başbakan olmasıyla birlikte özelleştirme Türkiye’nin gündemine girmeye başladı. İlk hukuki düzenlemesi de 2983 sayılı Kanun ile getirilmiştir. Daha sonra belli aralıklarla başka yasal mevzuat da çıkarılmıştır. Devletin işlettiği KİT’ler, müesseseler, bağlı ortaklıklar satılacaktı. Satılırdı-satılmazdı tartışması uzun yıllar devam etti bu ülkede. İktidardaki partiler satmaya kalktı, ana muhalefettekiler ise satışı durdurmak ve iptal ettirmek için yargıya müracaat etti. Hatta satışı yapılan bazı KİT’ler mahkeme kararıyla durduruldu. Doğru ya da yanlış mahkemeler özelleştirmeyi geciktirdi. Bu gecikme bir zamana kadar oldu. Sonunda mahkemelerimiz pes etti. Zaten özelleştirmeye fren görevini daha fazla yapabilmesi mümkün değildi. Çünkü dünya özelleştirmeye doğru gidiyordu. Zamanında satılamayan KİT’ler daha sonra ederinden daha aşağıya satılmak zorunda kaldı. Başa geçen iktidarlar sırası geleni, gözüne kestirdiği KİT’i sattı. Gerekçe hepimizce malum: Zarar eden KİT’ler satılıyor.

Devlete ait olan müesseseler özelleştirilmeli mi/özelleştirilmemeli mi? Özelleştirmeye karşısınız veya değilsiniz.  Baktığınız pencereye, durduğunuz yere göre değişir. Ben özelleştirmeye hem karşıyım, hem de satılmasından yanayım. Ne şiş yansın ne de kebap değil niyetim. Kendini çağın teknolojisi ile revize edememiş, siyasilerin arpalığı haline gelmiş, normalinden fazla işçi ile şişirilmiş, işçisinin parasını ödeyemeyecek hale gelmiş, aldığı işçiyi gereğince çalıştıramamış, devletin sırtında bir kambur olmaya başlamış KİT’leri görünce “Satılsın, devletin elinde hiçbiri kalmasın” diyorum. Değerinden daha düşük fiyata giden müesseselerin ve stratejik öneme haiz KİT’ler özelleştirilince “Bunlar satılmamalıydı, devlet ne yapıp ne edip elinde tutmalıydı, üretimi artıracak ve kara geçirecek yol ve yöntemler bulmalıydı” diyorum. Gerçekten elektrik, telekomünikasyon gibi müesseselerin satılmaması gerekiyordu. Maalesef belirli periyotlarla gelen ekonomik krizler, dış borçlar, cari açıklar istemesek de satılmalarını zorunlu kıldı. Çünkü ekonomik darboğazdan kurtulmak ve ekonomiye nefes aldırmak için elde olanı satmaktan başka çare bırakılmadı. Satılan KİT’lerin satılma gerekçesi olarak hep “zarar ediyor” dendi. Gerçekten zarar ediyor muydu? Yoksa özellikle satılsın diye zarar mı ettirildi bilmiyorum. Uzaktan gözlemlediğime göre devletin çalıştırdığı KİT’lerin zarar etmemesi mümkün değil. Siyasilerimiz sayesinde normalinden fazla alınan işçi, torpilli işçilerin sırtını terletmemesi, üretmemesi, fabrikaların yeni teknoloji ile kendini yenileyememesi, iyi yönetilmemesi, özellikle zarar ettirilmesi gibi gerekçeler sayılabilir. Bizim çok işçiyle işletemediğimiz KİT’leri, özelleştirme yoluyla alanlar daha az işçiye daha az maaş vermek suretiyle kısa zamanda kara geçiriyor. İşin bu yönünü de iyi düşünmek lazım. KİT’leri arpalık olarak gören ve zamanında “yakınımdır, alınacak” diyen siyasilere ve alınan işçiyi çalıştıramayan/çalışmayanı kapının önüne koyamayan yönetici ve siyasilere duyurulur. Unutmayın ki at, sahibine göre kişner.


Şimdilerde şeker fabrikalarının özelleştirilmesi gündemde. Görünen, bunlar da satılacak. Yavaş yavaş satılmaya başlandı zaten. Umarım ederinden daha yüksek fiyatlara ve yerli müteşebbislere satılır. Geçmişte bilerek veya bilmeyerek yapılan hatalar herkesin kulağına küpe olur. Özelleştirme dolayısıyla şeker fabrikalarının mevcut çalışanları, kamu kurum ve kuruluşlarında istihdam edilecek. Bu yol ile kamuda istihdam edilen çalışanların çoğu gittikleri yerde yüz güldürmedi. Çünkü farklı bir çalışma/çalışmama anlayışları var. Umarım yeni özelleştirmeden gelenler görev yapacakları kurumlarda görevlerini layıkıyla yerine getirirler. 09/04/2018, Ramazan Yüce, Konya

* 14/04/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.