Ana içeriğe atla

Ağzımızın Tadı Kaçmasın! *


Cumhuriyet kurulduğu andan itibaren ekonomide serbest piyasa özendirilmiş ve teşvik edilmiştir. Müteşebbisler cesaret edemeyince devletçilik ilkesi gereği devlet ekonomiye el atmış, ülkenin ihtiyacı olan alanlarda yatırım yapmış, vatandaşına kamu sektöründe iş verirken aynı zamanda satış yapmak suretiyle bütçeye getirisi olmuş ve halkın temel ihtiyaçlarını gidermede öncü rol üstlenmiştir. Devlet en büyük işveren, en büyük patron oldu.

Özal’ın başbakan olmasıyla birlikte özelleştirme Türkiye’nin gündemine girmeye başladı. İlk hukuki düzenlemesi de 2983 sayılı Kanun ile getirilmiştir. Daha sonra belli aralıklarla başka yasal mevzuat da çıkarılmıştır. Devletin işlettiği KİT’ler, müesseseler, bağlı ortaklıklar satılacaktı. Satılırdı-satılmazdı tartışması uzun yıllar devam etti bu ülkede. İktidardaki partiler satmaya kalktı, ana muhalefettekiler ise satışı durdurmak ve iptal ettirmek için yargıya müracaat etti. Hatta satışı yapılan bazı KİT’ler mahkeme kararıyla durduruldu. Doğru ya da yanlış mahkemeler özelleştirmeyi geciktirdi. Bu gecikme bir zamana kadar oldu. Sonunda mahkemelerimiz pes etti. Zaten özelleştirmeye fren görevini daha fazla yapabilmesi mümkün değildi. Çünkü dünya özelleştirmeye doğru gidiyordu. Zamanında satılamayan KİT’ler daha sonra ederinden daha aşağıya satılmak zorunda kaldı. Başa geçen iktidarlar sırası geleni, gözüne kestirdiği KİT’i sattı. Gerekçe hepimizce malum: Zarar eden KİT’ler satılıyor.

Devlete ait olan müesseseler özelleştirilmeli mi/özelleştirilmemeli mi? Özelleştirmeye karşısınız veya değilsiniz.  Baktığınız pencereye, durduğunuz yere göre değişir. Ben özelleştirmeye hem karşıyım, hem de satılmasından yanayım. Ne şiş yansın ne de kebap değil niyetim. Kendini çağın teknolojisi ile revize edememiş, siyasilerin arpalığı haline gelmiş, normalinden fazla işçi ile şişirilmiş, işçisinin parasını ödeyemeyecek hale gelmiş, aldığı işçiyi gereğince çalıştıramamış, devletin sırtında bir kambur olmaya başlamış KİT’leri görünce “Satılsın, devletin elinde hiçbiri kalmasın” diyorum. Değerinden daha düşük fiyata giden müesseselerin ve stratejik öneme haiz KİT’ler özelleştirilince “Bunlar satılmamalıydı, devlet ne yapıp ne edip elinde tutmalıydı, üretimi artıracak ve kara geçirecek yol ve yöntemler bulmalıydı” diyorum. Gerçekten elektrik, telekomünikasyon gibi müesseselerin satılmaması gerekiyordu. Maalesef belirli periyotlarla gelen ekonomik krizler, dış borçlar, cari açıklar istemesek de satılmalarını zorunlu kıldı. Çünkü ekonomik darboğazdan kurtulmak ve ekonomiye nefes aldırmak için elde olanı satmaktan başka çare bırakılmadı. Satılan KİT’lerin satılma gerekçesi olarak hep “zarar ediyor” dendi. Gerçekten zarar ediyor muydu? Yoksa özellikle satılsın diye zarar mı ettirildi bilmiyorum. Uzaktan gözlemlediğime göre devletin çalıştırdığı KİT’lerin zarar etmemesi mümkün değil. Siyasilerimiz sayesinde normalinden fazla alınan işçi, torpilli işçilerin sırtını terletmemesi, üretmemesi, fabrikaların yeni teknoloji ile kendini yenileyememesi, iyi yönetilmemesi, özellikle zarar ettirilmesi gibi gerekçeler sayılabilir. Bizim çok işçiyle işletemediğimiz KİT’leri, özelleştirme yoluyla alanlar daha az işçiye daha az maaş vermek suretiyle kısa zamanda kara geçiriyor. İşin bu yönünü de iyi düşünmek lazım. KİT’leri arpalık olarak gören ve zamanında “yakınımdır, alınacak” diyen siyasilere ve alınan işçiyi çalıştıramayan/çalışmayanı kapının önüne koyamayan yönetici ve siyasilere duyurulur. Unutmayın ki at, sahibine göre kişner.


Şimdilerde şeker fabrikalarının özelleştirilmesi gündemde. Görünen, bunlar da satılacak. Yavaş yavaş satılmaya başlandı zaten. Umarım ederinden daha yüksek fiyatlara ve yerli müteşebbislere satılır. Geçmişte bilerek veya bilmeyerek yapılan hatalar herkesin kulağına küpe olur. Özelleştirme dolayısıyla şeker fabrikalarının mevcut çalışanları, kamu kurum ve kuruluşlarında istihdam edilecek. Bu yol ile kamuda istihdam edilen çalışanların çoğu gittikleri yerde yüz güldürmedi. Çünkü farklı bir çalışma/çalışmama anlayışları var. Umarım yeni özelleştirmeden gelenler görev yapacakları kurumlarda görevlerini layıkıyla yerine getirirler. 09/04/2018, Ramazan Yüce, Konya

* 14/04/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.




Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde