10 Nisan 2018 Salı

Ekonomimiz Böyle Giderse…***

Felaket tellalı değilim ama ekonomimiz iyiye gitmiyor. Freni patlamış kamyon gibi nerede duracağı belli olmadan tam gaz gidiyor. Kamyon giderken de sağa-sola vurarak gidiyor. Her vurduğu yerde onulmaz yaralar açıyor. Ülkenin başbakanı, “geçici dalgalanma” dese de hiç geçeceğe benzemiyor. Alınan ekonomik tedbirler sadra şifa olmadığı gibi dar gelirlinin bütçesine zam, pardon fiyat ayarlaması olarak geri dönüyor. Dolar 4,  avro 5 lirayı geçmiş, altın fırlamış, faizler yükselmiş, her biri değerine değer katarken bir zamanlar altı sıfır attığımız paramız yine eskisi gibi pul olmaya doğru gidiyor.

Adına serbest piyasa dedikleri, Batı’nın vahşi kapitalizminin bize dayattığı -Osman Altuğ’un deyimiyle- faiz, borsa ve dövizden ibaret üçkâğıt veya üçkâğıtçı ekonomisi, alın teriyle yaşayan vatandaşın yüzünü hiç güldürmedi. Hele bir de ekonomin üretime değil de, sıcak paraya dayalı ise yat ağla, kalk ağla artık. Gelen vurur, giden vurur. Altında kalmazsak bize de kaldırmamız için enkazı kalır.

Ekonomide yine eski bildik senaryolar oynanıyor.  Para musluğunun başında olanlar her zaman olduğu gibi yine bir şeylerin peşinde. Çünkü onların dinleri-imanları paradır. Taptıkları  paraya ulaşmak için her yolu denerler. Kan akması gerekiyorsa gözlerini kırpmadan akıtırlar. Senaryoyu onlar yazıyor, bizler de figüran olarak oyunda rol almaya devam ediyoruz. Sonunda yine onlar kazanacak, paraya para demeyecek; biz ise dişimizden tırnağımızdan artırdığımız üç-beş kuruşu yine onların dişlerinin kovuğuna koyacağız. Alım gücümüz azalacak. Fakirdik zaten, daha da fakirleşeceğiz.

Bize 15 Temmuz’u reva görenler her ne kadar emellerine ulaşamasalar da pes etmiş değiller. Dün canımızı almak için üzerimize bomba yağdıranlar bunda başarılı olamayınca para kozunu piyasaya sürdüler. Verilen karar; Türkiye, ekonomi yönünden batırılacak, burnu sürtülecek, yeniden başına ip geçirilip diledikleri yere çekecekler. Durum bu iken biz ne yapıyoruz? Ardı arkasına alınan pansuman tedbirleri uygulamaya koyuyoruz. Fakat dikiş tutmuyor. Sıcak paraya dayalı kırılgan ekonomimiz kırılmaya devam ediyor. Her bir kırık bir yerimizi acıtıyor. İşin garibi bu gidişe neşter vurması gereken etkili ve yetkili kişilerimiz seyrediyor. Doların, avronun ve faizin yeter kazandığımız; millete vurduk, öldürmeyelim, ileride tekrar vururuz, diyerek insafa gelmesini mi bekliyorlar? Eğer böyle bir düşünceleri varsa makyavelist görüşün içine belenmiş kişilerin böyle bir insafı olmaz. Acımak, onların felsefesine aykırıdır. Etkili ve yetkili makamdakiler ne yapacaklarını bilemez bir acizlik içerisinde herkes gibi beklemeyi, piyasanın kendiliğinden durulmasını bekliyorlarsa daha çok beklerler.

Sorumlularımız bilsinler ki ekonomi beklemeye gelmez, şakası bile olmaz. Millet şimdilik fiyatlar yükselse de zaruri ihtiyacını kıt-kanaat gideriyor. Tedbir alınmaz esnaf kepenk kapatır, sanayici iflas bayrağını çeker, işten çıkarılmalar artarsa ortaya çıkan bu kriz, herkesi etkiler. Faturası da çözüm üretmeyen/üretemeyen siyasi iktidara çıkar. Bugüne kadar vatandaşın cebine dokunan hiçbir hükümet iktidarda kalamamıştır. Vatandaş, isyanını sandıkta gösterir ve barajın altında bırakır. Ülkenin yeniden hükümet krizlerine tahammülü yoktur. Sorumlularımızın ne yapıp ne edip önce ekonominin ateşini söndürecek ve sıcak paranın çıkışını engelleyecek tedbirleri devreye koymalı. Kalıcı tedbir olarak üretime dayalı bir ekonominin temellerini atmalıdır. Kamuda tasarruf tedbirleri uygulamalıdır. Gezmeye, dolaşmaya, eğlenceye bir sekte vurmalıdır. İsraf ekonomisine bir dur demelidir. Eldeki geliri zaruri ihtiyaçlara kullanacak şekilde planlama yapmalıdır. Yoksa ceremesini kendileri çektiği gibi bu millet de çeker. 10/04/2018

*** 12/04/2018 tarihinde Yeni Haber gazetesinde yayımlanmıştır.


9 Nisan 2018 Pazartesi

Ağzımızın Tadı Kaçmasın! *


Cumhuriyet kurulduğu andan itibaren ekonomide serbest piyasa özendirilmiş ve teşvik edilmiştir. Müteşebbisler cesaret edemeyince devletçilik ilkesi gereği devlet ekonomiye el atmış, ülkenin ihtiyacı olan alanlarda yatırım yapmış, vatandaşına kamu sektöründe iş verirken aynı zamanda satış yapmak suretiyle bütçeye getirisi olmuş ve halkın temel ihtiyaçlarını gidermede öncü rol üstlenmiştir. Devlet en büyük işveren, en büyük patron oldu.

Özal’ın başbakan olmasıyla birlikte özelleştirme Türkiye’nin gündemine girmeye başladı. İlk hukuki düzenlemesi de 2983 sayılı Kanun ile getirilmiştir. Daha sonra belli aralıklarla başka yasal mevzuat da çıkarılmıştır. Devletin işlettiği KİT’ler, müesseseler, bağlı ortaklıklar satılacaktı. Satılırdı-satılmazdı tartışması uzun yıllar devam etti bu ülkede. İktidardaki partiler satmaya kalktı, ana muhalefettekiler ise satışı durdurmak ve iptal ettirmek için yargıya müracaat etti. Hatta satışı yapılan bazı KİT’ler mahkeme kararıyla durduruldu. Doğru ya da yanlış mahkemeler özelleştirmeyi geciktirdi. Bu gecikme bir zamana kadar oldu. Sonunda mahkemelerimiz pes etti. Zaten özelleştirmeye fren görevini daha fazla yapabilmesi mümkün değildi. Çünkü dünya özelleştirmeye doğru gidiyordu. Zamanında satılamayan KİT’ler daha sonra ederinden daha aşağıya satılmak zorunda kaldı. Başa geçen iktidarlar sırası geleni, gözüne kestirdiği KİT’i sattı. Gerekçe hepimizce malum: Zarar eden KİT’ler satılıyor.

Devlete ait olan müesseseler özelleştirilmeli mi/özelleştirilmemeli mi? Özelleştirmeye karşısınız veya değilsiniz.  Baktığınız pencereye, durduğunuz yere göre değişir. Ben özelleştirmeye hem karşıyım, hem de satılmasından yanayım. Ne şiş yansın ne de kebap değil niyetim. Kendini çağın teknolojisi ile revize edememiş, siyasilerin arpalığı haline gelmiş, normalinden fazla işçi ile şişirilmiş, işçisinin parasını ödeyemeyecek hale gelmiş, aldığı işçiyi gereğince çalıştıramamış, devletin sırtında bir kambur olmaya başlamış KİT’leri görünce “Satılsın, devletin elinde hiçbiri kalmasın” diyorum. Değerinden daha düşük fiyata giden müesseselerin ve stratejik öneme haiz KİT’ler özelleştirilince “Bunlar satılmamalıydı, devlet ne yapıp ne edip elinde tutmalıydı, üretimi artıracak ve kara geçirecek yol ve yöntemler bulmalıydı” diyorum. Gerçekten elektrik, telekomünikasyon gibi müesseselerin satılmaması gerekiyordu. Maalesef belirli periyotlarla gelen ekonomik krizler, dış borçlar, cari açıklar istemesek de satılmalarını zorunlu kıldı. Çünkü ekonomik darboğazdan kurtulmak ve ekonomiye nefes aldırmak için elde olanı satmaktan başka çare bırakılmadı. Satılan KİT’lerin satılma gerekçesi olarak hep “zarar ediyor” dendi. Gerçekten zarar ediyor muydu? Yoksa özellikle satılsın diye zarar mı ettirildi bilmiyorum. Uzaktan gözlemlediğime göre devletin çalıştırdığı KİT’lerin zarar etmemesi mümkün değil. Siyasilerimiz sayesinde normalinden fazla alınan işçi, torpilli işçilerin sırtını terletmemesi, üretmemesi, fabrikaların yeni teknoloji ile kendini yenileyememesi, iyi yönetilmemesi, özellikle zarar ettirilmesi gibi gerekçeler sayılabilir. Bizim çok işçiyle işletemediğimiz KİT’leri, özelleştirme yoluyla alanlar daha az işçiye daha az maaş vermek suretiyle kısa zamanda kara geçiriyor. İşin bu yönünü de iyi düşünmek lazım. KİT’leri arpalık olarak gören ve zamanında “yakınımdır, alınacak” diyen siyasilere ve alınan işçiyi çalıştıramayan/çalışmayanı kapının önüne koyamayan yönetici ve siyasilere duyurulur. Unutmayın ki at, sahibine göre kişner.


Şimdilerde şeker fabrikalarının özelleştirilmesi gündemde. Görünen, bunlar da satılacak. Yavaş yavaş satılmaya başlandı zaten. Umarım ederinden daha yüksek fiyatlara ve yerli müteşebbislere satılır. Geçmişte bilerek veya bilmeyerek yapılan hatalar herkesin kulağına küpe olur. Özelleştirme dolayısıyla şeker fabrikalarının mevcut çalışanları, kamu kurum ve kuruluşlarında istihdam edilecek. Bu yol ile kamuda istihdam edilen çalışanların çoğu gittikleri yerde yüz güldürmedi. Çünkü farklı bir çalışma/çalışmama anlayışları var. Umarım yeni özelleştirmeden gelenler görev yapacakları kurumlarda görevlerini layıkıyla yerine getirirler. 09/04/2018, Ramazan Yüce, Konya

* 14/04/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.




Can'ımızdı Bizim

Lise 1.sınıftayız. Bir gün müdür yardımcısı; odasına sınıftan, içlerinde benim de olduğum on kadar kişiyi çağırdı. "Söyleyin bakayım, hanginiz sildi. Bunu yapan içinizden biri" dedi. Ne silmesi, neyi silmişiz, dediğimizde "Yoklama defterindeki devamsızlığınızı silmişsiniz. Üstelik işin ilginci hepinizinki aynı günün devamsızlığı. Silen bilinçli silmiş, diğer günlerin devamsızlığına dokunmamış. (Ekim ayı içinde bir tarihti, tarihi söylemişti ama unuttum.) Aynı gün okuldan kaçmışsınız. Eğer yapan ortaya çıkmaz, sileni söylemezseniz hepinizi tek tek döveceğim" dedi. Hocam biz yapmadık, dedikse de inanmadı bize. Hepimiz boynumuzu büktük, yiyeceğimiz dayağı beklemeye koyulduk. 

Sıradan vurmaya başladı. Dayak dedimse tokat vuruyordu: Osmanlı tokadı yani. Acır gibi yapsa da yıldızları saydırıyordu vurduğuna. Vururken de zarar vermesin diye teknik vuruyordu, sakin bir şekilde. Sırası gelen pozisyon almadan rastgele vurmuyordu. Tam sıra bana yaklaşırken odasının kapısı açıldı. Gelen matematik öğretmeni idi. Öğleden sonra dersinden bizi sınav yapacaktı. Fonksiyonlar konusu idi sorumlu olduğumuz kısım. Pek de bir şey anlamadığımız bu konuyu sınav öncesi bize öğle arasında konu tekrarı yapacaktı . Bizi sınıfta göremeyince, yardımcının odasında olduğumuzu öğrenince bizi almaya gelmiş. "Hocam, işiniz mi vardı, ben bu öğrencilerime ders anlatacaktım" dedi Zerrin öğretmen. (Bu günden geriye bakınca idealist bir öğretmenmiş, kaç kişi öğle arasını feda ederek öğrencilerine ders işler. Kendisini minnetle anıyorum buradan.) Öğretmenin bu talebinden sonra tokat yemeyen gerimize, "Geçin bakalım eşek herifler sınıfınıza! Geri kalanınızı sınavdan sonra döveceğim, haksızlık olmasın...Geliyorlar hocahanım" dedi. Dayaktan kurtulmanın sevinciyle öğretmenle birlikte sınıfa geçtik. Daha bir zevkli ders dinledik. İstersen dinleme. Sınav vardı zaten.

Sınavdan sonra müdür yardımcımız sınıfa geldi. Yine her zamanki gibi ciddiydi. Şimdi sıra geldi matematik şamarından sonra gerçek dayak yemeye, demeye kalmadan konuşmaya başladı. Yüzünde biraz tebessüm belirdi. Hayrola dedim kendi kendime. "Çocuklar kusura bakmayın, yoklama defterindeki devamsızlığı ben silmişim, siz o gün tek ders sınavına girmişsiniz. Ben sizi yok yazdıktan sonra tek ders sınavına girdiğiniz yazısı gelince silmiştim" dedi. Derin bir oh çektik. Kızmadık da kendisine. Ailemize söyleyip bizi haksız yere döveni şikayet edelim diye düşünmedik. Ki ailemize söylesek "Hoca değil mi sever de, döver de" deyip bir tokat da onlar vururdu. "Benim hatam" diyene ne denirdi sonra. Üstelik bizi odasına çağırıp tenha bir yerde gönlümüzü alma yoluna gidebilirken 45 kişilik sınıfa gelerek hem hatasını itiraf etti, hem de kusura bakmayın dedi. Kaç kişi yapardı bunu? 

82-83 öğretim yılında başımdan geçen bu olay aklıma geldi. Aklıma getiren de yoklama defterini sildiğimiz iddiasıyla bizi dövmek için odasına alan müdür yardımcımız Şemsettin CAN idi. Bugün onun vefatını öğrendim. Duyar duymaz "Allah rahmet eylesin, mekanını cennet eylesin" dedim. Acı haberi işitir işitmez sınıf arkadaşlarımla paylaştım. Hepsinin ağzından dökülen benim temennimden başkası değildi. Saf, temiz berrak bir Anadolu çocuğuydu. Dövse de hiçbirimiz ona kırgın değildik. Samimiyet dendi mi o akla gelirdi. Rol yapmayı sevmez, ne ise o idi. 

Konuşmasını taklit ederdim ardından. Arkadaşlarım da gülerdi. Konuşacağı zaman  beş parmağını diklemesine uzatır: "Eşek herif...bak...Şimdi şöyle..." derdi. Biz gülsek de o, ciddiyetinden ve söyleyeceğinden ödün vermezdi. Bize eşek herif dedi, hakaret etti demezdik. Kıyameti koparmaz, Alo 147, Bilgi Edinme nedir bilmez, ailecek okulu basmazdık. Ağız alışkanlığı idi onun ağzından dökülen. Neyse o idi. 

Orta üçüncü sınıfta sınıf başkanlığı yaparken bir gün sınıf defterini vermek için odasına gittiğimde "Hocam ben sınıf başkanlığını bırakıyorum" dedim. Niçin dedi. Zaten gönüllü olarak yapmıyorum bu görevi. Üstelik siz beni almak zorundasınız. Müdür bey size, 'Bunu başkanlıktan alacaksınız' dedi dedim. "Oğlum, boş ver müdürü sen. Ara sıra kahvehaneye ben de gidiyorum. O gün seni, müdür: döv, dediği için dövdüm, kusura bakma, sen başkanlığa devam et dedi ve yine gönlümü almıştı. (https://dilinkemigiyok.blogspot.com.tr/2015/12/dayakla-yogrulmus-bir-nesiliz-biz.html)

Allah kendisinden razı olsun, mekanı cennet olsun. Biz ondan razıydık, Rabbim de razı olsun. Öğrencilerinin başı sağ olsun. 09.04.2018, Ramazan Yüce, Konya